Mehmed Akif ve İslamcılık: Beka şairinden tehdit şairine

İsmail Küçükkılınç / Avukat
2.01.2021

Resmî vasfı “Millî Şair” olan, “Beka-adam”, “Beka şairi” neticede hicreti tercih etti. Bekası için kendini kaybettiği memlekete ise gömülmek üzere döndü ve üzerindeki şeklen de olsa resmî “Millî Şair” vasfına rağmen “millî” ve “resmî” alakadan mahrum bir vaziyette defnedildi.


Mehmed Akif ve İslamcılık: Beka şairinden tehdit şairine

Siyasî bir metin olduğu muhakkak olan Nutuk adlı eserinde Mustafa Kemal, söze başlarken “Millet ve memleketi Harb-i Umumî’ye sevk edenler kendi hayatları endişesine düşerek memleketten firar etmişler” diyerek millete, tarihe ve geleceğe bizce doğru olmayan bir kayıt düşüyordu. İTC ve İttihadçıları kötülemek için kullanılan bu sözün doğru olmadığını hem Talat Paşa’nın hem de Mustafa Kemal’in en yakınında bulunmuş isimlerden biri olan Celal Bayar ifade etmektedir. Bayar, yurtdışına gitmek istemeyen Talat Paşa ve Enver Paşa’yı Kara Kemal’in ayrı ayrı görerek onları yurtdışına gitmeye ikna ettiğini, hatta kandırdığını yazmaktadır. Mustafa Kemal de çok iyi bilirdi ki, ne Talat Paşa ne de Enver Paşa vatanı bırakıp kaçacak tıynette adamlar değillerdi. Ancak İstiklal Mahkemesi yargılamaları ve İttihadçıların bir kısmının haksız ve hazin bir şekilde idam edilerek tasfiyesinden sonra bu tür isnad ve ithamlarda bulunmak çok zor değildi.

İstiklal Mahkemesi’nin hâkim kılıklı komitacıları-tetikçileri de İttihadçıları yargılarken onlara isnad edilecek bir suç bulamadıkları için I. Dünya Harbi’ne giriş kararına dört elle sarılmışlardı.

Bugün Mustafa Aksakal ve Altay Cengizer başta olmak üzere pek çok ismin muhtelif ülkelerin birbirini teyit eden arşiv vesikalarına ve sair kaynaklara istinaden yapmış oldukları çalışmalarla da net ve kesin olarak ortaya çıkmıştır ki, Osmanlı Devleti’nin bu harbe girmekten başka çaresi yoktu.

Bugünkü sınırlarımız içinde bir millet ve devlet varsa bunu evvela Cenab-ı Hakk’a saniyen de İTC ve İttihadçılara borçluyuz.

Biz, milletin ve memleketin bekasını teminde Mehmed Âkif’in Edirne’den gençlik arkadaşı olan Talat Paşa’ya merkezî bir yer veriyoruz. Çünkü Talat, bekanın nasıl temin edileceğini anlamış ve mûcebince amel etmiş biridir.

Talat Paşa’yı milletin ve memleketin kurtarıcısı yapan olgu, başta 93 Harbi’ni bihakkın anlamış ve aklından hiç çıkarmamış olmasıydı. Bu harp ve devamında yakın akrabalarının gayretine vakıf olan Talat, hem dinledikleri hem okuduklarından esaslı bir ders çıkarmıştı. Çünkü o, bu harpte Bulgarların Müslüman kadın ve kızlara tecavüzde rekor kırdıklarını sadece İngiliz elçilik yetkililerinin yazışmalarından öğrenmemiş, bizzat mağdurlardan dinlemişti. O, dâhiliye nazırı olduğunda bilhassa Tuna muhacirlerinin neler yaşadığını devletin resmî kayıtlarından da araştırmıştı. Talat’ı en perişan eden şey, birçok kadın ve çocuğun kimsesiz olduğunu ve bunların “ehl-i ırz” ailelerin yanına yerleştirildiğini, muhacirlerin genelinin de kıyamet sahnesini andıran bu savaştan ancak “kılıç artığı” olarak kurtulduğunu ve ailesiz olduğunu görmesiydi.

Talat, Tuna’nın kaybının çok ağır bir şey olduğunun elbette farkındaydı ancak onu ölümcül bir sıtmaya duçar eden şey Balkan Harbi hezimeti idi. Artık ne Kırcali ne de Edirne elde kalmıştı. Talat, bir harp mağlubiyetinin sadece toprak kaybıyla neticelenmediğini, o toprakta sivil ve asırlardır meskûn nüfusun da yok edildiğini görmüştü. Ayrıca 93 Harbi ve Balkan Harbi, topraktan ziyade, nüfus kaybedilen iki savaştı. Bu iki harpte Müslüman kadınlara vaki yoğun tecavüzün hakikî sebebi, Müslüman nüfusun kaçmasını hızlandırma düşüncesiydi.

Talat, Balkan Harbi’nde Rumeli’nin beş asırdır sakini ve sahibi Türklerin hem de utanç duyulacak bir şekilde bilhassa Ege bölgesine göçünden sonra muhacirlerin ve onların bu perişan halini gören yerli Müslüman ahalinin hissiyatının kan dökmeye varmasını ustaca önlemiş ama gereğini de yapmıştır: Rumlar, burunları kanatılmadan göçürtülmeliydi. Talat’ın bu iş için seçtiği adam, 27 Mayısçı eşkıyanın bir kısmının “Kars ve Ardahan’ı Ruslara satmakla” ve “Pomak” kökenli olmakla itham ettiği Filibe muhaciri Celal Bayar idi. Her ne kadar Rumların çoğu, muhacirlerin ve onların halini gören yerli Müslim ahalinin öfkelerinin yol açtığı korku yüzünden kaçmışsa da yine de hatırı sayılır bir Rum nüfusun da İTC ve Bayar’ın tehdidi ile kaçtığı da tartışmasızdır. Gözünün önünde kızı, karısı tecavüze uğrayıp da hicret edecek kadar yaşamayı sineye çekenlerin, Rumeli’de büyük çiftliklere sahipken hicret ettiği yerde fakir komşusunun verdiği bir parça ekmekle karnını doyuran ağaların, beylerin intiharlarının ve bunların yerli ahalinin vicdanında meydana getirdiği acının hikâyeleri bilinmedi, anlatılmadı, yazılmadı ama Talat bunların hepsinden haberdardı. Bugüne bakarak geçmişi yargılayanlar, İttihadçıları zalimlik ve faşistlikle suçlayanlar, psikolojiyi ve ânı ıskalayan, empati yapamayan insanlardır.

Talat, genelde hep büyük devletlerle savaşıp onlara mağlup olup ancak içimizdeki bir unsura karşı toprak kaybettiğimizi de bilen biriydi. Kaybettiğimiz topraklar mağlup olduğumuz büyük bir devlete değil, içimizdeki bir unsuradır. Yunan, Sırp, Karadağ, Bulgar Prensliği bizi yendiği için bağımsız olmuş değildi. Balkan Harbi’nde toprak kaybettiğimiz unsurlar da bizden bağımsız olmuş devletlerdi.

Sabredin, sıra size gelecek

Talat, Balkan Savaşı’nda Bulgar ordusu saflarında Müslüman katliamı yaparken yaralanan Ermeni komitacıları sahra hastanelerinde ziyaret eden Bulgar kral ve kraliçesinin “sabredin, sıra size de gelecek, siz de bağımsız olacaksınız” dediklerini de biliyordu.

Talat, ittifak için hiç kimsenin yüzüne bakmadığı Osmanlı Devleti’nin bir büyük dünya savaşında yalnız kaldığı takdirde Ruslarla birlikte hareket edecek Ermenilerin Müslüman ahaliyi kese kese ilerleyeceğini, belki Şam’a kaçacak Müslüman nüfusun bile kalmayacağını da biliyordu.

Talat bir yerin ahalisinin çoğunluğunun Türk ve Müslüman olmasının o yerin Türklerden alınmasına mani olmadığını da görmüştü. Çünkü Batı Trakya kahir ekseriyeti Müslüman ve hatta etnik Türk olmasına, üstelik kaybından sonra bilahare savaşla da tekrar alınmış olmasına rağmen Osmanlı Devleti’ne çok görülmüştü. Tuna, Makedonya ve Batı Trakya, ahalisi Müslüman ve Türk olmadığı için elimizden alınmadı, Hıristiyan bir nüfusun yaşadığı yerlerin Türklerin elinde kalmaması gerektiği “Hıristiyan inancı ve ilkesi” yüzünden elimizden alındı. Rusya tamamı Müslüman ve Türk olan Türkistan devletlerini işgal ve ilhakı kendisine hak görürken, beş asırdır Türk ve İslam yurdu, ahalisinin asgarî yarısı da Müslüman olan Rumeli’de, Hıristiyanları kurtarmak adına savaş açıyor, büyük Avrupa devletleri de bir şekilde bu kararı destekliyordu.

Osmanlı Devleti’nin hele de Balkan Harbi hezimetinden sonra yüzüne bakılmadığı bir ortamda güç de olsa, geç de olsa Almanya’nın ittifak için ikna edilmesi Türk Milleti’nin ve memleketinin kurtuluş vesilesi olmuştur. İstanbul ve Boğazların “ilânihaye”[sonsuza kadar]veya istirdadı[geri alınması]çok zor bir şekilde elimizden çıkmasına yol açacak bir işgal vuku bulmadıysa bunda Goben[Yavuz]ve Breslau[Midilli]’nin katkısını inkâr edemeyiz.

Talat, milleti ve memleketi kurtarmak için kendini ateşe atmış bir fedakârlık timsalidir.

Talat’a Pomak veya Çingene diyerek hakaret eden insanlıktan bî-behre ve bî-nasip âdemler başta, Abdülhamid’i kutsallaştıran dindarlar, Ermeni Tehciri olmasaydı muhtemelen kökleri kazınmış olacak Kürtler, unutmamalıdırlar ki, bu topraklarda varlıklarını Allah’tan sonra İTC ve Talat reisliğindeki İttihadçılara borçludurlar.

Birinci Dünya Harbi’nde sureta mağlup olmuş olabiliriz ancak bu harbe girmeseydik kaybı muhakkak olan toprakları harbe girerek kurtardığımız gibi milletin helakine mani olduğumuz da bir hakikattir.

Sureta mağlup olmasak ve Talat yaşasaydı ne olurdu? Bunu da Hüseyin Cahit Yalçın söylesin: “[Talat]daima muhafazakâr ve ileri unsurlar arasında bir uzlaşma adımları ile yürüdü ve daha ziyade muhafazakâr ve oportünist bir politika takip etti. Çünkü Talat Paşa böyle idi. Vatan için hayatını feda etmek lüzumu ile karşılaşsa idi katiyen eminim ki, bu cezrî (radikal) hareketi memnuniyetle, tereddütsüz göze alırdı. Fakat siyasî hareketlerde onu radikal, cüretkâr ve çok ileri adımlara sevk etmek kabil değildi. Hükümet heyûlâsını devirmek için bir Babıâli baskını tertip edilmek lazım gelirse, Talat hiç tereddüt etmeden, tabancasını kapar ve bu tehlikeli isyan hareketinin önünde yürürdü. Fakat mesela, eski Arap harflerini atarak Latin harflerini kabul etmek mevzubahs olursa Talat bunu yapmak cesaretini göstermezdi. Kadınların çarşaflarını atarak yüzlerini açmak istenirse o bu hareketi ele almak cüretini gösteremezdi. Belki içinden bu yeniliklere tamamen taraftar değildi. Belki zamanın müsait olduğuna ihtimal vermiyordu. Kim bilir, belki o günlerde haklı olan Talat idi!”.

Hüseyin Cahit kısaca, Talat olsaydı kolay kolay hilafet kaldırılmaz, harf inkılâbı yapılmaz, Mehmed Akif Mısır’a kaçmaz, sinirlendiğinde yine Talat’ın yüzüne kapıyı çarparak çıkar, Talat da “Edirne’den tanıdığım aynı Akif, hiç değişmemiş” der; Akif, başı belaya giren bir sarıklıyı kurtarmak için yine Kara Kemal’i arar, Kara Kemal de “Akif biri için telefon açıyorsa o adam suçsuzdur” der, demek istiyor.

Naçizane yoğun İTC okumalarımız neticesi şu üç yargıya vasıl olduk: Birincisi Türk Milleti’nin ve memleketinin bekasında en fazla emeği, payı, katkısı olan isim Talat Paşa’dır; ikincisi İTC’nin en güçlü kanadı, hizbi, fraksiyonu İslamcılardır; üçüncüsü Talat Paşa’nın en mühim yardımcıları muhacirler bahusus Tuna muhacirleridir. Bunlar buraya fetihle iskân edilen Anadolu-Oğuz Türkleri ile Tatar Türkleri, Pomak Türkleri ve Çerkeslerdir.

Talat Paşa’nın İTC’nin tüm hiziplerinin hürmetini kazandığı muhakkak olmasına rağmen muhafazakâr-mütedeyyin camiada bu nokta ya görmezden gelinmekte ya da hoş karşılanmamaktadır. Mahir İz bile hoşlanmayanlardandır: “Zamanın ulemâ ve ricâlinden bazılarının Tal’ât Paşa hakkında büyük itimatları olduğu görülüyordu. Sonradan ben bunu Âkif Bey ve[Elmalılı]Hamdi Efendi merhumlarda da gördüm. Hele Hamdi Efendi’nin o ittikası[Allah korkusu] ile bu fikrini bir türlü bağdaştıramadım. Tal’ât Paşa’nın altın saatini nezaret odacısına rehin verip iki altın ödünç aldığını söylerler ve istikametine bu hadiseyi ve yaşayışını misal gösterirler”. Mahir İz bu anekdotu naklederek hiç şüphe yok ki dürüstçe bir tavır sergilemiştir ancak akabinde yazdığı satırlar, yaptığı yorumlar haksızlık ve insafsızlık, yer yer de bühtandır. Merhum Mahir İz’in, I. Meclis’teki İttihadçıların Mustafa Kemal’e karşı saltanatçı ve hilafetçi kesildiklerini, bu iki kurumu Mustafa Kemal’in değil de hakikatte İttihadçıların içini boşaltarak kukla haline getirerek kaldırdıklarını, İttihadçıların çoğunun mason veya mason muhibbi olduğunu, Mustafa Kemal’in bu locaları kapatmasının mühim bir hizmet olduğunu yazması, “Mustafa Kemal Paşa, Türk Ocaklarını kaldırarak, yerine getirdiği teşekküle ‘halkevi’ dedi. O ne güzel, ne millî isimdi; halkın evi idi” demesi ancak İttihadçı olarak kabul ve tavsif ettiği Hüseyin Avni Ulaş hakkında sitayişkâr[övücü] ifadeler kullanması ve “İttihat Terakki Teşkilatı, Millî Mücadele sırasında çok işe yaradı ve millî kurtuluşa büyük hizmeti oldu. Milliyetçiliğin ‘vatan’ mefhumuyla birleştiği noktalarda İttihatçılar büyük milliyetçi idiler. Millî kalkınma ve sanayide öncülük etmişler fakat millî kültürde Turancılığa kaçmışlardır” ifadelerini kullanması kendisinin sağlıklı bir tahlil ve terkip yapamadığına işaret eder gibidir.

Şimdi Türk Milleti’nin ve memleketinin bekasında İslamcılığın ve Mehmed Akif’in yerine ve bunun Cumhuriyet devrindeki yansımasına gelebiliriz.

Balkan Harbi ve neticesi

Bizim tezimiz, Türk Milleti’nin ve memleketinin bekasını teminde en mühim amilin Balkan Harbi ve neticesi olduğudur. Balkan Harbi ve hezimeti artık bir mağlubiyetin toprak kaybı ve insan kaybından ibaret olmadığını, milletin bekasını tehdit eder hale geldiğini, Anadolu’dan başka gidecek yer kalmadığını, şayet bu yer de elimizden giderse milletin mahv ve helakının muhakkak olduğunu göstermişti. İşte bu hayatî gerçeği bihakkın anlayan iki mühim isim vardı. Biri Talat Paşa, diğeri de Mehmed Âkif. Bu sebeple Türk Milleti’nin ve memleketinin bekasını teminde Talat ve Âkif en tepe noktada birlikte yer almaktadırlar.

Tarihimizde 93 Harbi dahil, Balkan Harbi kadar ağır bir travma ve hezimete tesadüf edilmemiştir. Ancak bekamızı teminde de yine Balkan Harbi gibi uyarıcı ve uyandırıcı başka bir travma olmamıştır. Balkan Harbi’nin ne manaya geldiği bihakkın anlaşılamadığı takdirde Talat gibi Âkif’in de Türk Milleti ve memleketi için ifade ettiği mana ve kıymet bihakkın anlaşılamaz. Âkif, İstiklal Marşı vesilesiyle “Millî Şair” olarak tavsif edilmektedir. Ancak Âkif, hakikatte “Beka şairi”dir ve bu “Millî Şair” olmaktan çok daha kıymetli ve hayatîdir. Bu tespit bizden evvel yapılmışsa elbette biz bunu sadece tekrar ediyoruz demektir. Safahat’ta en fazla kullanılan hayatî kelime ve mefhumlardan biridir beka. İstiklal Marşı olmasa da Hakkın Sesleri nam “muhalled eseriyle merhum, namını ibkaya muvaffak” olacaktı. Âkif, Balkan Harbi’ni, hezimetini ve neticesini en iyi idrak eden birkaç isimden biri olduğu için o, “Beka şairi” vasfıyla “şehidler, öksüzler ve muhacirler şairi” olmuştur. Manastırlı Hakkı Süha Gezgin, “Balkan Faciası karşısında Türk’ün acısını, tek başına kim haykırmış, bu ıstıraba kim dil vermişti?” diye sorarken, “Kendi evini, Rumeli’ni kaplıyan kan sellerinden kurtulmuş göçmenlere verip bir dostuna misafir olmuştu. …Evet O İslamcı, ben Türkçü idim… Onda en çok imrendiğim şey, kendini başkaları için harcayıştır… Ona ‘Molla’ diyenler, ‘Softa’ diyenler, İstanbul’da yangelir, müstevlilere[işgalcilere]boyun eğerken, Akif, ruhunun kılıcını çekmiş ve gaza meydanına atılmıştı”; “Balkan Savaşı’nın acısını torunlarımız, onun eserlerinde tadacaklar. Yıkılan ocaklarla, parçalanan kardeşlerimizin yasını ilk tutan o olmuştu. Urumellerinin yangınları onun mısralarında parladı, kanlı göç alayları onun hayalinden süzülerek yürekler yaralayıcı acılara büründü” diye yazarken aslında “beka adamı”, “beka şairi” tavsif ve kendi inancınca da takdis ediyordu. Kim olduğunu bilmediğimiz ancak kendisini Ressam müstearıyla kodlayan biri de “Hiçbir refah ve ikbal yağmasında ne kendisine hatta ne gölgesine şahit olmadık. O, kaybedilen topraklar için cisminden kopmuş bir kısım acısını duyarak feryad etti. Milli varlığa reva görülen hakareti şahsına ve mukaddesatına çarpılmış bir tokat gibi isyanla karşıladı. Kimseyi aldatmadı. Ağlayanlarla birlikte ağladı. Yemedi, yedirdi. Aldatmadı daima doğruyu öğretti” satırlarında Âkif’in kaybedilen topraklara dair feryadını gıpta edilecek netlik ve nefislikte kayda geçiriyordu.

Samimi feryatlar

Eşref Edib ise artık bizi lâl ü ebkem etmektedir: “En heyecanlı şiirleri ihtiva eden üçüncü safahat baştan başa…samimî feryadlarla doludur. O felaketlerin acılarını herkesten çok duyan büyük şair, bütün o faciaların matemini terennüm etmiş, gelecek nesillere o kanlı günlerin elîm hatıralarını nakletmiştir. Müstakbel asırlarda ahfadımız tarih kitaplarında Balkan facialarını okudukları, bu faciaları terennüm eden o devrin büyük millî şairini aradıkları zaman, hiç şüphe yok, üstadı bulacaklar ve o felaketlerin matemini ‘Hakkın Sesleri’nde okuyacaklar”. Keşke Eşref Edib’in iyimserliği tahakkuk edebilseydi, maalesef Balkan muhacirlerinin çoğu bilhassa da çocukları hicret ettikleri topraklar hakkında genel kültür bilgisine dahi sahip değiller. Âkif “Alev saçaklara sarmış…Yerinde yok Rumeli!” feryadını haykırırken aslında gelecek nesillere mesaj veriyordu. O mesaj maalesef tersinden alınmış ki el’an hazin bir manzara ile karşı karşıyayız.

Beka meselemizi bihakkın takdir için Balkan Harbi yanında İTC ve İttihadçılığın da layık-ı veçhile anlaşılması gerekmektedir. Mehmed Âkif’in “tahlifli” bir İttihadçı olduğu, İTC’nin İstanbul Şubesi’nin Fatin Gökmen ve Hüseyin Kazım Kadri gibi İslamcıların idaresinde veya hâkimiyetinde olduğu dikkate hatta merkeze alınmadan birçok husus tavazzuh etmez. Bu sebepledir ki, beka mücadelesinin tescili mahiyetindeki 1919-22 devresinin ilam hükmündeki iki mühim vesikası işte 1908’de Meşrutiyet ilan edildiğinde İTC’nin İstanbul Şubesi’nin mühim isimlerden olan Hüseyin Kazım Kadri ile ona iştirak eden Mehmed Akif’e aitti. Misak-ı Millî’yi Hüseyin Kazım Kadri, İstiklal Marşı’nı da Mehmed Âkif kaleme almıştı. Bu iki ismin mümeyyiz değilse bile mütebariz bir vasfı da vaiz ve Kur’an meali hazırlamış oluşlarıdır. Hüseyin Kazım Kadri, vali bulunduğu Selanik’in camilerinde vaaz vermiş, Nuru’l-Beyan isimli meali hazırlamıştır. Âkif’in Safahat’ta da uzun uzun konuşturduğu nadir isimlerden biridir Hüseyin Kazım Kadri.

İTC ve İttihadçılık, bilinenin aksine en güçlü kanadını İslamcıların teşkil ettiği bir hareket ve cemiyet idi.

Aklı başında, ciddî hiç kimse Akif’in İslamcılığından, hatta İttihadçılığından şüphe duymaz. İslamcılığı en iyi izah edenlerin başında Âkif’in yakınlarından olan Nevzad Ayasbeyoğlu gelmektedir. Âkif’le son günlerinde mülakat yapan ve onun verdiği malumatı Eşref Edib’in Mehmed Âkif unvanlı muhalled eserinde yayınlayan Ayasbeyoğlu, İslamcılığı, “Müslümanlıktan uzaklaşmaya karşı doğan canlı bir hareket” olarak tarif etmektedir. Mezbur, Âkif’e din ve milliyet hakkındaki son görüşlerini de sormuş, “yazılarımdaki esaslarda bir değişiklik olmamıştır” cevabını almıştır.

Çöküşe çare arıyor

Âkif, İslamcılık ile inhitata[çöküşe]çare arıyor, ittihad ve intibah[uyanış] için çırpınıyordu. Âkif’in en koyu Türkçü-milliyetçilerde dahi çok kolay rastlanmayacak vatan ve millet aşkının esası onun İslamcılık telakkisinin esarete, mahkûmiyete, emperyalizme, İslam topraklarının sömürülmesine karşı aldığı şedit cephe idi. Tüm literatürün kabul ettiği üzere İslamcılığın mühim unsurlarından biri de İttihad-ı İslam’dır. Ancak İttihad-ı İslam yakın vadede mümkün değilse yapılması gereken şey mevzî-bölgesel mücadele ve mukavemettir. Âkif, hem İttihad-ı İslam’ın tesisi hem de her bir İslam toprağının esaret ve mahkûmiyetten kurtarılması ama en çok da Anadolu topraklarının bekası için cidal ve cihad etmiştir. Âkif’in hayatında taassub ve ifrat ile ilgili tek tenakuzu vatan ve millet muhabbetinde gösterdiği taassub ve ifrat idi. Tesamuh[hoşgörü] bilmediği yegâne şey inancına, vatanına ve milletine vaki taarruz idi. Âkif nazarında memleket de millet de İslam ile aşılanmış, mayalanmıştı ve bunu yok etmeye, kıymetten düşürmeye kimse cesaret gösteremezdi. Bu sebeple “geçmişlerinin vatan hesabına on parası geçmemiş ve bir damla kanı dökülmemiş ve ağzını memleketin temiz kan damarlarından birine yamayarak emmekte bulunmuş olan serseri tufeyliler yok mu, işte en sevmediğim bunlardır” demiştir.

Âkif, Balkan Harbi’ni, Cihan Harbi’ni, Çanakkale Harbi’ni en iyi anlayan, idrak eden şair hatta birkaç isimden biri olduğu için İstiklal Marşı’nı yazabilmiştir. Âkif’in İstiklal Marşı’nda yazıp da Balkan Harbi felaket ve fecaatini dile getirdiği şiirlerinde yer almayan hiçbirşey yoktur. Mesela “medeniyet” aleyhinde Balkan Harbi şiirlerinde çok daha sert tabir ve ifadeler vardır.

Tefrikanın kötülüğü

Âkif’in 1920 başında Balıkesir’de ve yılın sonuna doğru Kastamonu ve kazalarında verdiği vaazlarında iki şey öne çıkar: Tefrikanın kötülüğü ve birlik olmanın lüzumu ile Rumeli’nin kaybı ve artık gidecek başka bir yerimizin olmadığı: “Ey cemaat-i müslimîn! Ağyâr eline geçen Müslüman yurtlarının hali bizim için en müessir bir levha-i ibrettir. İslam’ın son mültecası[sığınağı]olan bu güzel toprakları düşman istilası altında bırakmayalım. Ye’si, meskeneti, ihtirası, tefrikayı büsbütün atarak azme, mücahedeye, vahdete sarılalım”. Sezai Karakoç da Mehmed Âkif adlı eserinde çarpıcı bir tespitte bulunmakta ve “Safahat, bir bakıma, Türk tarihinin en acıklı günlerinin yaşanmış bir destanı, yas yapraklarıdır” demektedir.

Çok iyi biliyoruz ki, Âkif, Balkan Harbi’ni konu alan şiirlerinde olduğu gibi bu harp esnasında İstanbul’da Selatin camilerde verdiği vaazlarda da aynı şeye vurgu yapmıştır. Bu sebeple Âkif, bizim tezimize göre esas beka mücadelesi olan 1913-1918 kesitinde de beka mücadelesinin tescili olan 1919-1922 kesitinde de en tepede yer alan yegâne şair ve birkaç mühim isim ve fikir adamından biridir. Bir bütün olarak düşünüldüğünde bir hayranının ifadesiyle “tarihimiz bize Mehmed Âkif kadar evladını yurdu için ayaklandıran bir şair ismi vermiyor”. Birilerinin işine gelmese ve unutturulmaya çalışılsa da Âkif bunları yaparken “İslamcı bir Müslüman”dır.

Beka mücadelesi, milletin, onun üzerinde hayatını idame ettireceği bir toprak parçasının ve değerlerinin varlığını temin etme mücadelesidir. Âkif, milletin bekasının onun değer hükümlerinin de bekası manasına geldiğini çok iyi bilmektedir. Hatta kendisinin kimi kesimlerce –haşa- Cenab-ı Hakk’a isyan gibi yorumlanıp tanıtılmaya ve menfî bir propagandaya alet edilmek istenen şiirlerinde yaptığı tazarru, yeryüzünde Cenab-ı Hakk’ın ve İslam’ın isminin silinmemesi, mabedlerin, minarelerin yıkılıp yakılmamasıdır. Osmanlı Türkleri, İslam’ın son kalesidir ve bu kalenin düşmesi tüm İslam dünyasının ve Müslümanların bîkes ve bîçare kalmasına yol açabilecektir.

Âkif’in “Millî Şair” değil, hakikatte “Beka şairi” iken bir “Tehdit şairi” halinde görülüşü hayli hazindir ve ciddî tetkikleri hak etmektedir.

Türk Milleti’nin ve memleketinin bekasında en büyük hisseye sahip birkaç isimden biri olan Mehmed Âkif’in bekasını temin için çırpındığı memleketinden 11 sene cüda[ayrı]kalışı hem hazindir hem de merhumun zihniyet ve telakkisiyle alakalıdır. Merhum bekayı, inançtan ayrı mütalaa etmemekteyse de bir nifak hadisesine de sebebiyet vermek istememiştir. Sezai Karakoç’un şu cümleleri aslında her şeyi net ve vazıh şekilde izah etmektedir: “Savaş kazanıldı ve Anadolu kurtarıldı. Savaş başlayıncaya kadar ortalığı sesleriyle dolduran batıcılar olduğu halde, savaş içinde, ateş hattında hep İslamcılar konuştu; tek aksiyon onlarındı. Ama savaş bitince yani devletin alacağı biçim ve yeni Türk toplumuna verilecek şekil sözkonusu olunca, yine ortaya dökülen ve liderleri çevreleyen batıcılar oldu ve devrimlere karakterini onlar verdi”.

Malumdur ki, İstiklal Mahkemesi hâkimleri esasen komitacılığı silahla değil “mahkeme hükmü” ile yapan kullanışlı şahıslardı. İstiklal Mahkemelerinin harcayamayacağı hiç ama hiçbir isim yoktu, buna Âkif de dâhil. Elazığ’daki Şark İstiklal Mahkemesi’nde yaşananlar buna delil değilse bile kuvvetli bir emaredir. Türk Ocağı’nı nobranlığına, küstahlığına, terbiyesizliğine alet eden bir mahkeme üyesi, sanık Eşref Edib’e “Rumeli elimizden gittiği vakit Mehmed Âkif’in tek bir yazısını göremezsiniz” şeklinde alçakça bir ifade kullanır. Eşref Edib, idam tehdidi altında olsa da net ve sert bir cevap verir: “Büyük bir hataya düştünüz. Çok yanılıyorsunuz. Rumeli elden giderken en çok yazı yazan Mehmed Âkif olmuştur. Balkan faciasını en etkili, en tesirli surette tasvir ve tesbit eden, bütün memlekete duyuran Âkif Bey’dir. O zaman yazdığı şiirler ayrıca bir kitap halinde neşrolunmuştur. Safahat’ın üçüncü kitabı: ‘Hakkın Sesleri’…Bütün Ocakcılar/Türkçüler bunu bilir zannederim”. Oysa Âkif hakkında söylenecek en söz bu olabilirdi.

Türk hayatından levhalar

Hasan Basri Çantay’ın Hakkın Sesleri’nde yer alan şiirlerle ilgili yazdıkları da şöyledir: “Âkif’in tasvir ettiği şu acıklı sahneler Balkan harbinin çok feci’ vakıaları idi ki onları Türkiye’de üstadımızdan başka bir şairimiz yazmamıştır. Eğer o da yazmamış olsaydı kara günlerimizin o matemli hatıraları yalnız şehidlerimizin sine-i masumunda gömülüp kalacak, kim bilir belki unutulacak idi”. Bir insaf ehli olan İsmail Habib Sevük de, Mehmed Emin Yurdakul ile Âkif’i mukayese ederken şunları yazmıştır: “ ‘Türk şairiyim’ diyenin şi’rinde Türk hayatından levhalar yok; ‘Din şairiyim’ diyen Safahat nâzımında ise bunlar bol bol ve kucak kucak var”.

Zabıtların tetkikinden İstiklal Mahkemelerinde vatan hainliği veya buna mümasil suçlarla yargılanan mevkuf ve maznunlara itham ve isnad mevzuu olan cürüm ile suret-i kat’iyyede en ufak bir münasebeti olmayan mebzul miktarda sual tevcih edildiği malum bir hakikat olduğundan Mehmed Âkif’in de muhtemel bir muhakemede böyle arsız ve hayâsız sual, itab ve ifadelere muhatap olacağı muhakkaktı.

Yeni rejimde artık bir hayat görüşü olarak hayata yön verecek umdelerin tespitinde esas ve miyar olarak İslam’ın istinatgâh olması mevzubahis değildi. İslam’ın modern çağda da Müslümanların hayatına yön verecek umdelerin menbaı[kaynağı]olacağını müdafaa eden İslamcılık telakkisinin değil sesini çıkarması, varlığını hissettirmesi bile memnu[yasak] hatta muhal[imkansız] hale gelmişti. Osmanlı Meşrutiyet İslamcılığının sözcüsü vasfını haiz Âkif’in bir telakki mücadelesine girmesi ister istemez bir rejim tartışmasına ve nihayetinde sosyal buhrana yol açacaktı. Kaldı ki “Millî Şair”, resmî takip ve tarassuda da tabi idi. Resmî vasfı “Millî Şair” olan, “Beka-adam”, “Beka Şairi” neticede hicreti tercih etti. Bekası için kendini kaybettiği memlekete ise gömülmek üzere döndü ve üzerindeki şeklen de olsa resmî “Millî Şair” vasfına rağmen “millî” ve “resmî” alakadan mahrum bir vaziyette defnedildi. Hakikî “makberi toprak değil gönüller” olan merhumun cenaze merasiminden esirgenen resmî alaka, “onu, son vazifesine koşan bir gençlik kütlesinin hararetli kadirşinaslığından mahrum etmek isteyen bir inat ve ısrar” haline bürünerek cenazeyi mezarlığa otomobille götürmek ve cenazeye iştirak eden bazı isimleri soruşturmak için devreye girdi.

Tek-Parti dönemi ile alakalı yaptığımız çalışmalarda ve gazete taramalarında İslamcılık bir telakki olarak değil, bir mefhum olarak da tehlikeli ve tehdit edici bulunmuş ve nisyana tevdi edilmiştir. Ta ki Âkif’in vefatına kadar. Namık Kemal ile ilgili birkaç kitapçık ve ondan bahseden çok az eser sayılmazsa İslamcılık, Tek-Parti devrinde birkaç istisna haricinde sadece Âkif sebebiyle basında ve kitaplarda yer almıştır. Muhtelif kişilerce muhtelif zaman ve yayınlarda yazılan bu yazıların hepsi de pejoratif manada değildir. Koyu bir pozitivist telakkinin hâkim olduğu ve dinin artık miadının dolduğuna inanıldığı bu devrede İslam’ı hayat nizamı olarak telakki ve bu telakkinin tatbiki olarak tarif edeceğimiz İslamcılığın hem de tahkir ve tezyif edilmeden telaffuz edilmesi Âkif sayesinde olmuştur. Âkif’in vefatını müteakip sarf edilen İslamcılık lafzı, 1925-1946 arası basında geçen toplam İslamcılık lafzından daha fazla gibi görünmektedir.

İslamcılığın bu topraklarda çok güçlü bir damara sahip olduğu, baskılansa, yok farz edilse, köklense bile her zaman ışkın vereceğinin en müşahhas misali Âkif’tir. Yine o dönemle ilgili yaptığımız okuma ve taramalarda tesadüf ettiğimiz bir gerçek de Âkif’e yapılmaya çalışılan hakaret ve tecavüzlerin İslamî bir canlanışa, silkinişe ve muvakkat ve mevzî de olsa iradî bir mukavemete yol açtığıdır. Bu sebeple 1925-1936 arası Âkif’in nisyan terk edilmesi, yok farz edilmesi işe yaramamış, birkaç küstahın kopardığı yaygara, bir Âkif müdafaasını, hatta İslamcılık lafzının telaffuzunu ve istimalini intaç etmiştir.

[email protected]