Mega-kentte Ramazan nostaljisi

Nazife Şişman - Sosyolog - Yazar
3.08.2013

Davulcunun sesine katlanıp katlanmamak ne ideolojik bir tutuma hamledilebilir ne de laik/dindar kutuplaşması çerçevesine hapsedilebilir. Tam aksine bu meseleyi yeni teknoloji, kentsel yapı, gürültü kirliliği gibi çok daha nesnel çerçeveleri kullanarak sağduyulu bir noktadan ele almak gerekiyor.


Mega-kentte Ramazan nostaljisi

Bir kaç haftadır sabrediyorum. Her Ramazan “sakız orucu bozar mı?” gibi sorularla temcit pilavına dönen ve Ramazanın maneviyatını sulandıran koroya yeni bir ses ilave etmiş olur muyum endişesiyle.

Bir başka endişem daha var. Yeryüzü iftarları dindarlarla ateistleri ve liberalleri buluşturduğu için sevinen gençler bir tarafta. Taksim’e, Çamlıca’ya cami yapılması tartışmalarının kentte dindarların ihtiyaçları ile hiç alakası olmayan bir semboller savaşının konusu olması diğer tarafta...Velhasıl bu “hassas durum”, dinle uzaktan yakından alakalı bir uygulamayı gündeme getirirken yoğurdu üfleyerek yemek gibi bir itiyada sevk ediyor insanı. Bu uzun girizgahtan sonra belirteyim, mevzu Ramazan davulu. 

Özellikle son on yıldır, ama esasında Refah Partili belediyelerle birlikte şehirde Ramazanı görünür kılan bir takım uygulamalar sevinçle karşılandı. Sokak iftarları, çadırlarda Ramazan programları, fuarlar vb. Beş yıldızlı otel iftarları eleştirilse de Ramazan kültürünün şehre dahil oluşundan, eski ramazanlar nostaljisinin bazen de zorla diriltilmesinden oruç tutan tutmayan herkes memnun görünüyor. İşte bu memnuniyet yaygın bir durumken, yüksek yapılarla çevrili kent mekanında Ramazan davulunun ses kirliliği ile irtibatını kurmak, nesnel bir tespit olarak görülmeme riski taşıyor. Bir de buna mikrofon ayarı yapılmamış camilerden yükselen ve yüksek yapılara çarparak yankılandığından kulağı tırmalayan ezan sesini ilave ederseniz, mübarek günlerde “ezanı susturmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmek”le itham edilmeniz ihtimal dahilinde. 

Ama bu risk ve ihtimale rağmen ses ayarı ve yüksek binalar nedeniyle gürültü gibi algılanan ezanı da kulak çınlatan ve araba alarmlarını da devreye sokarak korku filmi efektine dönüşen Ramazan davulunu da eleştirmek gerekiyor.

Ah o eski Ramazanlar!

Tabii ki ah o eski Ramazanlar dediğimizde ilk akla gelenlerden biridir, maniler söyleyen davulcu: Besmeleyle çıktım yola /Selam verdim sağa sola /A benim ağalarım /Ramazanınız mübarek ola.Sofrada fakir olsun/Tabağı çukur olsun/Karnı doyduktan sonra/Duâyı okur olsun. Yüksek binalara çarparak çınlayan ve mekanik bir sese dönüşen davul sesini duyuyoruz, ama küçük yerleşim birimleri hariç babayiğit bir davulcu bu manileri okusa bile duymamızı, duysak bile anlamamızı imkansızlaştıran bir bina kalabalığı içinde yaşıyoruz. Ve günümüzde çoğu kimse bu manilerle ilgili hafızasını da esasında televizyon ekranından oturma odalarımıza dahil olan Ramazan programlarına borçlu. Bu ayrıca ele alınması gereken ironik bir durum. 

Eski Ramazanlar deyince belki de çocukluğun o mutlu ülkesine götürdüğü için bizi, çok daha mükemmelmiş gibi hatırlıyoruz her şeyi. Hatta bu geçmiş hayranlığı bazen bugün var olan başka güzel uygulamaları bile görmemizi engelliyor. Bu da ayrı bir konu. Ama okuduğu manileri sahuru bekleyenlerin kulağına hoş bir seda olarak ulaştırabilen bir davulcu kaldıysa eğer, hangi semtlerde görev yapıyor bilmek isterim. 

Ramazan davulunun nostaljisini yaparak sanki şu anda da o hoş sadayı aksettiriyormuşçasına davula ve davulcuya sahip çıkanların aksine, ben, kentteki yerleşimin yapısı sebebiyle Ramazan davuluna artık nostalji olarak bile yer olmadığını düşünüyorum. Hem işlevsel olmadığı hem de rahatsız edici olduğu için. Tabii bunu mega kent olan İstanbul bağlamında söylediğimin altını çizmeliyim. Küçük yerleşim birimleri, kasabalar, köyler için yerel ve folklorik bir unsur olarak ama aynı zamanda da işlevsel konumunu koruyarak bu uygulama devam ediyorsa eder zaten.  Benim itirazım, bu uygulamanın bütün olumsuzluğuna rağmen kültürel bir öğe, daha doğrusu nostaljik bir öğe olarak zorla yaşatılmaya çalışılması. 

Davulcunun sesine katlanıp katlanmamak ne ideolojik bir tutuma  hamledilebilir ne de laik/dindar kutuplaşması çerçevesine hapsedilebilir. Tam aksine bu meseleyi yeni teknoloji, kentsel yapı, gürültü kirliliği gibi çok daha nesnel çerçeveleri kullanarak sağduyulu bir noktadan ele almak gerekiyor. Yüksek sesli müzik yayını yapmak, apartmanların ya da otellerin alt katlarında hizmet veren düğün salonlarında davul çalarak eğlenmek, sokaklarda megafonlu gezici arabalarla satış yapmak... Belki bunların hepsi Ramazan davulu ile aynı kriterler çerçevesinde ele alınabilecek uygulamalar. 

Ama dinin uygulamalarının, tezahürlerinin, hatta kültürel yansımalarının kamusal alandan dışlanması ile malul bir cumhuriyet tarihimiz var. Bu sebeple Ramazan davulunun tartışılması, dini kamusal alandan ihraç etmek isteyen otoriter laikçilerle aynı noktaya düşme endişesine yol açıyor. Kültürün, bir nostalji öğesine, küresel kapitalizmin tüketici çeşitlemesine ihtiyaç duyduğu bir ortamda ideolojik bir kimliksel öğeye dönüşmesi sebebiyle Ramazanı bütün kültürel görüngüleriyle yaşatmak isteyenler ile Ramazan davuluna bile karşı çıkanlar şeklinde bir karşıtlık hakim oluyor vasata. 

Ne yazık ki bu endişeyi haklı kılan bir tarihsel arka plan var. İşte bu yüzden ortaya çıkan refleksler bizi geçmişe hapsederek günü anlamaktan uzaklaştırdığı gibi bu ve benzeri meseleleri de bir kutuplaşma mevzusu haline getiriyor. Saldırı/savunu sarmalında otomatik reaksiyoner tavırlar kemikleşiyor. İşte “ne olursa olsun kültürel bir tezahürü muhafaza etmek” böyle bir tarihsel zeminde cereyan ediyor.

Yeni bir hayat yeni bir dil

Diğer taraftan yeni hayat tarzı siyaseti çerçevesinde yeni bir dil ortaya çıkıyor. Gezi olayları bu dilin şiddetli ifadelerine sahne oldu. Herkesin “benim hayat tarzım” diye bağırdığı bir ortamdan çok daha demokratik bir döneme kapı açılacağını iddia eden sosyologlarımız oldu. Halbuki hayat tarzı siyaseti çoğu zaman ekonomik ve siyasal gerilimlerin üzerini örten bir işleve sahip. Mesela Avrupa’da yükselen ve kendisini örtü/peçe karşıtlığı üzerinden ifade eden İslamo-fobi, etiğe karşı estetik tercihinin demokratikleşmeye değil vandalizme, hatta faşizme alan açma potansiyelinin de bir göstergesi.

Bu sebeple Türkiye toplumunda da ayrıcalıklı kesimlerin “estetik incinme”  potansiyeli ve dindar kesimlerin de bunu mukabil peygamberimize hakaret ihtiva eden karikatüre karşı tavırda kendisini gösteren “dinimize hakaret ediliyor”hassasiyeti dikkate alındığında, protesto dilinin epikten estetiğe, ideolojiden hayat tarzına evrilmesinin sosyal medyanın kıyıcı dilinden de ivme alarak demokrasi kültürüne değil, tam aksine başkalarına kulağını tıkayıp “bağır, hatta küfret herkes duysun”da ifadesini bulan bir tepki tarzına geçit vereceği tahmin edilebilir. Zira siyasetin de ahlakın da bittiği yerde asıl meseleleri ikame eden hayat tarzı hassasiyeti ile birlikte, daha kırılgan ve alıngan, bu sebeple de daha bölücü, parçalayıcı toplumsal tepkiler ortaya çıkma ihtimali yüksek.

Buradan yola çıkılırsa, içki düzenlemesini içki yasağı olarak algılayan “endişeli laik” ile ramazan davulu düzenlemesini bir ibadet yasağı gibi algılayan “endişeli dindar”, esasında aynı gerilimli ortamın ürünü olan reflekslerle hareket ediyor denilebilir. Halbuki bizim bu refleksleri aşıp Ramazan davulunu basitçe kent ve ses kirliliği çerçevesinde, içki düzenlemesini de sağlık ve kamu düzeni çerçevesinde konuşabiliyor olmaya ihtiyacımız var. 

[email protected]