Medeniyet ve uygarlık arasında BİZ

Lütfi Bergen / Yazar
23.03.2013

Medeniyet, ahlâk ve ahkam endişesini yitiren bir toplumda Müslümanların sayısı ne derece kesif olursa olsun uygarlığa dönüşür. Bu bir mağlubiyet değil, İslam’ı toplumsal kaygılarla yaşamaktan vazgeçip birey dindarlığına dönüştürmek anlamını taşır. Medeniyet değiştirdiğimiz doğrudur, uygarlık şimdiki durumumuzdur.


Medeniyet ve uygarlık arasında BİZ

Ahmet Ağaoğlu, Azerbaycan’daki ismiyle Ahmet Bey Ağayev (1869-1939) “Üç Medeniyet” kitabında Batı medeniyetinin galip ve İslâm ile Buda- Brahman medeniyetlerinin mağlup durumda olduğundan bahseder. Kendisi bunu itiraf etmekten üzgündür ama gün gibi açık bir olayı inkâr etmek anlamsızdır. “Birçok bağımsız İslâm hükümetlerinden biri dahi bu yenilgiden kendini koruyamamıştır. İslâmiyet’in son sağlam kalesi olan Osmanlılık da perişan hale düşmüştür. Gerek Müslümanlar ve gerek sarı ırk çevresi, elbiselerinden ve evlerinin döşenmesi gibi hayatın maddi tecellilerinden başlayarak edebiyat ve müzik gibi manevi hususlara kadar Avrupa modellerini taklit etmektedirler.” Ağaoğlu’na göre Batı medeniyeti karşısında iki tavır gelişmiştir. Bir tarafta eskiyi, geleneği korumaya çalışan muhafazakârlık vardır; diğer tarafta ise Avrupa medeniyetini almak sayesinde varlığını devam ettirme şansını yakalayanlar. Ağaoğlu İslâm medeniyetine mensup olanların her gün tükenip gitmekte olmalarına karşılık Japonya gibi Batı medeniyetine vaktinde ve “tam olarak” yaklaşmış olanlar hayatlarını korumuş ve kuvvet- kudretlerini arttırmışlardır. Ağaoğlu, Avrupa medeniyetinin üstünlüğünü herkesin takdir ettiğini ancak bunu o medeniyetin yalnız bazı unsurlarına mesela bilim ve fennine bağlayarak başka taraflarından vazgeçtiklerini ifade ederek bu tavrı eleştirir. 

Uygarlık değiştirmek...

Bu ayrışmayı yapanlar medeniyetin ne olduğunu takdirden yoksun kalmış kimselerdir. Zira Ağaoğlu’nun anlayışına göre medeniyet bir bütündür, parçalanamaz. Süzgeçten geçirilemez. Galibiyet ve üstünlüğü kazanan onun bütünüdür. Avrupa medeniyeti başka medeniyetlere galebe çalmışsa, yalnız teknik ve fenni ile değil, bütünüyle bütün elemanlarıyla, bütün noksanları ve faziletleri ile çalmıştır. Şu halde bu sele karşı onu kısım kısım, parça parça almalar hiçbir netice vermez. Mesela Avrupa sanayini alıp endüstriyalizmden, sosyalizmden çekinmek mümkün değildir. Ağaoğlu’nun son hükmü şudur: “Medeniyet alanında mağlubiyetimiz kesindir. Galip medeniyeti benimsemek mecburiyetinden vazgeçilemez” (Ağaoğlu, 2013: 27). Ahmet Ağaoğlu’nun “uygarlık değiştirme”yi gerekli saymada tek başına olmadığını görüyoruz. Ziya Gökalp de tıpkı Ahmet Ağaoğlu gibi uygarlık değiştirmekten yanadır. Gökalp’e göre (hars) milli olduğu halde, (medeniyet) beynelmileldir. Hars, yalnız bir milletin dinî, ahlâkî, hukukî, muakelevî, bediî, iktisadî ve fennî hayatlarının ahenkdar bir mecmuasıdır. Medeniyetse, aynı (mamure)ye dahil birçok milletlerin içtimaî hayatlarının müşterek mecmuudur. Meselâ Avrupa ve Amerika mamuresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir (garp medeniyeti) vardır. Bu medeniyetin içinde biri birinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı ilh. mevcuttur (Gökalp,1990: 25). Gökalp’e göre Tanzimatçıların büyük hatası bize Şark medeniyetiyle Garb medeniyetinin terkibinden bir irfan halitası yapmalarıydı. İki türlü dar’t-tedris, iki türlü kanun, iki türlü vergi. Gökalp de tıpkı Ağaoğlu gibi Japonya örneğini verir ve onların din ile milliyetlerini muhafaza ederek Garp medeniyetine girdiklerini ve bu suretle Avrupalılara yetiştiklerini yazar (Gökalp,1990: 61). Gökalp, “Medeniyet, milletler arasında teknik ve ilim yani şekil birliğidir. Hars ise, milletlerin ruh, vicdan yani esas ayrılığıdır” diyerek medeniyetle kültürü birbirinden ayırarak önemli bir yanlış yapmıştır. 

Bilimin meşruiyet sorunu

Bu yanlış, medeniyet kavramının içeriğinin “Din-deyne” anlamından kopartılmasından ileri gelmektedir. Zaten Gökalp, “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim” şeklinde düstur koyarken bile dinin fıkhî olarak yaşanmasından bahsetmez ve medeniyetin dinle ilintisini hesaba katmaz. Dine göre Batı biliminin meşruiyetini sorgulamaz. Batı bilimine göre dinin nerede konumlanabileceğini araştırır. Onu teknik ve ilmî gelişmişlik, bir “kuvvet sıçrayışı” gibi algılar. Dolayısıyla barutu M.S. 140’lı yıllarda icat eden Çin’in bu materyali niçin Batı gibi başka kavimleri dize getirici bir silaha dönüştürmediğini sorgulamaz. Bu örnek dahi bilimin Batı’da farklı bir eşya kavrayışına sahip olduğunu göstermektedir. Needham, Çin’in organik bir dünya görüşüne sahip olduğunu ama Ortaçağ Avrupalıla≠rının bir ölçüde Çinlilerle birlikte paylaştıkları bu görüş yerine meka≠nistik, yani rastlantı nedeniyle bir araya toplanmış parçalara dayalı dünya görüşü yerleştirerek morfolojik Kozmos’u ortadan kaldırdığını, basit fizik yasalara borçlu evren kavramına geçildiğini ifade ediyordu (Needham, 1983: 61- 2). Ağaoğlu ve Gökalp Uzak Doğu’dan örnek verirken (Japonya) bilginin Batı’dan önce Doğu’da yüzyıllardır elde tutulduğu konusuna temas etmemişlerdi. İkinci olarak örnek verdikleri Japonya’yı da analiz etmemişlerdi. Japonya ile ilgili bir yazıda Japonya’nın Batılılaşma sürecinin aynı zamanda büyük bir kendine kapanma refleksini de kışkırttığını görüyoruz. Yazıda bu durum şöyle anlatılıyor: “Yalnızca 150 yıl önce Japonya dünyanın en soyutlanmış ülkelerinden biriydi. Soyutlanma mirası temel önemini korumaktadır. Japon toplumu çok özel bir tarihsel gelişim bağlamında anlaşılması gereken özel yönlerini geliştirmiş ve derin bir eşsizlik duygusu, ayrılık ve soyutlanma temel unsur haline gelmiştir (...) 1639’da Japonya yönetimi, Tokugava (Edo) Bakufu, Batı ile tüm teması fiilen kesti. Buradaki temel güdü, ticari temaslardan soyutlanmasının mümkün olmadığı artık netleşen Hıristiyanlığın potansiyel yıkıcı etkisinin dışında kalmak arzusuydu. Dış temaslar politik istikrara yönelik bir tehdit olarak görüldü. Daha önceki Hollanda, İngiltere, İspanya ve Portekiz ilişkilerinden, 200 yılı aşkın bir süre tek resmi Avrupa varlığı olarak kalan, Nagazaki’deki Deşima adasıyla sınırlı küçük bir Hollanda ticaret merkeziydi. Japon yurttaşların Avrupalılarla bireysel temasları kesildi ve Batı düşüncesini taşıyabilecek her türlü kitabın, sanat eserinin ithali yasaklandı. Japonların dışarıya seyahat etmeleri engellendi. Bu ‘inziva’ her zaman yetkililerin tam da arzuladığı gibi olmadı. Batının bilimsel gelişmelere ait bazı bilgileri Nagazaki’de üslenmiş ‘Hollandalı bilim adamları’ arasına sızdı. 1720 yılında yabancı kitap yasağı kalktı ve 18. yüzyılın sonlarında yabancı temsilcilerle bir dizi görüşme olunca inzivanın uzun zaman sürdürülemeyeceği anlaşıldı. Bu ihlallere karşın Japonya esasen, 200 yılı aşkın bir süre tamamen yalıtılmışlık içinde gelişti” (http://www.akintarih.com/yabancitarih/japonyavebati.htm). Bu bilgiler çerçevesinde düşünüldüğünde Osmanlı-Türkiye tarihinin Batılılaşma sürecini tersine çeviren hiçbir içe kapanma-soyutlanma fikri geliştirmediğini görüyoruz. Bayram Kaçmazoğlu’nun da ifade ettiği üzere Türkiye’de aydın hangi siyasi ve felsefi görüşe anlayışa sahip olursa olsun mutlaka Batı eğilimli, her koşulda Batıcıdır. Ülkemizde muhafazakârından modernistine kadar Batı yanlısı geniş bir aydın zümresi mevcuttur. Türk halkı; topyekun Batıcılara, bilimsel Batıcılara, zihniyet Batıcılarına, düzen Batıcılarına, teknik Batıcılarına, sokak, park, bahçe Batıcılarına tanıklık etmiş ve etmektedir (Kaçmazoğlu, 2012: 16).

Garplılaşmanın neresindeyiz?

Gerçi Ağaoğlu ile Gökalp arasında bir ayrım vardır. Ağaoğlu “Batı bütünüyle bizim hayatımızın bütününe galebe çalmıştır. Bundan dolayı kurtulmak, yaşamak, varlığımızı devam ettirmek istiyorsak hayatımızın bütünüyle -elbiselerimiz ve bazı müesseselerimizle değil- kafamız, kalbimiz, görüş tarzımız, zihniyetimiz ile de ona uymalıyız” fikrindedir ve “bütünüyle” Garplılaşmadan yanadır. Gökalp ise “Biz de Türklüğümüzü ve Müslümanlığımızı muhafaza etmek şartıyla Garp medeniyetine kati olarak giremez miyiz?” diye soracaktır. Burada ana mesele Batı’lılaşmanın ne kadar ya da hangi sınırda tutulacağı konusuydu. Medeniyet konusu ilim ve teknik kavramları çerçevesinde ele alınıyor ve uluslararası alana dahil sayılıyordu. Kültür ise milli olarak değerlendiriliyordu. Ancak ilim ve tekniğin de kültür olduğu düşünülmüyordu. Sanılanın aksine teknik, kültürden ayrı bir olgu değildir. Teknik toplumsal yaşamın ihtiyaçlarına göre işleyen akılsallığın bir yansımasıdır. Eşyayı toplumun bağlı olduğu medeniyete göre rasyonalize etmek tekniktir. Buna göre her toplumda medeniyet nüvesi üzere yaşayan Müslümanlar vardır. Hz. Nuh (as) içinde yaşadığı toplumun kültür ve tekniğine aidiyet içinde değildi. O bir medeniyet yolcusu idi. Bağlı olduğu medeniyet telakkisine uygun bir teknoloji üretti: Buharlı Gemi. Buna göre Nuh’un bir teknolojisi bulunmaktaydı ve bu teknoloji Nuh’un bağlı olduğu medeniyet zihnînin ürünü idi. Kültür de böyledir. İbrahim (as), Lut’un kavmini helak için gelen iki adama (aslında melektiler) yolcu oldukları için yemek ikram etti. Kültür burada da bağlı olunan medeniyet zihninin ürünü idi. Kültür ve teknik toplumların maddi alanda görülen, gün yüzüne çıkan akılcı fizik davranışlarıdır. Yola gidenin arkasından su dökmek kültürdür ve medeniyet zihninin bir yansımasıdır. Yoksa kültür ile teknik birbirinden bağımsız değildir. Medeniyet ise toplumların dini akideleri-amellerini ifade eder. 

Adem’den Kıyamet’e medeniyet 

Uygarlıklar medeniyetin bozuşmuş halleridir. Medeniyet mutlaka İslam ile ilintilidir. Uygarlık İslam dışı dini inançlarla tesis edilir. Medeniyet Âdem (as)’den gelerek Kıyamet’e dek sürecek Müslümanların toplumsal organizasyonunu ifade eder. Buna göre tek başına ümmet olan İbrahim (as) medeniyet kurmamıştır. Çünkü bir toplum oluşturamamıştır. İsa (as) bir medeniyet kurmamıştır. Ancak Musa (as) çölde birlikte olduğu İsrailoğulları ile medeniyet tesis etmiştir. Modern düşünce medeniyetin bir imar/tabiatı dize getirme meselesi olduğunu düşündüğü için çöldeki hayatı “medeniyet” saymamaktadır. Biz farklı düşünüyoruz. Bir medeniyetin ortaya çıkabilmesi için yüksek binalar, asfalt yollar, gelişmiş hastaneler, vs. gerekmemektedir. Medeniyet İslam dininin ilkeleri ile yaşamayı seçmiş bir toplumun varlığı ile ortaya çıkar. Bu toplum kendi kültür ve tekniğini üretir ve bunu başka kavimlere kabul ettirdiği zaman yeryüzünde ahlâk nizamı doğar. Medeniyetin sürekliliğinden de bahsedilemez. İslam bir toplumu medeniyet zihni ile harekete geçirdiğinde, ahkâmını uygulasınlar diye kendini bir topluma emanet ettiğinde ortaya bir nizam çıkar ve bu medeniyet kendi kültür ve tekniğini üretir. Buna göre medeniyet fıkhî bir temele ve kaygıya sahiptir; ahkamî nitelikler taşımaktadır. Aynı zamanda medeniyet “Müslüman bir toplum” olmanın gereğini azamî manada hayata geçirmiştir. Bu öyle bir gerçekliktir ki, Müslümanlar Mekke’de belli bir kalabalık teşkil etmekle beraber “toplum” olmamışlar ve Cum’a kılamamışlardır. Medine’yi “Medine” yapan hususiyet de budur. 

Medeniyet mağlup olur mu? 

Medine, Müslümanların İslam ahkamını topyekun birlikte yaşamak için hicret ettikleri Yesrib’de ortaya çıkmıştır. Yesrib’i Medine kılan hususiyet teknik üstünlük değildir. Müslümanlar Mekke’yi içinde Allah’ın evi olduğu halde terk etmişlerdi. Yine Müslümanlar Mekke’yi içinde malları, eşleri, akrabaları olduğu halde terk etmişlerdi. Ve yine Müslümanlar Arap Yarımadası’nın ticaret merkezini ve bir uygarlık merkezini terk etmişlerdi. Bu tıpkı Musa’nın (as) Firavun boğulduğu halde kavmini çöle götürmesi gibidir. Medeniyet, bir toplumun ahlâk ve ahkam ile yaşamak için inşasıdır, toplumsal dindarlık Medeniyettir. Uygarlık ise toplumun ahlâk ve ahkamdan kopuşuyla hareket bulur. Bu çerçevede Türkiye’de Batılılaşma macerası içinde medeniyet, uygarlık kavramının anlamı içinden algılanmıştır. Batı tekniğinin ilerleyişi uygarlığın kültürel tezahürü şeklinde değerlendirilmemiş ve “medeniyet” olarak düşünülmüştür. Ağaoğlu’nun “İslam medeniyeti mağlup oldu” sözü bu bilincin ürünüdür. Tarihten biliyoruz ki, medeniyet mağlup edilemez. Peygamberlerin kiminin toplum oluşturamadığı düşünülürse Medeniyet’in kesintisiz bir izlek olduğu iddia edilemeyecektir. Medeniyet tarihte her zaman Müslüman bir toplumun ortaya çıkışı ile hayata geçmiş bir toplumsal dindarlıktır. Bu toplumsal dindarlık yeryüzünde varlık bulduğunda Medeniyet mahalle, cami, bedesten (Müslüman pazarı), vakıf, medrese, ve kad’a sistemi ile kurumsal yapılarını inşa eder. Medeniyet, ahlâk ve ahkam endişesini yitiren bir toplumda Müslümanların sayısı ne derece kesif olursa olsun uygarlığa dönüşür. Bu bir mağlubiyet değil, İslam’ı toplumsal kaygılarla yaşamaktan vazgeçip birey dindarlığına dönüştürmek anlamını taşır. Medeniyet değiştirdiğimiz doğrudur, uygarlık şimdiki durumumuzdur. 

[email protected]

AĞAOĞLU Ahmet, Üç Medeniyet, Doğu Kitabevi, 2013

GÖKALP Ziya, Türkçülüğün Esasları, Haz: Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990

KAÇMAZOĞLU Bayram, Türk Sosyolojisinde Temalar- Doğu Batı Çatışması, Doğu Kitabevi, 2012

NEEDHAM Joseph, Doğunun Bilgisi Batının Bilimi, MAB Yayınları, 1983