Mary Shelley’nin Frankenstein’ından GDO’ya: Küçük Bir 'Yaratma' Meselesi

Neslihan Mervenur Vural / Yazar
24.11.2018

Bir canlıdan aldığınız bir geni bambaşka türden bir canlıya naklederek, yeni bir genetikte organizma “yaratmanız” mümkün. Akrep genli domates, tavuk genli patates, tüysüz kanatlılar... Bu ürünlere GDO karşıtları “Frankenstein food/gıdalar” diyor. Bu ismin kullanımındaki telmih bizi Mary’nin kaleme aldığı hikayenin felsefesi üzerinden bugünün gıda sektörünün felsefesini sorgulamaya götürüyor.


Mary Shelley’nin Frankenstein’ından GDO’ya: Küçük Bir 'Yaratma' Meselesi

Frankenstein ismini ilk duyuşum yaklaşık beş yaşlarında, bir çizgi sinema sahnesinde. Frankenstein adında, kulaklarının hemen üzerinden kafasına tahtadan bir çubuk saplanmış izlenimi veren, gözleri donuk bakan ve hiç konuşmayan sağa sola gulyabani edasıyla sallanarak yürüyen ve hikayedeki herkesi korkutan bir canavar. Bu sıfatlardan, izlediğim çizgi filmde Frankenstein’ın hiç konuşmuyor olmasına bir virgül koyalım, çünkü buraya döneceğiz. 

Frankenstein,- orijinal tam ismi ile Frankenstein ya da Modern Prometheus- 1816’da Mary Shelley henüz 19 yaşında iken bir iddia ve rüya üzerine kaleme alınmış, ilk distopik roman. Roman, M. Shelley’nin şair olan eşi ve yazar arkadaşlarının bir akşam Shelley’lerin evinde “En enterasan, olağan dışı hayalet hikayesini kim yazar?” iddiası ile başlayıp, kendi aralarında bir yarışa dönüşen bu çekişme üzerine Mary’nin gördüğü bir rüyadan esinlenerek Frankenstein’ı kaleme alması ile doğdu. Daha sonra eşi Mary’i cesaretlendirdi ve bu öykünün bir roman halini almasını diledi. (Kendisine minnettarız) Böylece edebiyat dünyası yeni bir türle tanışmış oldu: Bilim-kurgu/distopya. Elbette ki Mary’nin henüz 19’unda bu büyük kurguyu oluşturmasında yazar babası William Godwin ve ünlü kadın hakları savunucusu annesi Mary Wollstonecraft’ın etkisi yadsınamaz. Böyle bir ebevyne eşi şair Percy B. Shelley’de eklenince Mary 19 yaşında derin felsefe ve şairene bir dille kurgulanan bu eserini kaleme almış oldu. 

‘İnsanlığın yararına’ 

Gelelim yazının başlığının ikinci kısmına. GDO açık yazılımıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizma, WHO’ya göre “GDO, genetik materyalin (DNA) çiftleşme ve/veya doğal rekombinasyon ile doğal olarak oluşmayacak şekilde değiştirildiği organizmalar olarak tanımlanmakta ve bugün dünyamızı yoğun şekilde meşgul etmektedir. Her gün çeşitli mecralarda doktorların, gıdacıların bilim insanlarının “Aman şunu yemeyin, şundan mutlaka kaçının, vücudunuza zararlı, ömrünüzü uzatmak için şunları tüketmeyin” ihtarlarına maruz kalıyoruz. Ve bu ihtarların kahir ekseriyeti, genetiği değiştirilmiş organizmalar üzerinden oluyor. Bilim insanları ise bu konuda iki zıt kutup. Bir grup, insanın iyiliği (geri dönülmek üzere buraya da bir virgül koyalım) için genetik değişmenin kaçınılmaz olduğunu ve bunun insanlık için hiçbir zararı olmadığını söylerken, bir kısım uzman ise bu durumun tam tersini söylüyor. Genetiği oynanan gıdaların sonuçlarının uzun vadede ortaya çıkacağını, karşılaşılabilecek komplikasyonların ne boyutta olacağının kestirilemediği, daha da önemlisi bunun “insanlığın yararına” retoriği ile insanın, bitki ve hayvanın fıtratının müdahalesi/bozulması ile bu durumdan kesinlikle uzak durulması gerektiğini savunuyorlar. Elbette burada bir küçük ayrım yapmak gerekiyor. Bugün GDO denilen alan oldukça geniş yelpazesi olan bir sektörü kapsıyor. Doğal genetik seleksiyon ve gen ıslahı ile laboratuvar ortamında genetiği oynanmış organizmalar arasında fark var. Kısaca en basit haliyle gen ıslahı, istenilen verimlilikte ürün elde etmek için ister hayvan olsun ister bitki olsun, istenilen özellikteki verim potansiyeli yüksek canlıların döllendirilerek birkaç nesilde en verimli türün elde edilmesini amaçlıyor. Ama bir de türler arası gen transferleri –ki bunlara transgenik ürünler deniyor- var ki sormayın gitsin. Yani bir canlıdan aldığınız bir geni bambaşka türden bir canlıya naklederek, yeni bir genetikte organizma “yaratmanız” mümkün. Akrep genli domatesten, tavuk genli patatese, tüysüz kanatlı üretimine neler neler. Ve bu ürünlere GDO karşıtları “Frankenstein food/gıdalar” diyor. Bu ismin kullanımındaki telmih bizi Mary’nin kaleme aldığı hikayenin felsefesi üzerinden bugünün gıda sektörünün yeni hikayesinin felsefesini sorgulamaya götürüyor. 

Bir ‘şey’ yaratmak  

Tüm dünyada büyük ses getiren defalarca film, kitap, müzikal ve tiyatroya uyarlanan eserin genel ele alınışında bu canavara/yaratığa verilen ismin Frankesnstein olarak işlendiğini gördük bilinçli veya bilinçsiz bir anlam kayması ile. Ama aslında bu isim, yaratıcı bilim adamımızın ismi. Zaten eserin orijinal adındaki “Modern Prometheus”a odaklanırsak bunun yaratılan değil de yaratıcının ismini anlamak zor değil. Prometheus, Yunan Mitolojisinde -farklı birçok rivayet olsa da- Tanrıdan rol çalarak insanı yaratan, tanrısal düzene kafa tutan bir kahraman olarak geçmektedir. Mary de Frankenstein’a Modern Prometheus sıfatını vererek daha eserin başlığı ile bize ipucu veriyor aslında. 

 Hikayemiz şöyle; Victor Frankenstein biyoloji, anatomi, kimya ve Darwin teorileri üzerine çalışma yapan bir bilim insanı. Ve onu yolculuğuna başlatan, bu bilimin kışkırttığı bir soru: Bunca bilimsel veri ile bir “şey” yaratmak mümkün mü? Gelin kulak verelim Frankenstein’ın ruhuna ve arayalım sorunun cevabını:“Kendi kendime, madem cansız varlıklara hayat vereceğim, o durumda belki zaman içinde ölümün çürüttüğü bedenlerdeki yaşamı da yenileyebilirim dedim, gerçi şimdi bunun imkansız olduğunu biliyorum.” Bu satırlar insanoğlunun içinde ezeli olan o isteği, mutlak hükümranlık ve can bahşetme isteğinin en çarpıcı ifadelerinden biri. Bugünün modern insanının isteklerine oldukça yakın değil mi? Modern insan, bu dünyayı anlamlandıramadığından belki, başka bir dünyaya geçişten bahsetmek bile istemiyor. Amaç daha sağlıklı, ömür uzatıcı gıdalar, tıbbi uygulamalar vasıtasıyla en uzun hayatta kalan olmak. Bugünün insanı gizliden gizliye ölümsüzlüğün peşinde. Yoo gizliden de değil artık aşikar bir talep bu. Ölümsüzlüğün peşinde olmak, yaratıcı olma makamına erişmeyi de içinde barındırıyor aslında. Daha uzun süre ambalajlı, daha uzun süre tüketilebilir ve daha faydalı olanın peşinde olan bilim, zararlarından arındırılmış, çürümesi ve bozulması olmayan gıdanın, hastalanmayan, uzun yaşayan ve hatta ölmeyen insanın da peşinde. Frankenstein da benzer bir şeyin peşinde: Merak ettiği yaratma arzusunun. Böylece gecesini gündüzüne katan bir “yaratma” serüveni başlar. İnsanın artık et ve dokularını toplar, anatomi ve fizyoloji disiplinine uygun olarak yerli yerine yerleştirip her şeyi, damarları, derileri yüz hatlarını ilmek ilmek işler. Ve tabi biraz da kimya.. O büyük yaratma tutkusu nihayet meyvesini vermiştir ve Frankenstein’in “yaratığı” canlanmıştır. Yalnız o da ne? Yaratık kendine gelip ayaklandığında Frankenstein büyük bir yıkıma uğrar. Ne kadar da çirkin, tiksinti duyulacak bir yaratık olmuştur. Yaratma tutkusu ile en ufak bir estetik barındırmayan bu ucubeye hayat verdiğini farkedememiştir Frankenstein. Her ‘modern Tanrı’ kendi yaratığını yaratırken onu muazzam bir olay olarak görür. Kendi tutkusuna ve tutkusunun doğurduğuna meftun olmuştur. Tâ ki gerçek bir yüzleşme yaşayıncaya dek. 

 Yaratık ise gözlerini yeni açtığı dünyada hiçbir anlama sahip değildir. Bir bebek gibidir adeta ne işi vardır, ne ismi, ne de derdini anlatabileceği, konuşabileceği bir dili. Ne yapacağını bilmeyen yaratık, biraz korku ve biraz dehşetle Frankenstein’ın laboratuvarından kaçar. Kaçar kaçmasına ama onunla karşılaşan herkes bu ucubeye nefret, korku ve iğrenti ile bakar. Kimisi silahı ile vurmaya çabalıyor bu devasa iblisi, kimisi elindeki kazma kürekle yaralamaya çalışır. Yüksek böğürtüler halinde oradan oraya kaçar, savrulur adeta yaratık. Sonunda doğayı, ateşi, yemeği keşfeder. Daha sonra yaratığımız, gözlerden uzak bir kulübede yaşayan bir ailenin kullanılmayan bir ahırına sığınır ve orada yaşamaya bu aileyi gözetlemeye başlar. 2 yıl boyunca bu aileyi gözetleyerek önce yavaş yavaş kelimeleri, cümleleri öğrenir, daha sonra bu ailenin hazin hikayesine ortak olur. Tam da burada yazının başında koyduğumuz virgüle geri dönmek gerekiyor. Frankenstein’ın birçok uyarlamasının yapıldığını söylemiştik. Bu uyarlamaların birçoğunda yaratık, hiç konuşmayan, oradan oraya adeta bir canavar edasıyla korku salan bir varlık olarak işleniyor.(Bu detayı farketmemi sağlayan Nazife Şişman hocama çok teşekkür ederim.) Oysa kitapta Mary’nin işlediği yaratık bu değil. Yaratık konuşmak eylemi için: “Bu adeta ilahi bir ilimdi ve öğrenek için yanıp tutuşuyordum” diyor. Bu aileden konuşmayı ve kendini ifade etmeyi, daha sonra onların konuşmalarından mülkiyet dağılımı, servet, yoksulluk, mertebe, soyluluk gibi kavramları öğrendiği ve yaratılışını ve yaratıcısını sorguladığı bir süreç işleniyor. Modern zamanlarda Frankenstein’ın tüm sorgulamalardan uzak, bir canavar olarak sunulması da ince bir anlam barındırıyor olsa gerek. Modern insanın “yaratılmışların” sorgulama, konuşma, tefekkür ve tefakkuh etmesinin altı pek çizilmek istemiyor gibi. Belki de sormaya başlayınca “Ben kimim, yaratıcım kim, yaratılan üzerindeki tasarruf hakkı var mı, varsa bu hakkın sınırları nedir?” diye kontrol edilen değişimin, kontrolden çıkmasından korkuluyordur. 

O zaman keder... 

Alenin sevgi, hoşgörü ve fedakarlıklarına hayran olan yaratık gizli gizli onlara ev işlerinde yardımcı bile oluyor. İki yılın sonunda tek isteği vardır, artık kendileri ile rahatça konuşabileceği bu ailenin karşısına çıkıp, kendi hikayesini anlatmak ve onların bu güzide ailelerine dahil olmak. Onlar tarafından sevilmek ve biraz merhamet duyulmak. Yaratılmış her ne var alemde bunun için yaşar zaten; sevilmek için. Ama tahminlerimiz üzerine ilk karşılaşma anında çığlıklar kopuyor, evin hanımı korkudan bayılıyor, bunun üzerine evin erkeği yaratığı silahıyla vurup, yaralıyor. Tam da bundan sonra yaratık, Yaratıcısından intikam almak için yemin ediyor. Kendisini neden böyle çirkin yarattığı için. Daha doğrusu kendisini neden yarattığı için… Varlığını baştan aşağıya hüzün ve keder kıldığı için. Nankörlükten ve dışlanmaktan başka bir şey bulamadığı insanoğlundan öç almak için, yaratıcısının peşine düşüyor ve asıl hikaye böylece başlıyor. Kin ve nefret ile dolan Frankenstein’ın yaratığı yeryüzünde kan dökmeye, can almaya hem de Frankenstein’ın en yakınlarından başlıyor. Ve kendine yavaşça fısıldıyor: Şu dünyada ben de keder yaratabiliyorum.” İşte büyük keşmekeş. Her yaratılmış bir yaratma hevesinde kıvranır durur. 

Hikaye boyunca Frankensteın’ın geri dönüşü mümkün olmayan günahının pişmanlığını nasıl yaşadığını da sık sık görüyoruz... Bugün GDO’lu ürünlere yapılan en büyük eleştiri de sonuçlarının henüz netlik kazanmadığı, uzun vadede etkilerinin görüleceği yönünde. Yukarıda anlatılan hikayede, yaratık ile GDO’nun en temel benzerliklerinden biri de bu: Kendilerinden ve felaketlerinden kaçısın mümkün olmaması. 

Bir bakalım hayatımıza ve hadi biraz dürüst olalım! İktidar sahibi, kontrol sahibi, mutlak güç sahibi olmayı istemiyor muyuz hepimiz işimizde, evimizde, hatta trafikte bile. Bugün gıdalar için Frankensteinlık söz konusuysa da bu modern insanın yaşamının her alanında mevcut gibi gözüküyor. Hepimizin Tanrı’dan çalmak istediği bir rol var. Peki şimdi söyleyin sizin yarattığınız Frankenstein hangisi? İçinizdeki benlik mi, elinizdeki teknoloji mi? 

[email protected]