Medeniyet üşürse Paris’i yakar

Ercan Yıldırım / Yazar
8.12.2018

Medeniyet yani aktif güç olan Batı medeniyeti ve onun nişanesi kapitalizm ne 68’liler ne Seattle göstericileri ne de sarı yeleklilerle ciddi eleştiriye uğradı. Kapitalizme alternatif bir paradigma geliştirilemedi. Medeniyet donup buharlaşmamak için sürekli kendini yeniliyor.  Sarı yelekliler de 68’liler gibi sistemin rehabilitasyonunu sağlamaktan öteye gidemeyecek.


Medeniyet üşürse Paris’i yakar

Medeniyet kaynama noktasına yavaş yavaş geliyor. Belki de iki dünya savaşı arasındaki 30 yıllık hararete yaklaşamasak bile Soğuk Savaş başta olmak üzere sıcak çatışma dönemlerini aşan bir sürece adım attık. Küreselleşme ve neoliberalizm merkezli dünya sistemi doktrinleri çöktü; buna postmodernizmi eklemek erken olur. Küreselleşmenin kimlikleri silen, kültürleri ve toplumları bir örnekleştiren tavrına karşı postmodernizmin “hakikatin çoğulluğu” anlayışı yeni dönemin de işaret fişeğini ateşliyor aslında. 

Paradokslarla yürüyen ve kavîleşen bir dünya sisteminden bahsediyoruz; bir taraftan küreselleşme ve neoliberal siyasallık öğreti olarak toplumu, dayanışmayı, müşterek değerleri etkisizleştirirken yeni başlayan süreçte homojenleşen kültürler, devletler biten küreselleşme ve içe kapanan toplum yapıları özneyi öldürse de onun bilincini, dizginlenemez açlığını kısıtlayamıyor. 

Bugün dünya sistemi neoliberal siyasallığı, küreselleşmeyi sona erdirip yeni bir doktrine adım atmaya çalışırken kitlelerin arzularını haraç mezat ortaya dökmesine, gerçeğin o yalın halini “sergilemesi”ne müsaade ediyor. Vitrinin benlik kurucu fonksiyonunu kışkırtan kapitalizm sarı yeleklilerin yolunu vitrinlerden geçiriyor. 

Öznenin çelişkisi

Üzerinde bir aylık maaşından daha pahalı bir elbise taşıyan mankene “acil durumlar için mecburi” kıyafet olan fosforlu sarı yeleği giydiren işçinin arzusu, gerçeklik alanlarını çatıştırıyor haliyle. 

Kapitalist dünyanın, öznenin çelişkisi Fransa’daki sarı yelekliler eylemlerinde bir kez daha kendini ayan beyan ortaya seriyor; hedef vitrindekilere sahip olmak mı, vitrin kapitalizmini bertaraf etmek mi? 

Sıradan faşizme doğru 

Fransız entelektüelleri başta olmak üzere pek çok Avrupalı, moderniteyi yani medeniyeti doğuran Avrupa aklının, Avrupa insanının, yaşlı kıtanın Amerika ve Uzakdoğu gölgesinde kalmasına içerliyor. Öyle ki Avrupa’nın tekrar yükseleceği günler için başta AB olmak üzere çıkış yolu arayışına giriliyordu; buradan bir yol değil sadece “exit” çıktı. İngiltere’nin öncülüğünde AB projesinin çöküşü esasında küreselleşme ve neoliberalizmin kriziyle belirginleşmişti. 

Modern 30 yıl savaşlarında, faşizmi sistemleştiren Avrupa aklı Amerikan terbiyesiyle “demokrasi”lere açılıp mesela Habermas gibi isimlerle “radikal demokrasi” arayışına kadar evrilse de İslam, mülteci, yabancı karşıtlıklarını mihvere alarak liberal demokrasinin canını çıkartacak bir sürece de girdi. 

Enteresan olan şu ki, sarı yeleklilerin sosyal medya aracılığıyla belirginleşen 50’ye yakın talebinin arasında belli sayıya ulaştıktan sonra “halkın da” yasa teklifi vermesi bulunuyor. Avrupalı maaşlı ve düşük gelirlileri yönetime katılım talep ediyor. Kitlenin sağcı, ırkçı ağırlığını düşünürsek enikonu faşist dönemlerin lümpen tercihinin yeniden hortlaması için şartların oluşmaya başladığını görebiliriz.   

Zamanın ruhu Tarihin Sonu ile açıldı. 11 Eylül artık küresel şirketlerle ulus devlet mekanizmaları arasındaki karşıtlığın koyulaşacağını gösteriyordu. İlkin İngiltere akabinde Almanya “entegrasyon”un imkansızlığını dile getirdikten sonra neoliberalizm en ciddi krizine yakalandı; 2008 yılında mortgage skandalıyla başlayan iktisadi bunalımda Amerikan ulus devleti bankacılık sistemini çökertmemek için küresel şirketleri kurtardı.

Bütün yük elbette “maaşlı” orta ve alt sınıfların üzerine yüklenince ulus devlet vaziyeti kurtarmak adına “popülist” politikalara, kültür söylemine yöneldi. 

Küresel şirketlerin ve burjuvanın kazancı katlanıp sabit gelirlilerin, esnafın, zanaatkarın “elini taşın altına koyma” miktarı ve süresi uzadıkça bu sefer milliyetçi söylemler de yetersiz kalmaya başladı. 

Seattle olayları, Wall Street eylemleri görece daha milliyetçi talepleri içerirken, “mağripliler ayaklanması” ekonomik görünümü altında üzerlerindeki baskıya ses verirken sarı yelekliler artık “merkezi rahat bırakmayacakları”nı gösteren bir hareket olarak temayüz etti. 

Sarı yelekliler ne istiyor? 

Hemen burada sarı yeleklilerin iktisadi taleplerine bakmakta fayda var. Belki de onları sokaklara döken temel saik vergiler ve zam idi. Servet vergisinin kaldırılmasına karşın sarı yeleklilerin isteği zengin ve fakirin “eşit” vergilendirilmemesi yani büyüklerin çok küçüklerin az vergi vermesidir. Küçük esnafın korunması, sosyal güvenlik sisteminin herkesi kapsaması, sözleşmeli çalışan sisteminin kaldırılması, kemer sıkma politikalarının sona erdirilmesi, özelleştirmelerin durdurulması gibi taleplerin pek çoğu neoliberalizmin getirdiği ekonomi-politiğin konuları. Bu bir anlamda paradigma değişimi teklifi. Sarı yeleklilerin kitle altyapısı içinde örgütlü emek yok, sosyalistler yok ya da çok zayıf veya kişisel inisiyatifleriyle bulunuyor. 

Her ne kadar neoliberal doktrinin, küreselleşmenin getirdiği pratiklerin tamamını reddeden bir hareket olarak gözüküyorsa da Fransa’daki eylemciler “bireysel güvenlik alanı”nı garantileme, kapitalist merkezden daha çok pay alma iradesini öne çıkarıyor. Bu tam da dünya sisteminin işleyişine uygun bir politik atmosferi koyultma manasına gelir. 

Bakarsanız sarı yelekliler mültecilerin gönderilmesinden yana değiller aksine onların “entegrasyonu”, din, kültür dönüşümü için teklifte bulunup Fransa idaresini sıkıştıracak önerilerde bulunuyorlar. 

Zaten kapitalizm kriz yaşadığında, burjuvanın kazancını gözlerden saklamak için devlet gücünü kullanarak dindarlığı, milliyetçi refleksleri, kimlik siyasetini, elit karşıtlığını, başta din, etnik, göçmen düşmanlıklarını destekler. 

İki dünya savaşı arasındaki faşist yönetimlerin popülizmi lümpenizme yükseltip, özcülükleri kutsamasıyla ulusalcı damarlar kabartılmıştı. 

Sarı yeleklilerin Fransa mallarının Fransa’da kalması, sanayinin güçlendirilmesi gibi içe kapalı politikaları yücelten arzuları, güçlü devlet hülyasının sonucu. Bu güçlü kavramı gerileyen kıta Avrupası’nın ayağa kalkmasını da içeren bir “medeniyet ateşi”nin sonucu. Halihazırda aktif medeniyet olan Batı’nın Avrupa dışında akması “diriliş” özlemlerini artırıyor. Gerileyen Avrupa’nın kapitalist dünya sisteminde yeni oligopoller oluşurken söz sahibi olma, sağlam bağlantılar kurma iştiyakı kendini yine sistemin yenileyici çelişkilerinin tezahürüyle gerçekleşiyor. 

Anti-entelektüalizm  

Gelen haberlere göre Macron, burjuva ve bürokratların bazıları halka “tepeden bakıyor”muş, halk anlamaz tavrı Fransa’da da güçlendiği için sarı yelekliler buna tavır almaya başlamış. Bu da otomatikman kitleyi elit karşıtlığına yönlendirmiş. Zaten krizlerle başa çıkma yöntemlerinin ilk sırasına “düşman arama” sendromuna bağlı olarak elitleri yazabilirsiniz. Bunun önüne de antientelektüalizmi… Entelektüel faaliyetlere olan karşıtlık, entelektüel düşmanlığı bir tarafıyla sistemin tasfiyeci karakterini işlevsel kılar. 

Krizlerin temel nedeni kesinlikle zengini zenginleştiren fakiri daha da fakirleştiren kapitalist mekanizma yahut burjuva sınıfı olamaz; ulus devletler harici saiklerin yanında etnik-dini düşmanlıklara elitler, entelektüeller de eklenir. Aydınlar, akademisyenler, entelektüeller krizlerin, gidişattaki bozulmanın temel sebebidir. Buna benzer adımları Avrupa yine iki dünya savaşı arasındaki dönemde atmıştı. Lümpenlerden oluşan “birlikler” İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da paramiliter destek gücünün yanında meşruiyetin kaynağı bile olmuştu. 

Radikal demokrasi talebindeki değerlerin oturduğu kültürel atmosferle lümpen refleksleri arasındaki makas Avrupa’da gittikçe açılıyor. Entelektüel düşmanlığı, sisteme yönelemeyen eleştirinin, arzuları mağaza, otomobil yakarak ifadesinden öteye geçmemesi ile yakından ilgili. 

İşsizliği tembelliğe, az çalışmaya bağlayan Macron tarzı neoliberalizmin günde 12 saatten az çalışmayı tembellik görmesine, evin sadece otele indirgenmesine yönelen tepkisellikteki mesaj, merkez tarafından alınmış gibi görünüyor. 

Her türlü zorluğa direnecek millet yaratma fikri şimdilik Avrupa aklında karşılık buldu. Medeniyetin yeniden dirilişi, öznenin ölümünden sonra dayanıklı, iradeli, bilinçli yeni öznenin doğuşu ile mümkün olacak… En azından egemen yapı, yapay zeka ile dayanıklılık konusunda yarışabilecek, yeni savaşlara katlanabilecek yeni insan ve toplum inşasını önemsiyor. 

Dünya günümüzde siyasal ve iktisadi sorunların ötesinde hayata dair farklı problemlerle karşı karşıya… Gıda krizleri, tarımın kapitalistleşmesi, açlık, su kaynaklarının tükenme tehlikesi, çevre felaketleri, iklim değişiklikleri, obezite, gen teknolojisindeki yeniliklerin getirdiği ahlaki etkenler, terörizm, köktencilik, kült ve mesiyanik hareketlerin yükselmesi, post truth’un yeni relativizmle birleşip özcülüğü yüceltmesi, insan haklarının, özgürlüklerin ulusçuluğa yenilmesi, ticaret savaşları, yeni enerji kaynakları, yapay zekanın güçlenmesi, ailenin dağılması bireyi, toplumu, devletleri dönüştürüyor. Bu yeni süreç içinde devletler bir çıkış arıyor. Neoliberal siyasallık postmodern felsefe ve küreselleşme üçlüsünün açtığı dünya kapanmak üzere. Farklılıklar, çokkültürlülük, çoğulculuk, hoşgörü, farklılıklarla bir arada yaşama gibi tezler etrafındaki küresel homojenizasyon yerini devletler-toplumlar sistemine, ulus devlet heterojenliğine, bölgesel paktlara, ittifaklara bırakıyor. 

Neoliberalizme geçmeden önce dünya 68 deneyimi yaşadı. 2. Dünya Savaşı’nın akabinde hümanist bir varoluşçu zihin refah devlet politikalarının verdiği konforla “sistem karşıtı” yeni bir dünya tahayyülü geliştirdi. Fakat neoliberal doktrin ile birlikte bu “farklılıklar” sistemin merkezine alınarak buharlaştırıldı. 

Yeni doktrine doğru 

Neoliberalizme eleştiri dalgası geliştikçe krizlere eşlik eden gösteriler güçlendi. Bugün dünya çok farklı konuları tartışıyor; ekonomi-politik uluslararası dengeyi ve ortalamayı ararken küreselleşmenin toplu hareket mantığı yerini devletlerin bireysel yahut ikili-üçlü ortaklıklar, paktlar kurma doktrinine bırakıyor. Haliyle oligopoller için ciddi kavgalar veriliyor. Artık küresel ticaret mantığı yerini ticaret savaşları eşliğinde bölgesel ortaklıklara bırakıyor. Devletler arasındaki güç dengeleri, kamplaşmalar yeni sömürgecilik için fırsat alanları açıyor. 

Toplumlar arasındaki eşitsizlikler, tarihi derinlikler, potansiyel dinamikler, çatışmalar için fırsat kollanmasını getiriyor. Artık küresel anlaşmalar bitiyor, çevre, enerji, iklim, nükleer anlaşmalar ikili imzalara bırakılıyor. Korumacılık artıyor, yaptırıma uğramamak için müttefik arama, teknoloji üretme ve pazar bulma, kaynaklara, hammaddeye ulaşma, tedarik zincirini kurma, temiz su, sağlıklı gıda, sanayi için mineral arayışı küresel şirketlerin tekellerine mahkum olmadan tekil veya ortaklıklara dayalı oligopol ihtiyacını artırıyor. 

Savaşların artık konvansiyonelden ticaret kavgasına, terörizme, teknoloji üretmeye, pazar bulmaya, yapay zekada öne geçmeye, biyogenetikte liderliğe, robotik üretimde ve dijital ticarette pay kapmaya döndüğü dünyada kültür savaşında geride kalma korkusu da güçlendi. Popülizmi derinleştirecek özcü söylemler, içe kapanma, ulusu önceleme, küreselleşme sürecinde yutulma, başka toplumlarla benzeşme, kültürel birlikteliğin karakter kaybına yol açacağı endişeleri postneoliberal dönemin kodları arasına giriyor. Avrupa kimliğini ararken dünya sistemi yeni sürümünü de piyasaya sunmaya hazırlanıyor. Kavimler Göçü yepyeni bir dünya doğurmuştu, bugün göçmenlik üzerine bina edilen siyaset toplumları da devletleri de farklı bir yönelime itiyor. Paris’teki Bastille Baskını ile başlayan Fransız İhtilali dünyayı yeniledi, Hitler Eyfel önünde muzaffer komutan pozu verdikten sonra dünya sistemi, zihniyet dünyası altüst oldu. Medeniyet yani aktif güç olan Batı medeniyeti ve onun nişanesi kapitalizm ne 68’liler ne Seattle göstericileri ne de sarı yeleklilerle ciddi eleştiriye uğradı. Kapitalizme alternatif bir paradigma geliştirilemedi. Medeniyet donup buharlaşmamak için sürekli kendini yeniliyor.  68’liler de, sarı yelekliler de sistemin rehabilitasyonunu sağlamaktan öteye gidemiyor. 

Batı medeniyetine karşı barbar çıkışı bir tek “kapitalizme koşan göçmen”lerden geliyor; entegrasyona dünden razı kitlelerden! Baskıcı, tektipleştirici, sömürücü, insan varoluşunu aynen gen teknolojisi gibi değiştirip, genlerle oynayarak istenen karakterde, tipte, fiziki yapıda insan üretmeye kararlı medeniyetin karşısına dur diyecek insanlar, barbarlar dikilmiyor! 

Medeniyete muarız görüntüsü veren barbarlar konformizmin ılık sularında serinlerken medeniyeti doğuran Avrupa aklı dümene tekrar oturmak için Paris’i yakmaktan kaçınmıyor… 

@Ercnyldrm1