Medeniyet paradigması

Ali K. Metin / Şair, Yazar
12.08.2022

Batı medeniyeti, emperyal gücü ve mekanizmalarıyla bugün kendisini küresel düzeyde bir biyo-medeniyet haline getirmeyi başarmıştır. Huntington'un "medeniyetler çatışması" burada olsa olsa küçük bir komplikasyona işaret eder. Böyle bir çatışmayı "paradigmatik düzeyde" üretecek entelektüel vizyonu keşke ortaya koyabilsek. Ama vizyon yerine daha çok retorik üretmekle kalıyor, afili söylem ve eleştirilerin ötesine pek hani geçemiyoruz.


Medeniyet paradigması

Küreselleşmeye yönelik değerlendirmelerde, yerelleşmenin de süreç içinde önem kazandığına sıklıkla dikkat çekilmiştir. Her şeyin zıddıyla kaim olduğuna teyit edercesine küreselleşme ile yerelleşme arasında birbirini adeta çağıran ve/veya tetikleyen bir ilişkinin olduğunu tarihi gelişmelerden görebiliyoruz. Dünya hızla bir köye dönüşürken, "öteki"miz olan insanlarla karşılaşma ve ilişkilerimizin kazandığı yoğunluk karşısında ortaya çıkan endişe hali, "kendi" varlığımızın bir saygınlık ve güvenlik meselesi olarak ortaya çıkışında etkili olmuştur. Bir taraftan küreselleşme diğer taraftan modernleşme olarak yaşadığımız bu süreç, dini, milli, yerel kimlik ve değerlerin önem kazanmasına yol açarak kendi paradoksunu istemeye istemeye üretmiştir.

Modernleşmenin komplikasyonları

Bunun küreselleşmeye mahsus bir paradoks ve reaksiyon hali olmadığını uzunca bir süredir yaşadığımız tarihi tecrübelerden biliyoruz. Jakoben, tepeden inmeci modernleşme politikaları benzer gelişme ve çatışmaları ulusal düzeyde çokça körüklemiştir. Bilhassa Müslüman ülkelerdeki otoriter modernleşmeciliğin yol açtığı tramvalar ve komplikasyonlar, toplumsal mühendislik yaklaşımlarını epeyce gözden düşürmüş durumda. Canlı bir organizma olan toplumsal varlığın otoriter uygulamalarla yönetilmesi ve/veya şekillendirilmesi doğru olmadığı gibi gerçekçi de görünmüyor. İslam dünyasında sekülerleşme ve İslamileşme süreçlerinin neredeyse eşzamanlı bir şekilde yaşanması tesadüf olmayıp etki-tepki ilişkisi içinde anlaşılabilecek bir gerçekliktir.

İster doğal etkileşimlerle isterse zorlayıcı politikalarla olsun iki farklı dünyanın karşı karşıya gelmesi varoluşsal dinamikleri tetiklemekte. Reaksiyoner tepkiler bu süreci öze dönüş yönünde harekete geçirirken, dönüşüme yönelik çaba ve eğilimler de pekala söz konusu olabiliyor. Ulusal plandaki modernleşme süreçlerinde durum böyleyken, küreselleşme adını verdiğimiz süreçlerde de bundan pek farklı sayılmaz. Hatta siyasal boyutuyla bakıldığında küresel yapı ve oluşumların daha zorlayıcı bir veçheye sahip olduğu bile çok defa görülebiliyor. Ancak bizim buradaki sorunsallaştırma çabamızla siyasetin dışında, ideolojik ve kültürel dönüşümlere matuf bir çerçeve oluşturmak hedeflenmektedir. Daha açık bir deyişle, hakim medeniyet gerçekliği ve paradigması karşısındaki arayışların bazı olmazsa olmazlarına dair bir açıklığa kavuşmamız mesele edilmektedir.

Yeni dünyanın büyüsü

Mevcut dünya sistemi (Wallerstein'in ifadesiyle "dünya-sistem") ile hakim medeniyet olgusu/paradigması arasındaki illiyet ilişkileri hakkında yeterli bir kavrayışa sahip olmadığımız sürece, geliştireceğimiz eleştirel pozisyonların iğreti ve retorikle malul olacağını öncelikle fark etmek zorunluğundayız. Mevcut dünya sistemi, bütün dünyayı etkisi altına alan batılı medeniyet paradigmasının bir sonucudur. Neredeyse kaçınılmaz sonucudur da diyebiliriz. Helenist çağ, Rönesans, Reform, Aydınlanma gibi zihinsel, kültürel kodlarla birlikte Avrupa'nın iktisadi-sosyal gerçekliğinden boy veren batı medeniyeti, rasyonalitesi ve bilhassa insan doğasıyla kurduğu güçlü ilişkiler sayesinde adeta büyüleyici, evrensel bir güce sahip olmuştur. Weber, modernlik ve Aydınlama'yı "dünyanın büyüsünün bozulması" olarak tasvir ederken yeni dünyanın başka tarz bir büyüyle vaki olabileceğini belli ki hesaba katmamıştır.

Medeniyet içi dönüşümler

Aslında modern-yeni dünyanın bizi kuşatan ve kendisine ram eden büyük bir yanılsama veya saplantıyla devr-i daim ettiğini düşünmeye başlamamız halinde hakim medeniyet paradigmasında radikal bir gedik açmak mümkün. Dünya sistemini değiştirmekle medeniyet paradigmasının değiştirilmesi özü itibariyle birbirinden fersah fersah farklı şeyler. Gerçi dünya sistemine yönelik eleştiri ve memnuniyetsizliklerin zaman içinde medeniyet değişimine doğru evrilme ihtimali potansiyel anlamda yok denemez. Ancak hakim medeniyetin insan doğasıyla kurduğu ilişkinin gücünü ve kuşatıcı niteliğini asla küçümsememek gerekir. Dünya sistemine bir alternatif olarak çıkan Sovyet rejiminin yenilgisi de sanıyorum buna benzer bir küçümsemenin sonucudur. Önemli bir tecrübedir ama yazık ki hakim medeniyet paradigmasının dışına çıkmadığı hatta bu paradigmanın doğal tezahürlerinden biri olduğu için başarılı olamamışa benziyor. Başarılı olsaydı bile paradigmatik bir değişimin olmasını beklemek pek gerçekçi olmayacaktır. Batılı medeniyet paradigması kapitalizmi doğurmuştur ancak kapitalizm dışında da terakkiye ve hümanizme giden yolları bulabilir. Dünya sisteminin post-kapitalist bir sisteme doğru evrilmesi medeniyet paradigmasına mugayir bir gelişme diye görülemez. Aksine mevcut paradigma içinde bir rehabilitasyonun, iyileştirmenin yapılması anlamına gelir.

Dolayısıyla hakim medeniyet paradigmasının kapitalizme rağmen adaletçi, eşitlikçi, özgürlükçü saiklerle buluşabileceği, buradan dünya sisteminde radikal denebilecek dönüşümlere yol açabilme potansiyelini haiz olduğu teorik olarak kabul edilebilir. Sovyet başarısızlığına rağmen bu ihtimal hala ciddiyetini koruyor. Ne ki Batılı medeniyet paradigması, köklerindeki stoacı ve epikürcü unsurlara dahası Hristiyanlık tarihine dil çıkarırcasına "haz-refah-ilerleme" üçgeninde bir ontolojiye gark olmuştur. Kapitalizmin motor gücü olan bu üçgen ontolojik zemin, bugün batı medeniyetinin hinterlandındaki muhtelif dünya tahayyüllerini şekillendirmeye devam ediyor. Bu çerçevede radikal sol tahayyüllerle öne çıkan "Başka bir dünya mümkün" mottosunun, başka bir medeniyet tasavvuruyla yoğrulduğunu söylemeye imkan görünmemektedir. "Daha adil bir dünya"ya dair arzu ve hedefler ise bu meyanda alternatif bir medeniyet iddiasıyla kendisini göstermek bir tarafa bunun yakınından bile geçemeyecektir. Nitekim dünya sisteminin reel-politik koşulları içinde buna tevessül edilmesi bile sakıncalı, tehlikeli, irrasyonel şarlatanlıklar olarak damgalanmaya namzettir. Hakim medeniyet değerleri, her türlü sapmaya karşı küresel aklı ve hukuku işletecek kurumsal, ideolojik refleksleri üretmektedir.

Medeniyet kavramının bir asabiye meselesi haline getirilerek , reaksiyoner reflekslerle retorik bir malzeme haline getirilmesine aldanmamak zorundayız. Bugün İslam medeniyeti, Hint, Çin medeniyeti gibi başlıklar altında güya medeniyetçi bir asabiyeyi koruyabilir, geliştirebiliriz. Fakat bunların hiçbiri medeniyetin özüne ve idealizasyonuna dair bir bilinç değişimini içermeyebilir. Daha açıkçası, hakim batı medeniyetinin oluşturduğu var oluş tarzları ve idealleri içinde bunların yerel, folklorik çeşniler olarak devamlılığını sürdürmesi işten değildir. Yaşadığımız gerçeklik de zaten hemen hemen budur. Kendimiz kalarak modernleşmek, yabancılaşmadan muasır medeniyet dünyasının bir üyesi olmak dediğimiz şey esasen hakim medeniyet paradigmasının çatısı altında adeta kendi medeniyet kolonimizi oluşturmanın ifadesidir: Üst, hakim medeniyete bağlı bir alt medeniyet kolonisi içinde varlığını sürdürme çaresizliği.

Bunu tamamen negatif bir durum olarak söylüyor da değilim. Hangi asabiye veya reaksiyonun sonucu olursa olsun bunun bir hayatiyet ve saygınlık içerdiği tartışılmazdır. Ulusal düzeydeki reaksiyoner eğilim ve politikaların önemi, anlamı, aynı zamanda zaafları neyse burada da hemen hemen aynısını görüyoruz. O yüzden bugünün küresel dünyasında ulusal ölçekli politika ve alternatiflerin kadük kalması mukadderdir. Dünya sisteminin dışına çıkmaya veya sistemi dönüştürmeye yönelik çabalar yetmez. Her iki halde de hakim medeniyet paradigmasıyla şekillenmeye, "içerden" dünya tahayyülleri ve politikalar üretmeye devam edersiniz.

Paradigmayı değiştirmek

Alternatif hususiyetler içermesine rağmen, İslami hassasiyetlerin reel-politikanın güdümü altına girerek dünya sisteminin aktif veya edilgen bir unsuruna dönüşmesi elbette bir talihsizliktir. Fakat Sovyet yenilgisi neyse bunun da öylesine kaçınılmaz bir sonuç olduğunu/olacağını öngörecek bir kavrayış düzeyine erişmiş olmamız lazım. Retorik güzellemeler dışında hakim medeniyet paradigmasının dışına çıkacak bir sorgulamayı ve temellendirmeleri yapabilmiş değiliz. Batı medeniyetinin üzerinde yükseldiği entelektüel ve iktisadi, sosyal gelişmelere bakıldığında işimizin ne kadar olduğunu görebiliyoruz. Yolun çok çok başında sayılırız.

Tam bu noktada siyasetin işlevi ve getiri-götürü konusunda bir kafa karışıklığı yaşamamak da elde değil gibi görünüyor. İcracı reel-siyasetin oluşturduğu entelektüel olanakların bugün küçümsenmeyecek bir devinim ve birikim oluşturduğu söylenebilir. Ancak reel-politikaya fazlaca angaje olan bu gelişmelerin, bir taraftan radikal açılımlara ket vurmayla ilgili bir açmazı ürettiğini de görmek gerekiyor. Dünya sisteminin güçlü bir aktörü haline gelmek suretiyle küresel bir dönüşüme öncülük etme umut veya beklentisi, hakim medeniyet paradigmasıyla giderek daha derin bir ünsiyeti peydah etmektedir. İktisadi refahı ve maddi ilerlemeciliği dünya sisteminin merkezine koyan hakim paradigma ile baş etmek günden güne zorlaşıyor. Alışkanlık ve beklentilerimiz geriye dönülmez şekilde hazcı bir kültürle modifiye oluyor. Söz konusu paradigma, radikal alternatifler üretme olasılıklarımızı (potansiyelimizi) içten içe soğuruyor.

Foucoult'nun biyo-iktidar kavramından ödünçle söyleyecek olursak bugün içinde bulunduğumuz paradigmatik olguyu/çerçeveyi biyo-medeniyet olarak adlandırabiliriz. Batı medeniyeti, emperyal gücü ve mekanizmalarıyla bugün kendisini küresel düzeyde bir biyo-medeniyet haline getirmeyi başarmıştır. Huttington'un "medeniyetler çatışması" burada olsa olsa küçük bir komplikasyona işaret eder. Böyle bir çatışmayı "paradigmatik düzeyde" üretecek entelektüel vizyonu keşke ortaya koyabilsek. Ama vizyon yerine daha çok retorik üretmekle kalıyor, afili söylem ve eleştirilerin ötesine pek hani geçemiyoruz. Hayatın ve insanın anlamı/hakikati temelinde başka bir medeniyet gövdeleşmesi için elzem olan radikal düşünce iklimini oluşturacağımız umdelerden bile maalesef mahrum bir noktadayız. Hakim paradigmanın parametreleriyle düşünüyor, yaşıyoruz.

[email protected]