Meriç’in Konya yolculuğu: ''Bu Ülke''ye dönüş

Dr. Murat Yılmaz / SDE Siyaset Çalışmaları Direktörü
4.06.2016

Cemil Meriç, aydınlara önerdiği diyalog, diyalektik düşünme ve münakaşada kaybedenin kazanacağı ilkelerini kendi fikri serüveninde tatbik etmiştir. Meriç, bu melez ve çoğul kimlik özelliklerini kompleks duymayarak tabiileştirmiştir.


Meriç’in Konya yolculuğu: ''Bu Ülke''ye dönüş

Dr. Murat Yılmaz / SDE Siyaset Çalışmaları Direktörü

Cemil Meriç, Türk modernleşmesiyle Türk aydının halktan ve ülkeden kopuşunu anlatır. Bu kopuş, tek taraflı değildir. Halk da Batılılaşama hareketleri karşısında içine kapanan bir tavır takınır. Aydınlar ise arayış içindedir. Bu arayışlar sadece aramak için değildir, kaçmak içindir de. Paris’e kaçan Jön Türkler gibi aydınlar da başka ülkelerin kültürlerine kaçmaktadırlar. Zaten Türkiye’de aydının dramı, daha okurken başlamaktadır. Avrupa tarzı modern eğitim alan, kendi kültür, tarih ve dilinden kopmaktadır. Eski usul eğitime devam edenler ise, modern kültür ve bilimden kopmaktadır. Böylece nerede okursa okusun aydınlar aynı serüveni yaşamaktadır: İrfan’a kaçış, Yunan’a kaçış, İran’a kaçış, Mutlak’a kaçış, Batı’ya kaçış...Cemil Meriç, Türk aydının bu kaçışını kendi hayat hikayesinde yaşayacaktır. “İmandan şüpheye, şüpheden inkara, inkardan maddeciliğe”  Meriç’in gerçek entelektüel oluncaya kadar geçirdiği safhaları göstermektedir.

Marksizmin faydası

Cemil Meriç, Fransızca kanalıyla girdiği entelektüel hayata esas itibarıyla Batı kültür ve medeniyetine hakim olarak çıkar. Gençliğin verdiği heyecanla başlayan ve kendisini mahkemelere düşüren ideolojik Marksizmden kısa zamanda sıyrılarak bir yöntem olarak Marksizmi benimser. Bu da zamanla, maddeci ideolojiden de sıyrılarak diyalektik yönteme, tenkit ve şüpheye dönüşür. Diyalektik, tefekkürün tarihi ve düşünme şekli olarak değer kazanır. Marksizmin Türkiye’ye gelişi diğer ideolojiler gibi bir felaket olmuştur. Çünkü ideoloji ve sloganlar, delikanlılar tarafından hakikat olarak anlaşılmıştır. Ancak Marksizmin bir faydası da olmuştur. Batı’ya yönelik eleştirel boyut onun sayesinde görülmüş, Batı’nın büyüsü bu sayede bozulmuştur.  “Bir düşünce adamı Marksist olabilir mi?” sorusuna şu cevabı verecektir: “Marksçılık bir izme yani bir kiliseye bağlanmak, onun nasslarını değişmez hakikatler gibi kabul etmekse elbetteki hayır.  Ama her büyük düşünce adına gösterilen saygıyı Marks’a da göstermek ise elbette evet. Marksizmi dinleştirmek Marks’ı anlamamaktır. Konserve hakikatler sunan bir şarlatan değildir Marks. Marksizm tenkittir, şüphedir, araştırma yöntemidir.”

Meriç bu yöntemle Türk düşünce hayatına ve kendi fikri geçmişine de bakar, eleştirir. Tanzimat sonrası edebiyatımız bir gölge edebiyatı; düşüncemiz bir gölge düşüncedir. Üç edebi tür itibardadır: Taklit, intihal, tercüme. Bu ağır eleştirilerin sebebi Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce zirvelerinin tanınmamasıdır.

“Avrupa’yı Avrupa yapan düşünce fatihleriyle temasımız yasaktı. Haşet kitapevinden ibaretti. Avrupa’mız girdapları olmayan bir kıta, tezatsız ve tek boyutlu; bir kartpostal Avrupa’sı. Coğrafyamızda tek kıta vardı, kafamızda tek yarımküre. Türkçe konuşan birer Fransızdık.” Meriç, kaçan aydınlar arasındayken de daima bu zirvelere tırmanmıştır. Daha sonra da Batı dışını aramıştır. Hint düşüncesini keşfedişi bu arayışın ürünüdür. Ancak Meriç’i “bu ülke”ye getiren şey, bir Konya yolculuğunda olacaktır. Konya aslında Anadolu’yu, bu ülkenin insanını temsil etmektedir. Bu etkileyici hikayeyi kendisinden dinleyelim:

“Konya yolculuklarımda ilk defa olarak başkası ile temas ettim. Başkası, yani, kendi insanım. Kaderin karşıma çıkardığı genç üniversiteli ‘sen bizden değilsin’ dedi. ‘Sen bizden değilsin’! Evet, ben onlardan değilim. Ama onlar kimdi? Uçurumun kenarında uyanıyordum. Demek boşuna çile çekmiş, boşuna yorulmuştum. Bu hüküm hakikatin ta kendisi idi. Tanzimattan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı. Biz sadece birer oyuncuyduk. Nesiller bir ütopyanın kurbanı olmuşlardı. Ama bu ütopya sonuna kadar yaşanmadıkça, gerçeği görebilir miydik? Kalabalık, kayaya yapışan bir midye şuursuzluğu ile geleneklerine sarılmış, cebin ve uyuşuk. Arada bir uyanır gibi oluyor. Sonra tekrar dalıyor derin uykusuna. Avrupa’yı tanımamak, gaflet. Avrupa’yı tanıyan, ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız? Gerçeği görmek hatayı sonuna kadar yaşamakla mümkün. Yığın Avrupalılaşırken, aydınlar Türkleşmeli. Ve çalışmağa başladım. Spinoza 44 yaşında ölmüş. Nietzsche 44 yaşında delirmiş. Ben yolumu 44 yaşından sonra buldum.”

Meriç, kendisini mağaradan çıkarak ve “bu ülke”ye getiren Konya yolculuğunu anlatırken sadece aydınları değil, halkı da eleştiriyor. Halka sahip çıkarken aydınların ütopyalarına ve arayışlarına da sahip çıkıyor. “Gerçeği görmek için hatayı sonuna kadar yaşama” hürriyetini savunuyor. Aydınlara yerliliği, Türkleşmeyi salık verirken,  halkı da geleneklere şuursuzca sarılıp Avrupa düşmanlığına sapmayacak bir Avrupalılaşmaya çağırıyor. Aydın bir zümreden, partiden, merkezden emir almaz ama tarihe angajedir, kucağında yaşadığı topluma karşı sorumlulukları vardır. O yüzden aydınlar mağaralardan çıkıp, kaçmaya son vererek “bu ülke”ye dönmelidir.

Melez ve çoğul kimlik

Cemil Meriç, aydınlara önerdiği diyalog, diyalektik düşünme ve münakaşada kaybedenin kazanacağı ilkelerini kendi fikri serüveninde tatbik etmiştir. Böylece melez ve çoğul bir kimliğe sahip olmuştur. Meriç, belki de herkesin az çok sahip olduğu bu kimlik özelliklerini kompleks duymayarak tabiileştirmiştir. Bu durum, bir şahıs için psikolojik açıdan trajik bir süreç olmakla beraber, melez ve çoğul bir kimliği mümkün kıldığı ölçüde sosyolojik açıdan yaratıcı bir dinamiktir. Meriç kendi konumunu şöyle anlatıyor: “Benim trajedim şu birkaç satırda: sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla, yarımla ‘Büyük Doğu’ kadrosundanım. Düşüncelerimle, inançlarımla ‘Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış.”

Meriç, dostluklarında da, okur yazarken de Türkiye’deki bütün düşünce ekolleriyle ilgilenmiştir.  Mesela MHP’nin Alpaslan Türkeş’ten sonra en önemli isimlerinden ve kurucu babalarından Dündar Taşer’le sık sık sohbet etmektedir. Öyle ki MHP’ye üç hilalli bayrağı öneren odur. Yine milliyetçi camianın en ciddi akademisyeni Erol Güngör’ü yakından takip eder. Keza ulusalcı bir isim olarak Attilla İlhan’ı ilgiyle takip eder. Solun efsanevi isimlerinden Kerim Sadi’yle dosttur. Solun özgün isimleri Kemal Tahir’i, Hikmet Kıvılcımlı’yı özel olarak takip eder. Said Nursi’yi okur, üzerlerinde çalışmaları için akademisyenlere tavsiye eder. Mahir Çayan ve arkadaşlarının başına gelenlere hayıflanır. Bu örnekleri hem yaşadığı dönemden hem de tarihten çoğaltmak mümkün. Fakat yaşadığı dönemde bu ilginin karşılığını aldığı söylenemez. “Sağ okumuyor. Boşuna bağırıyorum. Sol diyalogdan kaçıyor. Küskün. Ötüken’in bastığı kitap okunmazmış! ‘Peki siz basın’ Cevap yok. Bu çemberi kırmak mümkün değil. Sol, sağın gösterdiği dostluğu göstermiyor. İhanet etmişiz’ Neye ve kime?”

Bu taassup anlayışı zamanla katılığını yitirse de, kültürel bir kod olarak hakimiyetini devam ettiriyor. Meriç, bu yüzden farklı grupların müştereken yaptığı işlere çok kıymet veriyor ve destekliyor. Meriç, bu taassubun Türk burjuvazisinin güçsüzlüğünden kaynaklandığını düşünmektedir. Bu güçsüzlük, aydınların burjuvaziyle beraber eleştirel bir rol oynamasını engellemektedir. Meriç, üzerinde çalıştığı Fransız devrimi sonrası modern zamanların ruhunu erkenden çözen Saint Simon’un üretici sınıfların önünün açılması perspektifini paylaşıyor. 1970’lerin iç savaşa benzeyen şiddet ve anomi ortamına bu tarihi çerçeveden bakan Meriç, karamsar değildir: “Şair ‘çok karanlık geceler pembe şafaklarla biter’ demiş. Dünyada dikensiz gül bahçesi yok. Toplumumuz asırlardan beri büyük tehlikelerle karşı karşıya. Asırlardan beri ne badireler atlatmışız. Büyük facialar, büyük ihanetler görmüş ve her imtihandan yüz akıyla çıkmış bir milletin çocukları bedbin olamazlar. Hayatın kanunu: Kavga.  Başını kuma gömmek delilik, küçük tehlikeleri azmanlaştırmak hamakat.  Karamsarlık en büyük düşman. Belki hastayız, bocaladığımız bir hakikat. Ama unutmayalım ki insanlık bütünüyle çıkmazdadır, bir değerler buhranı içinde çırpınıyor. Bence, bir kıyamet arifesinde değiliz. Bir büyüme sıtması, o kadar.”

Her fikir saygıdeğer

Türkiye’nin bugün yaşadığı büyük dönüşümün yarattığı bunalım, tartışma ve diyalog yoluyla müşterek bir kültür ekseninde çözülebilir. Bu çözümü engelleyen, aydınların hâlâ kendi mağaralarından çıkmalarını veya fildişi kulelerinden inmelerini engelleyen taassup. İdeolojik bakış açısının getirdiği eksik ve çarpık bakış açısı, hayatın ve hakikatin bütünüyle görülmesini engelliyor. Halbuki hayat ve hakikat, uçları ve kutupları da görerek anlaşılabilir. O yüzden uçtakiler de dahil olmak üzere, her fikir saygıdeğer. Bu da cemaatçiliği tahrik ederek fanatizme yol açıyor. Anlama ve anlaşmak için yapılabilecek tartışmalar, anlaşmamak için bir ilkel bir ideolojik kavgaya, yani sloganlara dönüşüyor. Muhatabının cümlesini dahi dinlemeden, kullandığı kelimeye göre siyah ve beyazdan oluşan kutuplara yerleştiren yarı aydınlar, tartışmaları bir kör dövüşüne döndürüyor.

Siyah ve beyaz dışındaki renkleri dile getirmenin bile cesaret istediği bu ağır hava, siyaseti de çözümü üretemez hale getiriyor. Artık bu çoğulcu ve melez yapının, siyaset ve kültür dünyasında da ortaya çıkması ve taassup mağaralarını yıkması mümkün. Bu bağlamda, Cemil Meriç’in kimlik, yöntem ve üslubu aydınlara müşterek bir yol oluşturmaları bakımından emsal teşkil ediyor. Meriç’in son zamanlarda adeta yeniden keşfedilmesi, işte bu toplumsal ve kültürel ihtiyaca cevap veriyor olmasındandır.

 

[email protected]