Memento mori! Ölümü hatırla!

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
29.05.2021

Antik dönemde komutanlar, büyük zaferler kazandıkları muharebelerden dönerken, gururla şehre girdikleri esnada kendilerini kaybetmesinler diye onlara ölümlü oldukları, kendilerini tanrılaştırmamaları "Memento mori", "Respice post te! Hominem te esse memento" ("Ölümü hatırla", "Arkana dön bak, sadece insan olduğunu unutma") sözleriyle hatırlatılırdı.


Memento mori! Ölümü hatırla!

Koronavirüs salgınına bağlı olarak karşılaşılan çıkmazlar ve yaşanan pandemi süreci bize iki şeyi dayattı: Ölümü hatırlamak ve aciz olduğumuzu bilmek. Peki biz bu durumun farkında mıyız ve eğer bu süreç biterse insanoğlu bu iki konuyu eskisinden farklı bir şekilde hayatına dahil edecek mi? İşte bundan hiç emin değilim.

Aklın sınırları

Modernleşmenin en çarpıcı sonuçlarından birisi de insanoğlunun aklı ile her şeyi bilebileceğine ve gücü ile de her zorluğu ve engeli aşabileceğine ikna etmiş olmasıdır. Ama iki yıla yakındır tüm insanlık evde hapis hayatı yaşamaktadır ve muhtemelen bünyemizin doğal olarak edindiği bağışıklıktan öte bu derde kati bir şekilde çare olacak bir derman da bulunamadı, bulunamayacak. Evet hastalıktan korunmak için yapılan aşıların çok büyük bir katkısı var ve herkesin aşı olması gerektiğinden asla kuşku yok ama işin tabii-doğal işleyişi aşının önünde gidiyor. Daha önceki salgınları mucizevi bir şekilde bertaraf eden modern tıp, sanıldığı kadar yetkin bir çareye sahip olamadı maalesef.

Bildiğimiz tek kesin sonuç

İnsanın bildiği en yalın hakikat, ölümüm kaçınılmaz son olduğudur. Hiç kimse öleceğiyle ilgili bir kuşku duymaz. Bu dünyada kesin olarak bildiğimiz bir sonuçtur ölüm. Ama hiçbir zaman ölümü hatırlamak istemeyiz. İnsan ölümü en çok başarılı olduğu anlarda unutur. Güç ve başarı ölüm düşüncesini reel hayatın dışına çıkarır. Her muzaffer kişi, dünyada kalıcı olmaya bir adım daha yaklaştığını düşünerek mağrurlanır. Gururlandıkça da zalimleşmeye başlar.

Bundan dolayı da antik dönemlerden bu yana muzaffer komutanlara, başarılı devlet büyüklerine, padişahlara ve hatta Hz. Peygamberin vekaletini emanet ettiği kutlu şahsiyetler olan sahabelere dahi ölümlü olduğu hep hatırlatılmıştır.

Rivayete göre Hz. Ömer, her gün gelip kendisine "Ölüm var ey Ömer, ölüm var!" demesi için ücreti mukabilinde bir adam tutar. Adam iyi bir iş bulmanın sevinci ile vazifesini titizlikle yerine getirmeye başlar, gel zaman git zaman bir gün adam konuyu yine hatırlatmak üzere Hz. Ömer'in kapısına varınca daha konuşmaya başlamadan Hz. Ömer ona günlük ücretini öder ve artık bu konuyu kendisine hatırlatmasına gerek kalmadığını söyler. Der ki: Ben bugün aynadan kendime bakınca saçıma/sakalıma aklar düştüğünü gördüm. Her gün çoğalan bu aklar senin söyleyeceğini zaten bana hatırlatacaklar.

İnsan olduğunu unutma!

Arkeologlara göre antik dünyanın en büyük filozof imparatorlarından birisi olan Marcus Aurelius Antoninus Augustus da ara sıra kendisine "Memento mori" sözünü hatırlatması için birisini görevlendirmiştir. Onun Hasan Ali Yücel zamanında Türkçeye de çevrilen Kendime Düşünceler adlı kitabı da bu konuyla bağlantılı içerikleri olan ve aynı zamanda ciddi bir vicdan muhasebesi olarak da görülebilecek ve antik çağlardan günümüze akan bir bilgelik pınarıdır adeta.

Latincede "memento mori", ölümü unutma, fani olduğunu hatırla demektir. Antik dönemde askeri komutanlar, büyük zaferler kazandıkları muharebelerden dönerken muzaffer bir şekilde şehre girdikleri esnada yaşadıkları gururun ve sevincin doruğa ulaştığı bir anda kendilerini kaybetmesinler diye onlara ölümlü oldukları ve nihayetinde bir insan oldukları, kendilerini tanrılaştırmamaları "Memento mori", "Memento te hominem esse" "Respice post te! Hominem te esse memento." (Ölümü hatırla, ölümlü olduğunu unutma, sen sadece bir insansın, arkana dön bak, sadece insan olduğunu unutma) sözleriyle hatırlatılırdı.

Bu ifadelerden en çok tekrarlananı ise memento mori'dir. Ki bu hatırlatma esasında muzaffer olan komutanın gururlanıp kendini kaybetmesini engellemeye matuf olmakla beraber onun vicdanını eğiten bir boyuta da sahiptir. Zaten Marcus Aurelius'un kitabında da vicdan muhasebesi çok önemli bir yere sahiptir.

Keza Osmanlı İmparatorluğu'nda da buna benzer bir geleneğin var olduğunu görüyoruz. Cuma selamlığından sonra halkın "Padişahım çok yaşa" tezahürlerine karşılık bir yeniçeri, yüksek ve gür bir sesle "Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var" sözü ile ona fani olduğunu hatırlatırdı.

Tabie günümüzde bırakın yüksek makamlarda olanlara, sıradan bir insana bile cari olan paradigmanın kutsadığı "kişisel özgürlük" mitini zedeleyecek bir ikazda bulunmak mümkün değildir. Bugün hiç kimseye, kendi kendimize bile "ölümlü" olduğumuzu söyleyecek cesaretimiz yok.

Ne kadar çelişkili ve bütün anlamların buharlaştığı zamanlarda yaşadığımızı ifade etmeye kavramlar yetmiyor artık. Bakın modern zamanlarda "beniâdem"in en çok yaptığı şey mağrurlanmaktır. Ama aynı zamanda kendisini hayvanlarla ve bitkilerle eşit (yatay düzlemde) bir ontolojik kategoride görür. Hatta sıklıkla karşılaştığımız, "Hayvanlar insanlardan daha masumdurlar, ben onları daha çok seviyorum" ifadesinden bile kendisine özel bir paye devşirdiğini görürüz.

Ekoloji, fiziki bir çevre değildir metafizik bir varlık alanıdır ve bundan dolayı da modern dünyanın göbeğinde oturmaktadır. Varlığın hiyerarşisini bozan konu olarak kutsanmıştır çünkü. Kutsal olanla savaşırken elindeki tek kazancı ve silahı olan aklı önce kutsayıp öyle işe başlar. Kendi kudretini hep yedekte muhafaza eden bir kibirle gücünü hümanist kaygılarla sadece kendisi kontrol ediyor tavrındadır.

Ama gün gelir, hiçbir şeye hükmedemeyen bir aciz olduğunu görür. İşte pandemi bize acizliğimizi sindire sindire yedirdi. İmdi sıra kendimizi tanıma faslında. Eğer yapabilirsek dünyaya yeniden anlam katan bir çerçeve çizebiliriz. Ama ben artık umutlu değilim. Zira hem anlam buharlaştı hem de ontolojik hiyerarşi dağıldı.

Büyük mutasavvıf, üstadımız Bahattin Şah-ı Nakşibend, "Bizim yolumuzda olan sâlikin, hangi makamda olduğunu bilmemesi lâzımdır ki bu bilgisi ona perde olmasın, tevâzû ve hiçliğini devam ettirebilsin! Zira makamından razı olan kişi, kendi ilerleyişinin önüne perde çekmiş olur" derken bize bu anlam dünyası ile varlık arasındaki illiyet rabıtasının da şifresini göstermek istemiştir adeta.

Günümüz insanı ise sadece kendi konumunu bilmekle yetinmiyor, aynı zamanda onu kendisi belirliyor. Bu alemde nerede durduğumuzun yetkisini elimize aldık ama bir virüse yenik düşüp çaresizce evlere hapsolduk. Sözümona filozof Newton'un belirlediği fizik yasaları ile varlığı şekillendirme kudretimiz sınır tanımaz bir güce dönüştü. Ölümlü olduğumuzu yüksek sesle haykıran da kulağımıza fısıldayan da yok artık.

Dünyanın ömrüne göre insan ömrü anlık bir zaman dilimidir. Ama bu kısacık ömrüne rağmen o, dünyayı değiştirmek, dünyaya kök salmak, bu dünyada kalıcı olmak ve ölüme çare bulmak ister. Ölümden sonraki hayatı bu dünyaya taşıma gayreti insanoğlunun bitmeyen en çaresiz çırpınışıdır. Elindeki kudrete inandığı ve güvendiği oranda çabasını yoğunlaştırır ve her seferinde bilir ki kızışan çabası ona başka bir külfet yükleyecektir.

Ölüm bir son değil

Oysa geleneksel öğretilerin hiçbiri ama hiçbiri ölümü modern zamanlardaki gibi bir son olarak görmedi. Ölümden ürkmemize ve onu hayatın dışına itmemize neden olan esas şey de bu korkudur. Anadolu'da yaşı kemale eren ihtiyarların "Bir an önce ölsek de şu cennetimize gitsek" dediklerini duyduğumda onların bu mütevekkil hali ve imanından emin olma durumu karşısında çok şaşırmıştım. Oysa ben kendimi bildim bileli bizim evde annem ile babam kefenlerini özel bir sandığın içinde hep muhafaza etmektedir. Ara sıra hacdan dönenlerin ikam ettiği zemzem ile yıkarlar ve tekrar katlayıp sandığa koyarlar. Ölüm her an gelecekmiş gibi beklenir.

Ölüme hazırlık babından yapılan işler ve ibadetler hem dünyaya anlam katıyordu hem de insanın hayatına değer yüklüyordu. İnsanın değeri var olmak için gösterdiği çaba ile değil aksine ürettiği anlam ile belirlenirdi. Atalarımız ölümsüz olmak yerine ölümsüz eserler yapmaya kafa yordular.

Niyet ve vicdan

Bundan dolayı da bu dünyada insanın varlığından ziyade onun yapıp ettikleri daha çok kutsaldır. Bu kutsallığı derinleştiren en önemli özelliği ise onun bir niyet ve vicdan sahibi olmasıdır. Nitekim bu durum, insan ile diğer varlıklar arasındaki farkın da bir "derece" farkı olmadığının en açık göstergesidir. Bir başka ifadeyle insanla diğer canlılar arasındaki fark, bir mahiyet farkıdır, bir derece farkı asla değildir. Ne zaman ki bunu bir derece farkına indirgedi işte o vakit hiyerarşinin en tepesine kendisini yerleştirdi. Ama bir sivri sinek, bütün dünyadaki varlığı 2-3 gramı bulamayan bir virüs tüm insanları olduğu yerden alaşağı etti, mutlak hakikatten kopardı. Bununla yeniden kalıcı bir bağ kurmak istiyorsak ölümlü olduğumuzu unutmamak ve kibirlenmemek gerekiyor.

Alman sosyolog K. Mannheim'e göre bireylerin toplumsal belirlenmişlikten ve tek bakışlı bir perspektiften kurtulmasının en basit yolu, güvenilir bilgiler üreten bilginleri veya entelektüelleri takip etmesidir. Peki aydın ve entelektüelleri kim kişisel belirlenmişliklerden ve kaprislerinden kurtaracaktır? Onların da fani olduğunu hatırlatan bir görevli/köle her daim hayatlarında olabilir mi? Asıl işlevlerinden birisi de bu olan vicdanın kanatılmadan veya tedirgin edilmeden bunu yapabilmesi ne kadar mümkündür? Descartes'a göre Tanrı'nın adaletinin tecelligahı adil olarak insana verilmiş olan bu hatırlatma duygusu olan vicdandır.

Her daim yanı başımızda olan bu görevlinin bize fısıldadığı ateşten kelimelerin zevkimizi kaçırmasını istemiyorsak eğer bu konuyu kendi kendimize bizim hep hatırlatmamız gerekir.

İnsan hem iyiliği hem de kötülüğü bilen ve bu ayrımı yapan bir varlık olarak nötr bir pozisyonda değildir. Aksine "iyi ve pozitif" olarak görülecek bir potansiyeldir. Bu imkandan dolayı da esasında her seferinde birisinin bize o gerçeği hatırlatmasına hacet yok, sadece kişinin kendi varlığını bilmek için sorgulaması yeterli olacaktır. Ola ki bunu ihmal edersek de bize acı söyleyen bir dost lazımdır...

[email protected]