‘Medeniyetler Çatışması’ tezine yeniden bakmak the West and the rest

Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay - Araştırmacı - Yazar
31.08.2013

Medeniyetlerin temelini dinler oluşturuyorsa; bu, çatışmanın medeniyetler arasında değil, dinler arasında vuku bulduğu iddiasını içerir. İkiz Kuleler olayının akabinde G.W. Bush’un “Haçlı Seferi” ilânı, bir dil sürçmesi değil, bastırılmışın geri dönüşünün real-politik tezahürüdür.


‘Medeniyetler Çatışması’ tezine yeniden bakmak the West and the rest

Mısır’daki ve Suriye’deki katliamlar karşısında Batı demokrasilerinin gösterdiği tutum, esasında,”the West and the rest”(Batı ve ötekiler) şeklinde formüle edilmiş olan kadim bir zihniyet kalıbının fiili tezahürü olarak nitelenebilir. Özellikle 1950’lerden beri “area studies” (gelişmekte olan bölgeler) yaftasıyla, siyasi coğrafya olarak, başta Kuzey Amerika gelmek üzere Batı dünyası, dünyanın geri kalan kısmına, o arada Ortadoğu ülkelerine, ekonomik, siyasi ve sosyal bakımdan “gelişmiş” sayılabilmek için kendilerinin model alınmasının adeta tek çıkar yol olduğunu empoze etmekteydiler. Bu ise, o ülkelerin kendinden başka bir hal almasını, nihayetinde çok daha geniş bir çerçevede medeniyet değiştirmesini istemekten başka bir şey değildi. Söz konusu isteğe Batı-dışı ülkelerin kendi yönetici elit sınıfları marifetiyle verdiği destek; ama aynı zamanda buna muhalif odaklarca gösterilen direnç, makro düzeyde bir medeniyetler çatışmasının çok önceden serpiştirilen tohumlarını yeşertmiştir. Bu doğrultuda tahlillere girişen Amerikalı siyaset bilimci Samuel P. Huntington’un tezleri, önce ideolojik olarak nitelenmiş; başta ekonomik çıkar çatışması gibi temel faktörleri ihmal eden bir siyasi saptırma muamelesine tâbi tutulmuştur. Objektif kalmaya çalışarak okunduğunda, Huntington’un dile getirdiği iddiaların sadece Batı dünyası açısından değil, Batı-dışı toplumlar için de bazı ipuçları sunduğu görülebilir. Bu yazıda Huntington’un “medeniyetler çatışması” etrafında geliştirdiği söz konusu ipuçlarını esas alarak; Ortadoğu’da yaşananların gerçekten de bir medeniyet meselesi olduğun ileri süreceğiz.                                                       

Medeniyetler mi dinler mi? 

Medeniyetler çatışması tezini Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bağımsız düşünemeyiz. Samuel P.Huntington  “The Clash of Civilizations?” başlıklı makalesini yazdığında(1993) Berlin Duvarı yıkılalı henüz dört yıl olmuştu. Bu süreyi Huntington, “dünya politikasının yeni bir aşamaya girdiğini” vurgulayarak; “bu yeni dünyada mücadelenin artık ideolojik ve ekonomik değil, kültürel olacağı” varsayımını ileri sürmekteydi. 

Huntington’un söz ettiği olasılık, esasen iki kutupluluğun kalkmış olduğu bir dünyada ulusların, grupların ve bireylerin yeni bir kimlik arayışlarının doğurabileceği sonuçların bir başka ifadesiydi. Hemen belirtmek gerekir ki, Huntington, güncel bir olguyu Carl Schmitt’in çok önceleri ileri sürdüğü ve politikayı son tahlilde bir dost-düşman çatışması olarak gördüğü eski bir çerçeveye yerleştirmiş olmaktaydı.

İkiz Kuleler olayı, Huntington’un varsayımının sınanması olarak yeniden bir tartışmaya vesile oldu. Olaydan hemen sonra ABD yetkililerinin yaptığı açıklamalar(başta başkan Bush’un “Haçlı Seferi” benzetmesi olmak üzere) ve ‘öteki’ medeniyetlerden olan insanların Amerika’da maruz kaldığı muameleler; Huntington’un söylediklerini daha ilk etapta haklı çıkarır gibi oldu. ABD’nin başlattığı geniş askeri harekâtın, bâriz şekilde bir imparatorluğu yeniden tanımlama girişimi olarak kendini sunduğu görüldü: Dostunu ve düşmanını kesin çizgilerle resmetmeyi ihmal etmeden ve maalesef Huntington’un tanımlamalarını somut hale getirerek. Şu farkla: Askeri harekâtla beraber baş gösteren real politik tutum, mütecanis bir medeniyet tanımı yapmamakta ve aramamaktadır. Bunun yerine, tanımlanmış bir ‘düşman’a karşı maddi bir medeniyet olarak global kapitalizme eklemlenmiş ve/ya eklemlenmek isteyen, son tahlilde ait olduğu ortak kültürel karakter ve fenomenlerden farklılığını o maddi medeniyet için daha işlevsel gören/gösteren “dost”ların varlığını esas almaktadır. Dolayısıyla, Huntington’un son tahlilde ‘din’e indirgediği meşruluğu zayıf bir çatışma veya politika anlayışı, real politik durumda daha geniş ve sağlam bir meşruluk anlayışıyla yer değiştirerek maddileştirilmiş oldu.

Huntington, medeniyetlerin çatışma olasılığını aralarındaki farkların (tarih, din, kültür, gelenek...) esaslı oluşuna bağlamıştı. Bu itibarla, dost-düşman ekseninde meydana gelecek bir çatışma, söz konusu farklılıkları kendi içinde bir “medeniyet” şemsiyesi altında bütünleştirerek, ‘öteki’ bütünleşmiş farklılıkların vücut verdiği medeniyete karşı konumlanmış olacaktı. Dünyanın göç hareketleri ve çeşitli temas alanları sayesinde çok küçülmüş olması ise medeniyetlerin birbirlerine karşı farklılıklarını kışkırtarak çatışma olasılığını güçlendirecekti. Bu iddiayı belki en çok globalleşmeden ‘kaybedenler’ benimsedi. ‘Kazananlar’, medeniyetler arası farklılıklardan çok, globalleşmenin kazançlarını azamîye çıkaracak maddi bir medeniyet inşasında kendi farklılıklarının yapabileceği katkılar veya çıkarabileceği engelleri önemsediler.

Medeniyet derken, belirli bir coğrafi alanda, belirli bir insan topluluğunun, maddi (dünyevi) ve maddi olmayan (manevi) alanları birbirleriyle irtibatlandırma kapasitesine sahip olarak zaman içinde birikimsel şekilde inşa ettiği toplumsal pratikler, değerler ve anlamlar (teknolojiden ikdisadiyata, bilimden sanata, inançtan sembolik ritüellere kadar) bütününü anlıyoruz. Bu anlamda, dünya, binlerce yıllık medeniyetlerin gelip geçmesine sahne olmuştur. Müteveffa sosyolog S.N.Eisenstadt, bu medeniyetlerin doğup geliştiği çağa, filozof Karl Jaspers’ten mülhem, ‘mihveri’ (axial) nitelemesini yapar. Temsilcilerini kadim Yahudilik ve Hıristiyanlık, Grekler, Zerdüşyen İran, Çin İmparatorluğu, Hinduizm ve Budizm, nihayet İslamiyet’in oluşturduğu o medeniyetlere de “mihveri medeniyetler” der. Görüldüğü gibi, bu medeniyetlerin temel harcında çoğunlukla dinler bulunmaktadır. Nitekim, anılan medeniyetleri yaptığımız tanıma uygun bir oluşum olarak ortaya çıkaran (yani maddi ile manevi olanı bir bütünlük içinde irtibatlandıran ve aktarılmasına imkân tanıyan) özellikle tek tanrılı dinlerin gördüğü işlevdir: Bu dinlerin inanç sistemleri olarak yayılması ve evrensellik kazanması, harcını meydana getirdikleri medeniyetlerin de yayılmasını beraberinde getirmiş; neticede aralarında vuku bulan dünyaya hâkim olma mücadelesi, o dinlerin politik mahiyetlerini ön plana çıkardığı gibi, medeniyetler arası ilişkileri de münhasıran politik bir mahiyete büründürmüştür.

O yüzden, zaman içinde mihver medeniyetlere vücut veren dinlerin elit sınıfları (Yahudi Bilgeler, Hindu Brahmanlar, Budist Sanghalar, İslamî Ulema) kendi medeniyetlerine özgü kolektif bilinç ve kimlik mimarları olduğu kadar, politik ‘ideologlar’ olarak da rol oynamışlardır. Zamanın medeniyetler arasındaki meselelerini söz konusu elit sınıflar müzakere eder, topluluğun geleceğini tayin eden kararlarda onlar etkili olurlardı. 

Her medeniyetin kendi elit sınıfının meşruluğunu sağlayan ve pekiştiren faktör, onların dünyevi olan ile manevi olan arasındaki bağlantıyı ve dengeyi sağlayabilme/koruyabilme yetenekleriydi. Bu, onlar için, âdeta bıçak sırtı bir dengeydi ve kendi medeniyetlerinin zaviyesinden neticede insanlık meselesi addedilirdi. Şüphesiz, her medeniyet için farklı bir “insanlık meselesi” söz konusu olduğundan; her bir medeniyetin elit sınıfı, kavramlaştırdığı bu meseleyi evrenselci bir anlayışla, diğer medeniyetlere kurtuluş reçetesi olarak empoze etme misyonuna da sahipti.

Burada uzun olan tarihsel arka planına giremeyeceğimiz sekülerleşme/dünyevileşme süreci (yani dünyevi-manevi dengesinin manevi aleyhine bozulması, ikisi arasındaki irtibatın koparılması) geleneksel elit sınıfların konumunu erozyona uğrattı; yerlerini giderek söz konusu sürecin gereksindiği politik elitler aldı. Başka bir deyişle, maddi (dünyevi) ile maddi olmayan (manevi) iki dünya arasında çekilmiş mihver üzerine oturan medeniyet mefhumu, dünyevi olana doğru eğim kazanmış, bir ucu boşta bırakılan bir noktaya kayarak, adına dünyevilikle eşanlamlı modernite denilen yeni medeniyet kolektiviteleri de o nokta etrafında toplanmıştır: Dünyanın anlaşılmasında ve şekillendirilmesinde akıl baş köşeye oturtulmuş, dolayısıyla toplumsal dünya akledilebilir bir şey olarak görülmeye başlamış; geleneksel tüm bağlarından kopmuş bir özerk insan tasavvuru hayata geçirilmiş;  nihayet dünyanın insan aklı ve yeteneği sayesinde denetlenebilir ve yönlendirilebilir inancı yerleştirilmiştir. 

Modernitenin sureti kapitalizm

Dinlerin kelime haznesinin tamamen insani/dünyevi lisana dayanak yapıldığı modernite denilen değişim, 17. asırdan itibaren, Eisenstadt’ın deyimiyle, “yeni bir medeniyet” olarak dünya sahnesindeki yerini aldı ve pekiştirdi. Modernite, bu süreçte kapitalizm suretinde maddi bir olgu olarak da tezahür etti, olgunlaştı, diğer medeniyetlere sirayet etti ve globalleşti.

Dünyanın içinde bulunduğu durum, yeni medeniyetimizin belkemiği olan kapitalizmin eseri iken; dünya toplumları için iki seçenek ortaya çıkmaktadır. Birincisi, medeniyetlerin üzerine oturmuş olduğu kaide olarak dinlerin, bu yeni medeniyet türü ile eklemlenerek ona meşruluk kazandırma aracı olarak ‘evrilmeleri’. İkincisi, sahici bir medeniyet arayışı yönünde yeniden hayat bulmaları. Batı birinci seçeneği sekülerleşme sürecinden geçerek gerçekleştirdi. Batı-dışı İslâm toplumları ise, sekülerleşme sürecine (medeniyet değiştirmemek, dolayısıyla benlik başkalaşmasına marûz kalmamak için) direnç göstererek yeniden hayat bulma mücadelesine girdiler. Ortadoğu-İslam coğrafyasında son zamanlarda vuku bulan olayların, özünde, bu eksen etrafında meydana gelip, geliştikleri aşikâr hale gelmiştir.

Medeniyetlerin temelini dinler oluşturuyorsa; buraya kadar sunduğumuz çerçevenin mantığı esasında çatışmanın medeniyetler arasında değil, dinler arasında vuku bulduğu gibi bir iddiayı içerir. İkiz Kuleler olayının akabinde başkan G.W. Bush’un “Haçlı Seferi” ilânı, bu açıdan, psikanalitik olarak bir dil sürçmesi değil, bastırılmışın geri dönüşünün real politik tezahürüdür. Tıpkı bugünlerde de olduğu gibi. O zaman, Batı’nın Ortadoğu-İslam toplumlarına hâlâ kibirle verdiği ‘nasîhata’ söylenecek olan şudur: “Dinimize dahleden bârî Müselmân olsa!”

[email protected]