Mekân ve mülkiyet zaman ve şahsiyet

Doç. Dr. Özkan Gözel / İstanbul Medeniyet Üniversitesi
5.08.2017

Mekânla ilişki esasta sahip olmakla, zamanla ilişki ise esasta olmakla irtibatlıdır. Oluş zamanı, zaman oluşu ifade eder ve kendimiz de zamanla ve zamanda oluruz ne olursak; bu yüzdendir ki biz kendiliği olmakla irtibatlandırıp ona kend’oluş adını veriyoruz. Hatırlatmalı ki kend’oluş bir şahsiyet inşası sürecidir aynı zamanda. Bu süreç kendine zaman ayırmakla ve bu zamanı doğru kullanmakla doğrudan bağlantılıdır.


Mekân ve mülkiyet zaman ve şahsiyet

Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adını taşıyan kitabı feminist hareketin baş tacı ettiği eserlerden biridir malum olduğu üzere. Bu eserde Woolf şöyle sesleniyor kadınlara: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!” Woolf para kazanmayı ve yazmayı buyuruyor kadınlara, ya da daha nazik bir ifadeyle bunu salık veriyor onlara. Bu alıntıda bizi asıl ilgilendiren şu iki ifade: “ayrı bir oda” ve “boş zaman”. Peki ama insan (burada kadın) neden ayrı bir odaya ve boş bir zamana ihtiyaç duyuyor? Yazmak, dolayısıyla kendini ifade etmek, sesini duyurmak, sonuç olarak da kendi ayakları üzerinde ve (kadınca) var olmak için elbette. Yazmak ve ondan bağımsız olarak, ama bazen de ona hazırlık olarak okumak kendi ile ilgilenmenin temel bir tarzı olarak ele alınabilir burada. Başkaları için yazsanız ve başkalarına anlatmak üzere okusanız da bu böyledir. Yazmak ve okumak kendi ile ilgilenmenin bir tarzıdır, evet; zira bunlar kendilik dediğimiz şeyin gelişimine katkıdır daha en başta.

Woolf yazmak (ve okumak) dediğimiz ve burada bizim kendi ile ilgilenme formları olarak adlandırdığımız faaliyet(ler) için haddizatında iki şeye ihtiyaç olduğunu söylüyor bize: kendine ait bir mekân ve münhal zaman. Bu iki ihtiyaçtan mübrem olan hangisidir peki? Bize göre münhal yani boş zamandır. Mekân, her zaman bulunabilir, yeniden düzenlenebilir ve bir şekilde ikame edilebilir bir imkândır. Bir yer olmazsa başka yer müsait hale sokulabilir. Mesela kendine ait bir odanız yoksa bir kütüphanede, hatta bir parkta okuyup yazabilirsiniz. Mevcut mekân müsait değilse, tebdil-i mekân her zaman imkân dâhilindedir. Yine sözgelimi odayı duvarla ikiye bölerek size ait olan ve başkasına ait olan olarak onu tanzim edebilirsiniz.  Ama zaman öyle mi? Tebdil-i zaman ancak bilim-kurgu filmlerinin bir mevzuu olabilir. Asıl sıkıntı zamanın yokluğu ya da darlığıdır o halde. Woolf’a saygısızlık gibi alınmasın, ama biz olsak kitaba başlık olarak Kendine Ait Bir Zaman ifadesini seçerdik!  

Kant’tan hareketle zaman ve mekânın özneliğimize içkin temel yapılar olduğunu, dolayısıyla bu yapıların varlığı algılamada biz insanlar için hayli belirleyici olduğunu belirtmeliyiz. Felsefede bilinen ve tartışılan bir mevzudur bu. Ama burada biz bu mevzuyu tekrar ele alacak değiliz. Burada biz, kendi konumuz açısından, “kendine ait mekan”ın öncelikle mülkiyetle, “kendine ait zaman”ın ise öncelikle şahsiyetle ilgili olduğunu söyleyeceğiz. Ne demek istiyoruz bu ayrıma giderken, açmaya çalışalım.

Zaman mülkiyetle ilişkili mi?

Kendine ait bir oda öncelikle mülkiyetle ilgili, bunun üzerinde uzun boylu durmaya ihtiyaç yok. Nitekim buradaki “ait olma” ifadesi doğrudan doğruya mülkiyet ilişkisine göndermede bulunuyor. Sonuçta mekânları kendimizin kılabilir, onlara malik olabilir, oralarda geçici veya daimi surette ikamet edebiliriz. Burada mekânın şahsiyetle doğrudan değil, ancak dolaylı bir ilişkisi var görünüyor. 

Peki zamanın mülkiyetle bir ilişkisi var mıdır? Zamanı mülkiyetle doğrudan ilişkilendirmek zor ya da zoraki görünüyor; öyle, zira hiç kimseye ve hiçbir şeye boyun eğmez zaman, akar gider, eser geçer, dur durak bilmez, boyuna cevelan eder. O, geçip giden bulut gibidir, akıp giden nehir gibidir, binicisini üstünden atan huysuz bir at gibidir. Demek ki akıcıdır, gelip geçicidir, zapturapta gelmez zaman. Ona nasıl malik olacağız ki?

Yine de “haddizatında zaman” ve “ölçülen zaman” diye bir ayrıma gittiğimizde zamanın mülkiyetle görece bir ilişkisini kurabiliriz. İnsanoğlu bu “bulut gibi, nehir gibi, huysuz at gibi” davranan yani gelip geçen, akıp giden, zapturapta gelmeyen zamanı bir bakıma ve kısmen de olsa ehlileştirmenin yolunu kendince bulmuş, onu “ölçerek” hizaya getirmeye çalışmıştır, evet ölçerek. Mesela iş yerlerinde ücret mukabili emeğimizi satarız ki bu emek zamanımızdır bir bakıma. Ne kadar uzun süre çalışırsak o kadar fazla ücret alırız nitekim. Yine mesela ömrümüzün ne zaman sonlanacağına dair bilgi elimizdeymişçesine kariyer planlaması yaparız. (Biz faniler için yaşamak ölmeyecekmiş gibi yapmaktır, öyle yapmazsak yaşayamayız zira.) Tüm bunlar zaman (yani “ölçülen zaman”) üzerinde insanoğlunun mülkiyet iddiasına tekabül eder. Bu son tahlilde yalnızca bir iddiadır elbet. Zira zaman (“haddizatında zaman”) dönüp dolaşıp galebe çalar insanoğluna ve altüst eder onun mülkiyet hesaplarını. Ölmeyecekmiş gibi yaşarız yaşamasına ama ölürüz. Ölmek zamanın tükenmesi demektir bizim için. Biri öldüğünde “Vadesi doldu” demiyor muyuz? Başka bir ifadeyle, zaman mekân gibi değil; ona diş geçiremeyiz, son tahlilde ölüm var zira. Zamanın an-be-an geçip gitmesi her an biraz daha ölmemiz, yani hem vukuu mutlak hem de “eli kulağında olan” ölüme biraz daha yaklaşmamız anlamına geliyor. İnsanoğlunun zaman üzerinde mülkiyet iddiası yersiz olduğu kadar küstahçadır da. Gelelim asıl mevzumuza yani zamanın (ve onun kullanımının) şahsiyetle olan ilişkisine ve buna bağlı olarak da “kendine ait bir zaman”ın önemine.

Birinin şahsiyet sahibi olup olmadığını ya da ne türden bir şahsiyete sahip olduğunu nasıl anlayabiliriz? Onun zamanla ilişkisine bakarak mı, yoksa mekânla ilişkisine bakarak mı? Evveliyetle veya daha ziyade hangisi?  Mekânla (veya mekânın kullanımıyla) şahsiyetin ne idüğü arasında bir ilişki elbette düşünülebilir, ne var ki bu ilişki mülkiyetle dolayımlanır veya kayıtlanır çoğu durumda. Dolayısıyla mekân ile şahsiyet arasındaki ilişkiye dair mülkiyeti (ve onun eksikli kipi olan mülkiyetsizliği) atlayarak sarih ve dolaysız bir fikir edinmek güç görünüyor: Mekân her zaman veya çoğu zaman birine/birilerine aittir veya ait olabilir. Oysa zaman öyle mi? Zaman bir bakıma hem herkese (ortak mülkiyet) “aittir”, hem de hiç kimseye (mülkiyet yokluğu) ait değildir. Hemen işaret edelim ki yukarıdaki “aittir” ifadesi daha ziyade mecazi anlamda alınmalıdır: Hava gibidir, su gibidir zaman, herkese müşterektir ve üzerinde kişisel mülkiyet iddiası mevzu bahis olamaz.

Şuraya varıyoruz: Zamanın kullanımı mülkiyet dolayımı söz konusu olmadan (yani doğrudan doğruya) şahsiyetle alakalı görünüyor. Sonuçta biz; birinin, bir şahsın zamanı kullanımına bakarak onun sahip olduğu şey (mülkiyet) hakkında değil, daha ziyade olduğu şey (şahsiyet) hakkında bir fikir edinebiliriz.  

Yinelersek, “kendine ait zaman” ifadesi “kendine ait mekân” ifadesi gibi anlaşılmamalı hiçbir biçimde. Bu ifade, kendi ile ilgilenmenin bir gereği olarak kendiyle başbaşa kalmayı ya da kendine zaman ayırmayı ifade ediyor tam da. Sonuçta, kendimize zaman ayırabiliyorsak, kendimizle baş başa kalabiliyoruz demektir; keza, kendimizle baş başa kalabiliyorsak, kendimizle ilgilenebiliyoruz yani kendimize/ruhumuza/şahsiyetimize ihtimam gösterebiliyoruz demektir.

Kend’oluş süreci

Ve şimdi şu çıkarsamada bulunabiliriz: Kendimizle ilgilenebiliyorsak, bir şahsiyetimiz var ya da bir şahsiyet oluşturma yolundayız demektir. Bunun için, artık anlaşılmış olmadır ki,  (kendimize ait bir mekândan ziyade) kendimizle baş başa geçireceğimiz mesela ruhumuzu dinleyebileceğimiz, murakabe ve muhasebe yapabileceğimiz bir zamana ihtiyacımız var bizim. Keza bir özeleştiri, bir arınma, bir toparlanma için, kendini/ruhunu/şahsiyetini sağaltmak ve yükseltmek için bu kendine ait zaman şarttır, evet.

Beyhude yere müsait bir mekân aramayalım, fıldır fıldır coğrafyayı dolaşmaya kalkmayalım boşuna. Zaman bizde (bizim varlığımızda) meknuz bir imkân olarak, onu oradan çıkaralım, sonra onu kendimize ihtimam ve kendimizi geliştirme uğrunda seferber edelim. Yoksa dönüp bir bumerang gibi vuracak bizi ziyan ettiğimiz bu zaman. Mekân/mülkiyet israf ve suiistimali geri alınabilir, bir şekilde telafi edilebilir, ama zaman/şahsiyet israf ve suiistimali öyle mi? 

Toparlarsak, mekânla ilişki esasta sahip olmakla, zamanla ilişki ise esasta olmakla irtibatlıdır.  Oluş zamanı, zaman oluşu ifade eder ve kendimiz de zamanla ve zamanda oluruz ne olursak; bu yüzdendir ki biz kendiliği olmakla irtibatlandırıp ona kend’oluş adını veriyoruz. Hatırlatmalı ki kend’oluş bir şahsiyet inşası sürecidir aynı zamanda. Bu süreç kendine zaman ayırmakla ve bu zamanı doğru kullanmakla doğrudan bağlantılıdır.

Bizler bugün sözün düşüşü olarak Malayani Çağı’nı idrak ediyoruz, adına ekseriya İnternet Çağı dedikleri. Kend’oluş maceramızın seyrini ve niteliğini derinden belirliyor yaşadığımız çağın ahvali. “Kendimizi ilgilendirmeyen” konuşma ve işlere batmışız boylu boyunca. Onlarda kaybetmişsiz kendimizi/zamanımızı, esir almış malayani kültürü bizi. İnsanları tanımak için onların zamanı nasıl kullandıklarına, keza kendilerine/ruhlarına/şahsiyetlerine zaman ayırıp ayırmadıklarına bakmak gerek. Bana zamanını nasıl değerlendirdiğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim! Yakaladıkları hemen her fırsatta internete, sosyal medyaya dalanlar ve orada dalgın ve şaşkın dolaşanlar kendi ile baş başa kalmayı beceremeyen, dahası böyle bir şeyi arzu da etmeyen insanlar sanki. Bu denli kendilerinden kaçtıklarına göre, kendileriyle baş başa kalmak sıkıyor ya da ürkütüyor olmalı onları. Sosyal medya onların kendileriyle kendileri arasında bir ayraç işlevi görüyor yani onları kendilerinden uzaklaştırarak onlara kendilerini unutturuyor mütemadiyen. Malayaninin ve onun bir bileşeni olarak oyunun-oyalanma’nın işlevi ikilidir aslında: Kişiden zamanını çalmak ve ona kendini unutturmak.

Kendimizle daha çok ilgilenmek, ruhumuza ihtimam göstermek, şahsiyetimizi düzeltmek, kısaca olmak, kendimiz olmak istiyorsak kendimize daha çok zaman ayırmalı ve bu zamanı en uygun şekilde kullanmalıyız evvelemirde. Bunun için, mesela, pratik bir öneri: Bazı günler internet (ya da sosyal medya) orucu tutalım. Zira zamanla şahsiyet temelli ilişki meselesini anlamanın yolu öncelikle pratikten geçer, yoksa teorik olarak bir kanaate sahip olmaktan değil. Bunu yapmak zor geliyorsa bir gün, üç gün, bir hafta ya da bir ay internete (ya da sosyal medyaya) müracaat etmeyen, dönüp bakmayan, zinhar girmeyen farazi bir şahsın, şahsiyetin iç âleminin ya da genel olarak hayatının ne türden ve ne derece bir dönüşüm geçirebileceğini tahayyül etmeye, zihnimizde canlandırmaya, simüle etmeye çalışalım hiç olmazsa. O zaman “kendine ait zaman”ın dönüştürücü gücünü bir nebze olsun anlayacağız. Anlayacağımız bir diğer husus mustarip olduğumuz internet (dolayısıyla teknoloji) bağımlılığının vahameti olacak.

[email protected]