Mescid-i Aksa krizi: Sebepler ve sonuçlar

Haydar Oruç / Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü
5.08.2017

İsrail yönetimi, küresel ve bölgesel kaostan istifade ederek bazı kazanımlar elde etmek isterken, hem dünya kamuoyu önünde zorba ve orantısız güç kullanan bir devlet durumuna düşmüş hem de kendi kamuoyunda Filistin direnişine yenik düşen başarısız bir hükümet eleştirilerine maruz kalmıştır.


Mescid-i Aksa krizi: Sebepler ve sonuçlar

14 Temmuz’da iki İsrail güvenlik görevlisinin öldürülmesi üzerine Mescid-i Aksa’nın ibadete kapatılmasıyla başlayan olaylar, aradan geçen iki hafta içerisinde bir nebze yatışmış olsa da bölgedeki tansiyon hala yüksek seviyede. İsrail’in önce Mescid-i Aksa’ya girişleri engellemesi, ardından girişlere metal dedektörleri yerleştirmesi ve nihayetinde detektörlerden de vazgeçip bu alanları kontrol etmek için güvenlik kameraları monte edileceğini açıklaması Filistinliler ve tüm Müslümanlar için bardağı taşıran son damlalar olmuştur. İsrail’in kendi egemenliğinde olmayan bu alanlarda inisiyatif alarak bazı engellemelere ve yasaklara başvurması yeni bir hadise olmamakla beraber, son zamanlarda yaşanan iç politika gelişmelerine paralel bu girişimlerin daha da cüretkar hale gelmesi ziyadesiyle manidar. Bu sebeple, son dönemde İsrail iç politikası ve bölgesel gelişmelerle yaşanan Mescid-i Aksa gerginliğinin sebepleri arasındaki ilişkinin açıklanmasında fayda var.

Muhtemel sebepler

2015 yılındaki seçimlerden beklentilerin aksine güçlenerek çıkan Netanyahu ve partisi Likud, hükümeti kurmak için İsrail politik yelpazesinin sağ cenahında yer alan Kulanu,Yahudi Evi, Shas, Birleşik Torah Yahudiliği gibi küçük partilerin desteği ile ancak 61 sandalyeyle bıçak sırtında ve son dakikalara kadar pazarlıklarla geçen bir süreç geçirmiştir. Daha sonra İsrail Evimiz partisinin de koalisyona dahil edilmesiyle Knesset’teki desteğini 67’ye çıkaran ve görece rahatlayan hükümetin seçim vaatlerini yerine getirmek için eli biraz rahatlasa da, Obama döneminin istediği politikayı uygulamakta yeterince rahat olamamıştır. Ancak Trump’ın koltuğu Obama’dan devralmasından itibaren, İsrail başbakanı Filistinlilerle iki devletli ve 1967 sınırlarında bir barış yapılması, Yahudi yerleşimciler gibi kronik konularda anlaşmadan uzak bir duruş sergilemeye başlamıştır.

Bu süreçte İsrail medyası da yaptığı yayınlarla, Netanyahu’nun Trump’tan aldığı muazzam destek sayesinde yıllardan beri bekleyen sorunları İsrail’in menfaatlerine uygun şekilde çözmeye muktedir olduğu algısını kamuoyuna pompalamıştır. İsrail yönetimi, DEAŞ sayesinde Avrupa ve ABD’de de artan İslamafobia’yı çok iyi değerlendirerek Filistinlileri ve özellikle Hamas’ı şiddetin kaynağı olarak resmedip muhtemel bir barış anlaşmasında muhatabı olacak tarafı hem kendi kamuoyu hem de dünya kamuoyu önünde militarize etmeye gayret etmiştir. Buna mukabil, David Friedman gibi İsrail’in politikalarına çok yakın birisinin Trump tarafından ABD büyükelçisi olarak Tel Aviv’e atanması ve elçinin ilk demecinde “1995 yılında alınan bir karara istinaden ABD büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasına gayret edeceğini” açıklaması tüm bölgeyi tedirgin etmiştir. Aynı dönemde ABD’li yetkililer ve İsrailli politikacıların vermiş oldukları demeçlerde; artık iki devletli çözümün çöktüğü, Yahudi yerleşimcilerin barışa engel olmadığı gibi geleneksel politikalarla çelişen açıklamalar yapmaları İsrail kamuoyunda inşa edilen tek yanlı algıyı kuvvetlendirmiştir.

Neyse ki Trump, Müslüman ülkelerden gelen tepkiler ve ABD Dışişleri Bakanlığının telkinleriyle büyükelçiliğin Kudüs’e taşınmasına dair kararın uygulanmasını erteleme emrini 1 Haziran’da imzalamış ve bu sayede üretilen sunni algının karşılığının olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu olaydan sonra İsrail basınında ve Yahudi diasporasında hükümete ve özellikle Netanyahu’ya yönelik eleştiriler artmıştır. Netanyahu’nun Trump’ın desteğine çok bel bağladığı ve gerçekleşmesi mümkün olmamasına rağmen özellikle yeni yerleşim yerleri açılması konusundaki beklentileri çok yükselttiği dile getirilmiştir. Aynı tarihlerde ABD’de Trump’ın başkanlıktan azledilebileceği haberlerinin ortaya atılması üzerine, en büyük destekçisinin kendi sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalması Netanyahu’yu eleştiriler karşısında savunmasız bırakmıştır. Dolayısıyla mevcut politikalarına ABD’den daha fazla destek gelmesinin mümkün olmadığını anlayan Netanyahu, dikkatleri başka bir yere çekmek durumunda kalmıştır. Aslında bu olay bile başlı başına yaşanan gelişmelere gerekçe teşkil edecek mahiyettedir ancak Mescid-i Aksa’daki İsrail yönetiminin had aşımını sadece bu olayla irtibatlandırmak yetersiz kalacaktır.

Zira aynı dönemde başını eski başbakanlardan Ehud Barak’ın çektiği bir grup İsrailli politikacı, Netanyahu’nun son dönem politikalarının bölgesel barışı tehdit ettiğini ve muhtemel barışı imkansız hale getirdiğini belirtmekte ve kendi kamuoyunu bu yönde uyarmaktadırlar. Barak, İsrail’in Almanya’dan denizaltı tedarik edilmesi sürecinde Netanyahu’nun görevini kötüye kullandığı ve bu satın alma karşılığında pahalı hediyeler kabul ettiği gerekçesiyle uzun süredir gündemde olan yolsuzluk soruşturmasının tamamlanmaması sebebiyle başsavcı Mandelblit’i de eleştirerek bir an önce soruşturmanın tamamlanmasını talep etmektedir. Ayrıca, son Mescid-i Aksa olaylarının arkasında bizzat Netanyahu’nun olabileceğine dikkat çeken Barak, Mescid- Aksa’ya yönelik kısıtlamaların ve alınan yoğun güvenlik tedbirlerinin Filistin tarafında tepkiyle karşılanacağının bilinmesine rağmen, yolsuzluk soruşturmasını gündemden düşürmek için buna göz yumulduğunu ileri sürmektedir. Mescid-i Aksa olayları sayesinde sürdürülen soruşturma haberleri ancak birkaç gazetede kendine yer bulabilmiş ve Netanyahu’nun bu konuyla ilişkisi, kamuoyu ilgisinden uzaklaştırılmıştır.

UNESCO kararına rağmen

Muhtemel gerekçelerden belki de en önemlisi ise UNESCO’nun Mescid-i Aksa ile ilgili almış olduğu kararlar üzerinden yürüyen tartışmalardır. İsrail güvenlik güçlerinin 2015 yılı sonlarında Müslümanların Mescid-i Aksa’ya girişine getirdikleri kısıtlamalar nedeniyle yaşanan gerginlikten istifade ile bu alana girerek kutsal mekanlarda tahribat yapmaları üzerine, UNESCO Dünya Tarih Mirasları Komitesinin aldığı “Mescid-i Aksa ve çevresindeki alanların Müslümanlara ait olduğu, bu alanların Yahudilik tarihiyle alakasının olmadığına” dair karar, İsrail siyasetinde büyük tepkiyle karşılanmıştır. Alınan kararda ayrıca, İsrail’in kutsal mekanların adını değiştirmeye çalıştığı, dünya mirası listesinde olan alanların altında ya da üstünde izinsiz kazı yaparak fiziksel hasar verdiği gibi suçlamalara yer verilmiş ve bu karara sert tepki veren İsrail, UNESCO ile ilişkilerini askıya almıştır. Yahudilikteki kutsal tapınak inancı bu yazının konusu olmamakla birlikte, üzerine bir tarih inşa edilen ve Yahudiler tarafından büyük önem atfedilen bu alanın kendileriyle ilişkili olmadığına dair UNESCO tarafından alınan kararın İsrail tarafında yaratmış olduğu kızgınlık ve tasarıyı hazırlayanlar ile bu kararı onaylayanlara duymuş oldukları öfke de Mescid-i Aksa’da yaşanan olaylara sebep olarak gösterilebilir. Zira, İsrail tüm çabalarına rağmen bu kararları engelleyememiş ve oy veren ülkeler nezdinde yaptığı yoğun lobi faaliyetine rağmen komisyondaki birkaç üye ülke hariç karardan desteklerini çekmelerini sağlayamamıştır. Bu sebeple yaşananlar, İsrail ile Ürdün arasında 1994 yılında yapılan barış anlaşması gereğince Ürdün Evkaf Bakanlığı sorumluluğuna verilen ve UNESCO tarafından da İsrail’in resmi tezlerinin aksine Yahudi tarihiyle alakasının olmadığı, sadece Müslümanların kutsal alanı sayılması gerektiği belirtilen Mescid-i Aksa üzerinde defacto olarak hakimiyet kurma çabaları olarak değerlendirilebilir. İsrail buna benzer hamleler yaparak mevcut UNESCO kararını tanımadığını ve tanımayacağını hem Filistinlilere hem de dünyaya göstermiştir.

Benzer bir gerekçe olarak da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 23 Aralık 2016 tarihindeki alınan 2334 sayılı karar gösterilebilir. Zira karar, herhangi bir yaptırımı içermese de iki devletli bir çözümde 1967 sınırlarını esas alması, bu sınırlar dışındaki tüm yerleşimleri hukuksuz sayması ve tarafları gerginliği arttıracak girişimlerden uzak durmaya davet etmesi nedeniyle İsrail siyasetinin önündeki en kritik sorunlardan birisi olarak gözükmektedir. BMGK’nin daha önceki tarihlerde aldığı benzer kararlar bulunmasına rağmen, mevcut hükümetin iddia ettiği gibi “İsrail’in tarihte hiç olmadığı kadar güçlü olduğu ve uluslararası toplum tarafından desteklendiği” tezini boşa çıkarması sebebiyle 2334 sayılı karar İsrail yönetiminde ziyadesiyle kızgınlığı yol açmıştır. Maalesef İsrail hükümeti her iki kararın alınmasında kendi sorumluluğunu sorgulamak ve kararların gereğini yerine getirmek yerine, kararların alınmasındaki rolleri nedeniyle Filistin tarafını cezalandırmaya çalışmaktadır.

İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik hamlesinin zamanlamasının bölgede yaşanan diğer bir gelişmeyle çakışması da üzerinde durulması gereken bir konudur. Çünkü, Temmuz’un başından beri Katar ile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Mısır’dan teşekkül ülkeler arasında yaşanan gerginlik, bölgenin gündemini yoğun bir şekilde işgal etmekte ve Müslüman ülkeler arasında kaynağı ve güvenilirliği ispatlanamayan muhtelif iddialar nedeniyle gereksiz bir kutuplaşama yaşanmaktadır. Zaten yıllardan beridir Suudi Arabistan ve İran arasındaki rekabet nedeniyle Müslüman ülkelerin enerjileri heder edilirken, bir de Katar’ı teröre destekle suçlayarak dışlamak Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa gibi ortak meselelerin gözden uzaklaşmasına hizmet etmektedir. İsrail yönetimi de Müslüman ülkeler arasındaki bu kutuplaşmayı değerlendirerek, Kudüs ve Mescid-i Aksa’ya yönelik Müslümansızlaştırma politikalarında bir adım daha ileri giderek söz konusu kısıtlamalara cüret edebilmiştir.

Krizin sonuçları

Dünya kamuoyu ve Müslüman ülkeler; Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde devam eden iç savaşlar nedeniyle yaşanan fikir ayrılıklarına, Katar krizi nedeniyle yaşanan kırılmalara, Filistinli gruplar arasındaki bölünmüşlüğe rağmen, Filistinlilerin İsrail’in Mescid-i Aksa’ya yönelik tasarruflarına rıza göstermeyerek büyük bir direniş sergilediklerini görmüş ve onlara destek olmak durumunda kalmıştır. Yoğun baskı altında kalan İsrail yönetimi iki haftanın sonunda bütün kısıtlamaları kaldırmış ve Mescid-i Aksa yeniden Müslümanların ibadetine açılmıştır.

Netanyahu’ya koalisyon ortaklarının aksi yöndeki baskısına rağmen geri adım attıran sebepler; olayların tekrar bir intifadaya yol açma ihtimalinin kuvvetlenmesi, Filistinli grupların (Fetih ve Hamas) yeniden bir araya gelerek birlik oluşturmak maksadıyla görüşmelere başlaması, Ürdün’le yaşanan elçilik krizinin iki ülke arasındaki ilişkileri koparma noktasına gelmesi, Türkiye ile gerginleşen ilişkiler, son dönemde bölgedeki Arap ülkeleriyle yaşanan ilişkilerin normalleşme trendinin sekte uğramaya ihtimalinin belirmesi, Rusya, Çin ve AB gibi küresel aktörlerin baskıları ve ABD’den beklenilen desteğin alınamaması olarak sıralanabilir.

Sonuç olarak İsrail yönetimi, küresel ve bölgesel kaostan istifade ederek bazı kazanımlar elde etmek isterken, hem dünya kamuoyu önünde zorba ve orantısız güç kullanan bir devlet durumuna düşmüş hem de kendi kamuoyunda Filistin direnişine yenik düşen başarısız bir hükümet eleştirilerine maruz kalmıştır.      

[email protected]