Mevlana'nın ‘arif'i ile Heidegger'in ‘dasein'i aynı kişi mi?

Ozan Demiralp/ Yazar
15.09.2023

İnançları ikisini birbirinden ayırsa da yaşamları boyunca döndükleri kendi etraflarıdır. Her ikisi de bilir ki sorgulanmadan yapılan dönüş sadece mide bulandırır. Arif gün gelip de gözlerini kapadığında hayatın sonuçlandığını düşünmez. Arif bilir ki kendi etrafında sema ederken kendine sebep değil sonuç olur. Dasein de yaşama ölümün ciddiyetinden bakarak varoluşunun farkında olur.


Mevlana'nın ‘arif'i ile Heidegger'in ‘dasein'i aynı kişi mi?

Mesnevi 20 bin küsur beyitten oluşur. İlk 18 beyti bizzat Mevlâna kaleme almış diğer beyitleri Hüsamettin Çelebi'ye Mevlâna dikte ettirmiştir. Hüsamettin Çelebi, Mevlana'ya söylediklerinin kaybolmaması için kaleme almak istediğini söylediğinde O da sarığının kenarından kâğıt çıkarıp; "Senin gönlüne düşen bizim de gönlümüze düşmüştür" demiştir. Mesnevi'nin özünün bu 18 beyitte olduğu yönünde işaretler olduğu rivayettir. İnsan sesine en yakın olan "ney" dillendirir bu on sekiz beyti. Ney dendiğinde kâmil insan gelir akla. Ney, kamışlıktan koparılır, bir müddet bekletilir, sararıp solar, içi dağlanır da boşaltılır. Tıpkı tasavvufta insanın ruhlar aleminden dünyaya gönderilmesini ve nefsiyle mücadeleden sonra ruhunu özgür bırakması gibi...

Mevlana'ya göre insanın dünyadaki başlıca görev ve ödevi, kendi varlığının hakikatini bilmesidir. Meselâ; bir padişah sizi belirli bir iş için bir köye gönderse, siz de gidip yüzlerce iş yaptığınız halde onu yapmadan dönerseniz, esasen hiçbir şey yapmamış sayılırsınız. İnsan da bu dünyaya bir iş için gelmiştir ve gayesi odur. Eğer onu yapamazsa hiçbir şey yapmamış olur. Mevlânâ'ya göre, böyle yüce değerlere sahip bir varlık, şayet kendi değerlerinin ve cevherinin farkında değilse, bedbaht bir insandır ve kendisine gerçekten yazık etmiştir. Elbette Mevlânâ'daki dinî-tasavvufî düşüncenin kaynağı Kur'an ve Sünnet'tir. "Canım tenimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım ..." beytiyle bunu dile getirmiş, "Pergel gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde sağlamca durduğum halde öbür ayağımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum" diyerek bir Müslüman olarak insanlığı kucaklayabildiğini belirtmiştir. Günümüz insanının Mevlana'nın düşüncelerine yakınlaşmasının en büyük sebeplerinden bir tanesi elbette ki dini/dine bakışından öte insanı önceliklendiren ve içe bakışı sağlayan sanatsal derinliğidir.

Mevlâna, hakikatini bulma görevi olan "arif" insanı tanımlarken özellikle İbnü'l-vakt kavramını öne çıkarır. Batı dünyasının "carpe diem"i (anı yaşa), tasavvufta vaktin hükmünün gereğini yapmak olarak çıkar karşımıza ibnü'l vakitle. Günün insanı, anın içinde istediğini yapma/tüketme özgürlüğünü Latince bir deyime yüklerken tasavvuf daha derinlikli bir bakışla anın içindeki insanın varoluşunu konu eder.

İnsanın özü varoluşunda

Mevlana'nın "arif"ine en yakın ve nitelikli kavramı "dasein" ile Martin Heidegger ortaya koyar. Almanca çevirisi "insan"a karşılık gelse de çok daha geniş anlamda "varlığında varlığı kendisine mesele etmesi" ile dasein'ın yani insanın varlık kipi varoluştur. O, var olmak üzere dünyaya fırlatılmıştır, ne var ki bu varoluş sonludur. Bu fırlatılmışlık ölümle nihayete erecek olan varoluşu başlatır. İnsan, dünyaya fırlatılmışlıkla oradan göç etme demek olan ölüm arasında var olmayı üstlenmek durumunda kalan şu varolandır. Heidegger'e göre, insanın özü varoluşunda yatar. O, olduğu şey değildir ama olmakta olandır; varlığı henüz tamamlanmış değildir çünkü. Onun varoluşuna daima bir nevi noksanlık ya da borçluluk içkindir. İnsan ancak ölümün vuku bulmasıyla kapanıma uğrar, yani tamamlanmış olur. Heidegger'de ölüm, hayatla karşıtlık içinde düşünülmez, bilakis ölüm tüm bir varoluşa yayılmış olarak düşünülür. Heidegger'in "Yalnız insan ölür, gerisi telef olur" sözü bu bağlamda düşünülebilir.

Bu arada belirtmemiz gerekir ki Heidegger; M. Eckhart, Luther ve Kierkegaard gibi Hıristiyan düşünürlerden etkilenmiş, teistik olmayan bir çerçevede kutsala ya da ilahi olana ilgisini tüm düşünme yolculuğu boyunca korumuştur. Heidegger, Goethe'nin Herder'den devralıp Faust'un ikinci yarısında kullandığını ifade ettiği mitolojik bir öykü üzerinden insanı tanımlar. Öyküye göre insan, ihtimam gösterme olarak adlandırdığı bir Tanrı'nın topraktan şekillendirdiği bir insana Satürn tarafından ruh verilmesiyle dünyaya gelmiştir.

Varlık, anlamını insanla kazanır

Mevlana da "Ey dost, en değerli inci candır." der insan için. Mevlânâ'da insana gösterilen geniş hoşgörü ve müsamahanın temelinde onun taşıdığı öze olan güven ve ümit vardır. Bu konuda Mevlana, "Hangi tohum yere atıldı da bitmedi? Neden insan için de aynı şeyi düşünmüyorsun?" der. Varlık, anlamını insanla kazanır Mevlana'da da Heidegger'de de. İnsan, kendi ölümüdür. Mevlânâ insanın ölüme doğru varoluşunda, farkındalığa sahip olanlara 'arif' der. Arifin en temel özelliği, kendisine doğru olduğu ölüm halini henüz hayattayken üstlenebilecek bir farkındalığa sahip olabilmesidir. Mevlana "korkusunun" insanı tarif ettiğini

düşünürken Heidegger'de de "kaygı" insanın özünü oluşturur ve varoluşunu belirler. Başka türlü söylersek insan, özünde kaygıdan yapılmadır. İnsanın "kendi önünde" olmasını sağlayan kaygı, insanın zamansal varoluşunun temel ifadesidir aynı zamanda. Peki, insan nasıl sahici bir varoluşa kavuşur ya da kendi olur? Heidegger sahiciliğe giden yolun başlıca olarak ölümün kararlılıkla öncelenmesinden ya da beklenmesinden, dolayısıyla da ölüm önünde bireyleşmeden geçtiğini savunur. İnsanın ölüm önünde duyduğu endişe onu lüzumsuz iş ve ilişkilerden çekip çıkartır ve onu kendi öz varlığına odaklanmaya ve öz dikkat ve ihtimam göstermeye sevk eder. İnsan, bu endişenin sevkiyledir ki biricikliğine sahip çıkarak onu herhangi biri olarak kuran herkes'in hâkimiyetinden kurtulur, kalabalığın sıradan bir unsuru olarak davranmayı bırakır ve tekilleşerek kendi olur. Ölümü metanetle beklemeyi öğrenme, insana kendi öz varlığına odaklanma ve yeri doldurulmaz biricikliğini idrak etme imkânını sağlar ki bu yolla insan kendindeki herkesleşme eğilimine dur deyip onu denetim altına alır. Ölüm önünde endişe, Dasein'ın hayatını felç etmek şöyle dursun, onu sahici bir varoluşun nasıl olması gerektiğini tefekkür etmeye sevk eder ve bu surette o, tüm hayatını yeniden gözden geçirip tanzim etmeye yol bulur. Daha önce yani herkes içinde, herkes gibiyken ona önemli hatta çok önemli görünen pek çok şey, ölümün kaçınılmazlığını ve her an vuku bulabilirliğini derinden duyumsadığında ona artık önemsiz görünür. O zaman tüm hayatı gözünün önüne gelir, neyin vazgeçilebilir ve neyin vazgeçilmez olduğu yeni baştan tanıma kavuşur.

Kendine yürüdüğün yol

Her iki düşünür de bütün olarak bakıldığında aslında varoluşu "zamanın içindeki insanın varlığını sebep/sonuç ilişkisi ile bulma" olarak ele alır. Elbette ki sebep, nesnenin veya düşüncenin olmasını sağlar. Sebep, nedendir. İnsanoğlu varlığı ile başlı başına sebeptir... Sebep olan insan aynı zamanda sonuçtur... Yaptıkları ile de yapmadıkları ile de sebep olur insan ve hepsinin sonunda yaptığına da yapmadığına da katlanarak sonuca ulaşır. İnsan, yaptıklarına sebep ararsa bilince, yapmadıklarına sebep ararsan kendine ulaşır... Başkasının sebebi olan "katil", kendisinin sebebi olan "kaybolmuş"tur. Batan da doğan da aynı Güneş elbette. Güneş'in doğuştaki sebebi ve batışındaki sonucu görmek kadar doğuşundaki sonucu ve batışındaki sebebi de görmek gerekir. İnsan bilmelidir ki kendini bulmak ondan beklenen sonuçtur. Yaşam içinde sebebi, yola çıkmak ve yolda olmaktır da yolda kendine ulaşmak sonucudur insanın ve yaşamda var oluşunun sebepleri kabullenme, yaratıcılık, kararlılık, sevecenlik, dürüstlük ve sezgidir. Sebebini görmek isteyen kişi önce varlık sebeplerini kabullenmek zorundadır. Kendini var olduğu gibi kabul ettikçe kendinde yeni varlık sebeplerine doğru yol alır. İnsan ki kendisine verilen yeteneği gayret ile birleştirdiğinde niyeti ile varlık amacı olan üretime yaratıcılık ile ulaşır. Üretemeyen kişi, varlık sebebini bulamaz ve en sonunda edindiği alışkanlıkları ile kendisinin sebebi olur. Kendine yürüdüğü yol kar, boran ve fırtına ile kesilir insanın. Yolculuğa kararlı şekilde devam eden yolcu varlık sebebini hiçbir zaman unutmayan ve sağlam adımlar ile yolu yürümeye devam eden kişidir. Sebebi görmek isteyen insan sevecen olmak zorundadır. Sevmek kişinin ruhunun varlık sebebidir. İlahi olanı, kendini ve başkalarını sevebildikçe varlık sebebini bulmuş sayılır insan. İnsan sebebi görmek istiyorsa dürüst olmak zorundadır. Olduğu gibi göründükçe olmak istediği yere varabilir ancak. Kendine dürüstlük yolda en fazla ihtiyaç duyduğu şeydir son tahlilde. Dürüst olan kişi yolda heybesi dolu, uzun yolun yolcusudur. İnsan sebebi görmek istiyorsa sezgili olmak zorundadır. Yaşadıkları ile öngörülü oldukça attığı adımın nereye ulaşacağını bilir. İnsan unutmamalıdır ki yol uzasa da adımı sağlam olan kişi eninde sonunda kendisine sağ salim ulaşır.

Aslında Mevlana da Heidegger de yaşamın tamamlayıcısı olarak ölümü görürlerken "varoluşun" anlamını ölüm üzerinden anlamak gerektiğini ortaya koyarlar. İkisini birbirinden ayıran elbette ki "inançları" olsa da "arif" ve "dasein" temelde aynı kişidir. Arif gün gelip de gözlerini kapadığında hayatın sonuçlandığını düşünmez. Arif bilir ki kendi etrafında sema ederken kendine sebep değil sonuç olur. Dasein de yaşama ölümün ciddiyetinden bakarak varoluşunun farkında olur. Arifin de dasein'in de yaşamları boyunca döndükleri kendi etraflarıdır da her ikisi de bilir ki sorgulanmadan yapılan dönüş sadece mide bulandırır. Arif başındaki sikkenin nefsinin mezar taşı, giydiği beyaz tennurenin kefeni, sırtındaki hırkanın ise kabri olduğunu bilmeden dönerse vuslat için değil kendinden ayrılık için döndüğünün idrakindedir. Neyi, neden yaptığının idraki, kendi etrafındaki bilinçli dönüşünde saklıdır insanın. İnsan kabrin başında gözyaşı döktükçe sonuçtaki sebebi göremeden kendi yasını tutar. İnsan ki bayramı, matemi karıştırıp düğün evi yasçısı, yas evi tefçisi olduğunda üstüne giydiği hırkanın ne olduğunu bilmeden kendi etrafında soldan sağa yanlış yöne döner de küfürde sayılır. Kâbe etrafında dönüş Güneş'in dönüş yönü olan sağdan sola doğrudur. İşte bu sağdan sola olan dönüşteki yeniden doğumu göremedikçe yaşayan bir ölü sayılır insan. Herkes ayrılıktan bahsederken, Mevlana, Şeb-i Aruz ile vuslat gecesinden bahseder. Sebebi olan yaşamın nihayetlenip sonuca erdiği ölüm anını "Ruhun zindan olan vücuttan çıkma ve zindanı harap etme anı" olarak tanımlayarak sonuca değil sebebe ulaşır... Sebebi de sonucu da anlamak için Güneş'e bakmak gerekir. İnsan günün doğuşundaki sebebi anlarsa batışı da sebepten sayar. Saatin akrebi insanın ömrünü öldürürken döndüğü yön ile tükenmeyi gösterir. Güneş'in kendi etrafındaki dönüşü yeniden doğuşun müjdesidir de arifin kendi, insanın Kâbe etrafındaki dönüşü yeniden doğuş değil midir?