Mehmet Niyazi Özdemir: Çok ileriye gideceğiz

Prof. Dr. Edibe Sözen / Hasan Kalyoncu Üni. Rektör Yardımcısı
16.06.2018

Özellikle beşeri bilimler ve hukuk alanında öğrenim gören gençlerin, üniversitelerdeki müfredattan daha fazlasını öğrendikleri sohbetlerde, Mehmet Niyazi onlar için adeta bir sivil akademisyendi.


Mehmet Niyazi Özdemir: Çok ileriye gideceğiz

Geçtiğimiz Mayıs ayında ebediyete uğurladığımız-mekanı cennet olsun- Mehmet Niyazi Özdemir’i, düşünce geleneğimizin caddesi, Osmanlı Dönemi’nin protokol alanı başta olmak üzere bir kültür havzası olan Divanyolu’ndaki Çorlulu Ali Paşa Medresesi, İLESAM ve çokça da Kızlarağası Medresesi’ndeki sohbetlerinden tanıdım. Altunizade’deki İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) Kütüphanesi’nden çıktıktan sonra, uğrak yeri olan Kızlarağası Medresesi’ne gelir, soluklanır ve uzun uzun gençlerle sohbet ederdi. Gençler, büyük bir keyifle sohbetini dinler ve sorularını sorarlardı. Özellikle beşeri bilimler ve hukuk alanında öğrenim gören gençlerin, üniversitelerdeki müfredattan daha fazlasını öğrendikleri bu tür sohbetlerde, Mehmet Niyazi onlar için adeta bir sivil akademisyendi ve bulunduğu her ortam mütebessim, sakin, mütevazi ve bir ideal akademi gibi idi.

Mehmet Niyazi’nin kavramsal haritasında “devlet”,”millet”,”tarih”,”tarihi derinlik”,   ”medeniyet”,”varolmak” vardı. Bir fikir insanı idi, ilim ve irfan sahibi idi. Almanya Köln (Cologne) Üniversitesi’ndeki çalışmaları, Moxburg Üniversitesi’ndeki doktorası ile uzun yıllar Almanya’da kalmıştı. “Disiplin” ve “gayret” onun çalışma yöntemi idi. TRT Belgesel tarafından hakkında hazırlanan belgeselde kendisine sorulan,”kendinizi anlatan bir şey yapılsa, adını ne koyardınız?”, sorusuna mütevazi bir şekilde “gayretli” cevabını vermişti. O’nun vermiş olduğu eserler, elbette “gayretli” olmanın çok ötesinde. M. Niyazi, felsefe ve hukukun adeta beşiği olan Almanya’da doktorasını yapmış; evrenseli yakalamış, İslam Devlet Felsefesi, Türk Devlet Felsefesi ve Türk Tarih Felsefesi kitaplarıyla evrensellik ve millilik arasındaki köprü kurmuş olan bir düşünce insanı.

 Hayatın üç kaynağı

Almanlar O’nun için “kütüphanede yaşayan insan” derlermiş. Türkiye’de yaşadığı olgunluk günleri için de aynı tanım geçerli. Çoğumuzun yaptığı ve yapmakta olduğu üzere kendisi hakkında konuşmak yerine, bilginin tarihini ve tarihin bilgisini konuşması, yakın tarihimizde yaşananları anlatması, söylediklerini daha da bir anlamlı hale getirirdi. M. Niyazi, bilgiyi üreten şeyin, sadece akıl olmadığının ısrarla üzerinde dururdu; O’na göre hayatın üç kaynağı eserlerinde de görüldüğü üzere, ‘ilim’, ‘din’ ve ‘sanat’ idi ve O’na göre ilim akla, din imana, sanat da hayale dayanırdı. “Akıl bize kendimizi düşündürürken, yüreğimiz de başkalarının varlığını bizlere duyurur” diyen M. Niyazi, yüreği hayata katmanın öneminden bahsederdi ve yürekten, hasbi dostlarına karşı da vefayı hep öne çıkarırdı. 

Dahiler ve Deliler adlı kitabını yazmakta idi,2000’lerin başında, daha kitap çıkmadan hepimizi bir merak sarmıştı, öylesine içten ve gülerek anlatırdı ki kitabını. İlk işimiz kitap çıkar çıkmaz alıp okumak olmuştu. Artık anlattıklarına biraz daha yakın idik.

İstanbul Üniversitesi’nde çalıştığım yıllarda, İletişim Fakültesi’ndeki derslerim dışında, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir iki dönem ‘siyaset sosyolojisi’ derslerine girmiştim. Devlet felsefesini ve sosyolojisini anlatmak için M. Niyazi’yi bir dersime davet etmiştim, hemen kabul etmişti. Çok seyrek taktığı kravatıyla derse gelmiş, üniversite sıralarındaki gençler de yine pür dikkat onu dinlemişlerdi. Almış olduğum notlardan kısaca aktaracak olursam, devlet felsefesine ilişkin M. Niyazi şu konular üzerinde durmuştu:

“İslam’da kişi devlet için bir vasıta değildir, bilakis devlet kişinin refah ve saadetini temin etmek,birbirleriyle ilişkilerini düzenlemek,hürriyetlerini korumak zorundadır. Araf Suresi’nde Cenab-ı Allah ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’diye buyuruyor. İslam inancına göre Allah Kadir-i Mutlak’tır. Ayetin soru şeklinde olmasının elbette hikmetleri vardır. Allahu alem,”evet” veya “hayır”ın yaratılmış kula bırakılmasından ayet, soru şeklinde nazil olmuştur. Bu da Allah’ın kullarına lütfettiğini göstermektedir”. Yine aynı derste, Kafirun Suresi’nin 6. ayetini örnek göstererek “Sizin dininiz size, benim dinim de bana” (Leküm dînüküm veliye dîn) dan yola çıkarak, İslam’da devlet ve laiklik konuları üzerinde durmuştu.

‘Tedirgin insan’

Hz. Mevlana’nın pergel metaforu misali, O’nun da düşünce merkezinde İslam vardı.  Çağımızın insanı ‘tedirgin insan’ idi... “Geçmişte olduğu gibi Ortadoğu’da kendisiyle barışık, vicdanıyla uyumlu insan tipi ortaya çıkarsa, güvene hoşgörüye ve hürriyete dayalı adil bir düzen kurulabilirse, hem Müslümanlar arasında büyük şahsiyetler ortaya çıkar hem de tarihinde engizisyondan kaçanların, despotların buluşma yeri olan İslam ülkeleri, tekrar hürriyet ve adalet arayan ruhlara kucak açar... Çağımızın tedirgin insanına huzur verecek medeniyet de bu bölgede göğerir…” diye ifadelendirirdi anlatımlarında, yazılı eserlerinde söylediği gibi.

Romanlarında tarih bilgisi son derece titizdi, yemen ah yemen (Ötüken) romanını yazarken, Yemen’e gittiğini; hakeza yine Çanakkale Mahşeri (Ötüken) romanını yazarken de Çanakkale’ye gidip incelemeler yaptığını anlatırdı. Çanakkale Mahşeri romanına ilişkin yapmış olduğu bir konuşmasında almış olduğum notlar ise şöyle idi:

“Çanakkale’de ilk mermi 3 Kasım 1914 saat üçü 10 geçe düştü. Son mermi Çanakkale’ye 9 Ocak 1916’da düştü. Yani 14 ay 6 gün süren savaşımız, 253 bin şehidimiz ile sona erdi… Bilindiği üzere Çanakkale cephesinin açılmasında en büyük rolü oynayan W. Churchill’di. Dünya siyaseti bakımından Çanakkale Savaşı’nın ne olduğunu o büyük politikacının ağzından dinleyelim: Biz Çanakkale’yi geçemedik; bu yenilgi bizim muhteşem gücümüzden şüphe eden Müslümanları, Asyalıları, Afrikalıları hegemonyamız altında tutma şansını kaybettirdi. Çünkü bu savaş muhteşem gücümüze yönelik şüpheler uyandırarak bağımsızlık ateşini körüklemiştir.”

Bir ibret vesikası

M. Niyazi yine aynı konuşmasında bir ibret vesikası olan Mösyö Valentin’in hatıra defterinden bahsederek, şunları aktarmıştı: 

“Çanakkale Savaşı’nda yaşanan olağanüstülük Batı’da bilhassa Batı medyasında geniş bir yankı uyandırır. Bu sebeple, Batılı büyük gazetelerden 25 muhabir Çanakkale’ye gelir. Evvela müttefiklerin tarafını dolaşır. Bakarlar ki paltolar, tiftik eldivenler, papaklar, çizmeler var, verem, tifo, difteri de almış başını gitmiştir. Sonra bizim tarafa geçerler. Askerlerimizin birçoğu yazlık elbise içindedir. Derler ki, vakur duruşlarını hayretle seyrettik. Biz ömrümüzde böyle bir sefaleti ne gördük ne yaşadık ne de romanlarda okuduk. Mösyö Valentin devam eder: ‘Her beşeri gücün bir sınırı vardır. Bir devlet düşünün ki Başbakanı Sokullu; mimarı Sinan’dı; amirali Barbaros; alimi Zenbilli, şairi Fuzuli, Baki idi. Bunların sadece Osmanlısı değil, Selçukluları, Karahanlıları, Gaznelileri, Uygurları, Göktürkleri de büyüktü. Bunlar sadece askeri bakımdan da güçlü değillerdi; Mevlana, Yunuslar ve Farabiler ile de dünyayı alın terleriyle yeşertmişlerdi. Süleymaniye, Selimiye, Mostar Köprüsü bütün bir insanlık onları selamlamak zorundadır’. Ne güzel tarif ediyor Valentin, değil mi dostlar…”

Mehmet Niyazi sadece Alman düşünürlerini değil, Batı düşüncesine yön veren birçok fikir insanını okumuş ve çoğunu da eserlerine aktarmış idi. Sözlü anlatımlarında onlara da sıklıkla yer veriyordu. Mesela diyordu, A.Toynbee’nin bizler için kullandığı bir tanım var: İntikal kabiliyeti. Evet bizler her zaman ‘intikal kabiliyeti’ne sahip olmuşuz: Bu uyum sağlamaya ve çağa adapte olmaya dayanan bir kabiliyet. Bu kabiliyet ile biz ‘çok ileriye gideceğiz.

@edibesozen