Mesele Erdoğan değil, Türkiye!

Adnan Boynukara/Yazar
26.04.2014

Cumhurbaşkanlığı seçim süreci, Türkiye’nin, milletin ve Türkiye’nin sahip olduğu siyasal coğrafyanın varlık ve beka mücadelesidir. Bunu cesaretle ve kararlılıkla Türkiye çıkarlarını takip ederek yapabilecek tek aktör Erdoğan’dır. Küresel sistemin yaptığı operasyonların temeli, Türkiye’yi veya Erdoğan’ı yok etmek değil etkilemek ve yönetilebilir bir noktaya çekmek için baskı unsuru olarak kullanmaktadır.


Mesele Erdoğan değil, Türkiye!
30 Mart yerel seçimleri, Yeni Türkiye’nin siyasal dizaynının ilk etabı olarak başarıyla tamamlandı. Seçim, devlet içine çöreklenmiş paralel devlet anlayışıyla mücadele ve hesaplaşma istekliliği ekseninde sürdü. Seçimin üzerinde cereyan ettiği bu eksen, Eski Türkiye’nin bütün tortularını bu kesim ile aynı paydaya itti. Bu durum da Yeni Türkiye’nin kurucu sosyolojisinin kararlı bir duygu birliğiyle hareket etmesine olanak tanıdı.
30 Mart seçimi bahsettiğimiz zeminde geçti ve şimdi onu tamamlayan ikinci etap bulunuyor: Cumhurbaşkanlığı seçimi. Bu noktada cevabı verilmesi gereken temel bir soru var: Türkiye, Lozan’da verilmiş sözlere ve bağlantılara bağlı kalarak mı, yoksa bu denklemi kendi lehine bozarak ve aşarak mı yoluna devam edecek? Türkiye’nin kendi bariyerlerini aşmasına karşı olan kesimlerin, özellikle Lozan’ın belirleyicileri olan İngiltere ve Fransa’nın, köşke çıkacak isimlerin kendi çizdikleri sınırları temsil edecek isimlerin olmasını önemsediği konusunda kuşku yok.
 
Erdoğan taciz ediliyor
 
Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı seçim süreçleri incelendiğinde, bugüne kadar bir şekilde ‘uzlaşma’ ile bu talebe uygun isimlerin köşke çıkmış olduğu görülür. Şimdi ise Tayyip Erdoğan sürekli taciz edilerek, baskı altında tutulmaya çalışılarak, hatta açıkça tehdit edilerek (Gezi olaylarından bu yana) ‘terbiye’ edilmek isteniyor! Bahsettiğimiz kesimlerin söylediği şey; “ya köşke çıkma, ya bizimle uzlaşarak çık veya Özal gibi başbakanlığı bize bırakarak çık”. Bu durum dikkate alındığında ise cumhurbaşkanlığı seçim süreci, Türkiye’nin iç siyaset meselesi değil, devletin kendisine dayatılan perspektif ile arasında cereyan edecek ve gelecek projeksiyonuna dönük bir mücadele olacaktır.
 
Türkiye’de bu zamana kadar yapılmış köşk seçimleri, dikkatli çalışmaların yapılması gereken süreçlerdir. Bu, hangi denklemlerin hangi gerekçeler üzerinden topluma dayatıldığını anlamak açısından önemli. Buna ilişkin en somut örnek 27 Mayıs darbesidir. 27 Mayıs darbesinin ve darbe ile birlikte oluşturulan kurumların, çok partili hayata geçişle birlikte ortaya çıkan millet iradesini baskılamak için yapıldığı açık. İşte Türkiye, soğuk savaş dönemi boyunca, 27 Mayıs düzeni, yani asker-sivil bürokrasinin toplumu kontrol etme sistemi üzerinden yönetildi. Türkiye bu denklemi ilk kez Özal ile bozmaya çalıştı. Özal ile daha bağımsız bir yol tercihi hayata geçirilmek istendi. Ancak Türkiye, küresel siyasal sisteme karşı küçük bir başkaldırı olan bu deneme girişiminin karşılığı olarak cezalandırıldı. Kürt meselesi, düşük yoğunluklu ‘iç savaş’, yargısız infazlar, 28 Şubat darbesi ve ekonomik krizler... İşte bunların tümü, Türkiye’nin cezalandırılmasına ilişkin deneyimler.
 
Son yıllar küresel sistemin kendi arasındaki çelişkiler, ortaya çıkan yeni ekonomik dinamikler, eskinin sürdürülemez oluşu, yeni bir küresel mobilizasyonun ortaya çıkmayışı gibi nedenlerle küresel sistemde önemli boşluklar oluştu. Güçlü AK Parti iktidarlarıyla Türkiye, kendisine yeni imkanlar ve fırsatlar sunan bu boşluklardan yararlanmayı bildi. AK Parti, Tayyip Erdoğan şahsında, ortaya çıkan tüm fırsatları, köklü değişimler için iyi değerlendirdi. Hatta bölgesine, siyasi coğrafyasına ve var olan Osmanlı ruhuna sahip çıkarak, kendisine dayatılan kırmızıçizgileri de aştı. Süreç analiz edildiğinde, Türkiye’nin kabına sığmayan etkisi ile dinamizminin ve nüfuzunun daha görünür olduğu ortaya çıkar. Bu süreçte Erdoğan’ın küresel siyasal sisteme ilişkin eleştirilerini yüksek sesle dillendirmesinin, Türkiye’ye karşı rahatsızlık duygularını körüklediği de açık. Küresel sistemin, tüm bu olan bitenden rahatsız olduğu konusunda kuşku yok.
 
Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğu rahatsızlığı anlamak için birkaç örneği anımsamak yeterli. 2009 yılında, Davos’da, devlet terörünün en somut örneklerini sergileyen İsrail’e karşı ortaya koymuş olduğu tutum, küresel siyasal sisteme ve dolayısıyla küresel haksızlıklara göz yuman BM yapısına ilişkin eleştirileri, BM’de İran’a yönelik yaptırımların oylandığı oturumda Türkiye’nin hayır oyu kullanması, Kürt meselesinin çözümü konusunda adım atılması ve çözümün, yabancıları dışlayarak, Türkiye içinde aranması...
 
Türkiye’nin kat ettiği gelişmeler ve almış olduğu tutumlar dikkate alındığında, küresel sistem çevrelerinin mevcut durumdan rahatsız oldukları açık. Rahatsızlığın sonucu ortaya çıkan tutum ise Türkiye’yi tekrar eski sınırlarına çekmek, hapsetmek, kendi yol ve yönünü tayin etme çabasını engellemek için yoğun bir baskı süreci başlatmaktır. Küresel güçler tarafından kurgulanan bu çabaların, ikinci etap olarak adlandırdığımız cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde başarılı olması için oldukça farklı kesimleri ve kimi ‘sivil enstrümanları’ yeniden devreye koyacakları görünmekte.
 
Tekrar başa dönülür mü?
 
Bir gerçeği ortaya koymakta yarar var. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde en kritik konu, küresel sistemin itiraz etmediği ve desteklediği bir profil üzerinden pazarlık yapma çabasıdır. Bu tür bir aktörün devreye konulması ise şu ana kadar yapılan tüm reformların, hayata geçirilen değişimci politikaların ve yakalanan fırsatların tamamen berhava edilmesidir. Yani; Özal sonrası Demirel dönemi gibi Türkiye’nin tekrar başa sarıp, ‘iç savaşlar’, kavgalar, çözüm sürecinin sabote edilmesi ve kargaşalarla boğulması istenmektedir. Bu ise Türkiye’nin kabusu ve küresel sistemin Türkiye’yi 1990’lardaki gibi cezalandırması anlamına gelecektir! Son aylarda deşifre olan kimi hazırlıklar bunu işaretlerini içermektedir. Kendisi dışındaki tüm kesimleri karalamak, hapse atmak, çözüm sürecini bozmak ve ekonomik krizi tetiklemek... 1990’lı yıllar gibi bir cezalandırma ajandası! Unutulmaması gereken ise aynı ajandanın paralel yapı(lar) açısından hala geçerli olduğudur. Dolayısıyla, küresel sistem ve onların yerel unsurlarıyla uzlaşan, uzlaşmayı öneren, uzlaşmayı çözüm olarak gören kesimlerle araya mesafe koymak, Türkiye’nin geleceği açısından, oldukça önemlidir!
 
Cumhurbaşkanlığı seçim süreci, Türkiye’nin, milletin ve Türkiye’nin sahip olduğu siyasal coğrafyanın varlık ve beka mücadelesidir. Bu nedenle meseleye, basit güncel siyasi çekişmeymiş gibi bakmak büyük bir aymazlık olur. Mesele, Türkiye ile küresel sistemi yönetenlerle arasında yarım kalmış bir hesaplaşmadır! Bu, küresel sistem ile toptan bir mücadele değil. Ancak Türkiye’nin kendi varlığını güçlendirmesi ve kendi kaderini tayin edebilmesi için son derece kararlı, uyanık ve cesur olma çabasıdır. Bu nedenle sürecin her aşamasında, kendi tercihlerini ortaya koymak, takipçisi olmak ve bunları hayata geçirmek için yapılan baskılara boyun eğmeden adım adım takip etmektir. Bahsettiğimizi yapabilmek için ise cesaretle, kararlılıkla ve inatla Türkiye çıkarlarını takip edecek bir irade şart. Bu özelliklere sahip aktör ise Erdoğan’dır. Bunu küresel sistem de kabul ediyor. Ancak küresel sistemin yaptığı operasyonların temeli, Türkiye’yi veya Erdoğan’ı yok etmek değil, etkilemek ve yönetilebilir bir noktaya çekmek için baskı unsuru olarak kullanmaktadır. Türkiye bu mücadelede galip çıkarsa, küresel sistem karşısında daha güçlü ve daha fazla söz sahibi bir aktöre dönüşecektir.
 
İşte Erdoğan’ın taşıdığı misyon ve sahip olduğu stratejik hedef bu. Türkiye, bahsettiğimiz misyon ve stratejik hedefe uygun bir değişime izin verirse, küresel sistemin politika ve yaklaşımlarının da değişeceği açık. Çünkü küresel sistemi kendi sınırlarına çekmenin tek yolu, inatla ve kararlı bir biçimde ülke çıkarları merkezinde ‘direnmek’tir. Tayyip Erdoğan ise bu ‘direnişi’ temsil etmektedir!