Mezhepçi vekalet savaşına devam mı?

Hakan Çopur / Yazar
28.03.2015

Herkesin Husilerle uğraştığı ve Şii karşıtlığının hızla tırmandığı bir ülkede El-Kaide’nin büyümek için kendine yeni bir boşluk bulması imkân dâhilindedir. Ancak bu durum, ABD için arzu edilir bir şey değildir. Dolayısıyla bugün Suriye ve Irak’ta DEAŞ karşıtlığı ekseninde yakınlaşan ABD ile İran’ın Yemen’de El-Kaide karşıtlığında buluşup buluşmayacağı sorusu, şimdilik “arkası yarın”a kalmış gözüküyor.


Mezhepçi vekalet  savaşına devam mı?
Suudi Arabistan’ın, 10 ülke ile birlikte Yemen’e başlattığı askerî müdahale, zaten yeterince karışık olan Orta Doğu sahnesini biraz daha karıştırdı. 150 bin askerle yapılan bu müdahaleyi Yemen’in stratejik önemi parantezinde Şii-Sünni gerilimi veya İran-Suud kapışması denkleminde okumak mümkündür. Yeni Kral Selman’ın kendi stratejik tercihlerini gösterme gayreti de bu denkleme eklenebilir. Bir başka ifadeyle, İran’ın bölgede birçok başkentteki hâkimiyetinin etkileri ve Kral Selman’ın Kral Abdullah’tan farkları anlaşılmadan sağlıklı bir analiz yapılamaz. Yemen, salt bir Şii-Sünni çatışmasından öte Suudi Arabistan ile İran arasındaki politik bir güç mücadelesinin zemini olmuş durumdadır.
 
Şii yayılmacılığı
 
Arap Baharı, kazananından çok kaybedeninin olduğu bir süreç olarak dünya tarihindeki yerini aldı. En çok da bölge halklarının kaybettiği bu süreçte otoriter/totaliter rejimler ilk başta sarsılsa da özellikle (Arap coğrafyasının abisi konumunda olan) Mısır’da Batı’nın el vermesiyle gerçekleştirilen askerî bir darbe sonucunda yeniden eski rejime dönüldü. Irak halen istikrarı yakalayabilmiş değil, Libya yeniden karıştı, Suriye ise yüzbinlerce ölüme sahne olan bir savaş meydanı haline geldi. Tüm bu hengâmenin sonucunda Tahran’dan başlayan Şii jeopolitiği; Bağdat, Şam ve Beyrut gibi en önemli başkentlerde etkisini arttırdı. Bu zeminde İran destekli Şii Husilerin Yemen’de iktidarı ele geçirmesi, Suudi Arabistan üzerinde “etrafı çevrilen bir ada” etkisi oluşturdu.
 
Esasen Şii-Sünni gerilimi Orta Doğu için yeni bir konu değildir. Ancak her şeyi Şii-Sünni gerilimi ile açıklama kolaycılığına da kaçmamak gerekir. Ocak ayında tahta oturan Kral Selman ile Kral Abdullah’ın Şii yayılmacılığı konusunda birbirlerinden biraz farklı perspektiflere sahip oldukları söylenebilir. Başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerini her zaman çok üst düzeyde tutan Kral Abdullah, Batı için daha öncelikli bir “tehdit” olan İhvan’ı, geleneksel Suudi çizgisinin belkemiği olan anti-Şii tehdit algısının önüne koymuştu. Bu da, de facto olarak, Suudi Arabistan’ın İran’la olan asli mücadelesinde görece zayıf davrandığı yönünde ülke içinde eleştirilere zemin hazırlamıştı. İşte yeni Kral Selman, bu eleştirileri dile getiren çevrenin en önde gelen isimlerinden biriydi.
 
ABD ile oldukça uzun ve yapısal ilişkileri olan bir ülke olan Suudi Arabistan’ın yeni bir kral tahta geçti diye tüm stratejik ilişkilerini yeni baştan düzenleyeceğini düşünmek hayalcilik olur. Ancak, en azından Şii-Sünni mücadelesi bağlamında (ya da İran-Suudi Arabistan mücadelesi), Kral Selman’ın Kral Abdullah’tan daha etkin olacağını ve Suudi Arabistan’ı geleneksel anti-Şii çizgisine yeniden sokacağını düşünmek için birtakım doneler ortaya çıkmış durumda. Bu çerçevede Yemen müdahalesini hem yeni Kral Selman’ın kendini göstermesi, hem de ülkenin geleneksel anti-Şii çizgisinde daha etkin olacağını tüm dünyaya ispatlaması bakımından bir güç gösterisi olarak okumak mümkündür. Suudi Arabistan’ın yıllar içinde ABD’den aldığı silahların çalışıp çalışmadığını denemek için Yemen’e askerî müdahalede bulunduğu yönündeki yorumlar ise şakayla karışık bir gerçeği de ifade ediyor; çünkü 2010 yılında ABD yönetimi, tarihinin 60,5 milyar dolarlık en büyük silah satışını Suudi Arabistan’a yapmıştı. Bu denli girift ilişkileri olan iki devletten birinin başına geçen yeni kralın, sırtını başka bir duvara yaslamak için biraz yaşlı olduğu söylenebilir.
 
Yemen’de kim, ne yaptı?
 
Arap Baharı sürecinde sarsılan ülkede Şubat 2012’de Ali Abdullah Salih rejiminin devrilmesinden sonra, Salih’in yardımcısı olan Sünni Mansur Hadi Cumhurbaşkanı oldu. Hadi’nin iş başına gelmesinden sonra Şii Husilerle yönetim arasında ciddi çatışmalar başladı. 21 Eylül 2014’te taraflar arasında bir barış anlaşması imzalansa da ordu ile Husiler arasındaki çatışmalar sona ermedi. Nihayet 17 Ocak’ta Cumhurbaşkanı Hadi’nin özel kalem müdürünün Husiler tarafından kaçırılmasıyla gerilim had safhaya tırmandı. Geçtiğimiz ay parlamentoyu fesheden Husiler, 551 üyeden oluşan Geçici Ulusal Konsey’in ülkeyi idare edeceğini açıkladı. Başkent Sana’da kontrolü tamamen ele geçiren Husilerden kaçan Cumhurbaşkanı Hadi, güneydeki Aden şehrine giderek buradan yönetime devam edeceğini ilan etti. Bu karmaşık durum devam ederken gelen askerî müdahale ile Suud yönetimi ve diğer Körfez ülkeleri, Hadi’nin görevine dönmesini destekliyor. Zaten Hadi de bugünlerde Riyad’da misafir ediliyor.
 
Buna mukabil İran, Yemen’deki Husilerle olan bağını hiçbir zaman net olarak inkâr etmediği gibi, Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami, Ensarullah Hareketi’nin (Husiler) İslam Devrimi’nin temel ilkelerine uygun hareket ettiğini belirtmişti. Yine de, bu sıralar nükleer müzakerelerde belli bir mesafe alma imkânı olan İran’ın, Yemen’de sahne önünde eyleme geçmesini beklemek fazla iyimserlik olur. İran, bir yandan Husilere olan desteğini sahne arkasından devam ettirirken öte yandan nükleer müzakerelere de devam edecektir.
 
Esasen Suudi Arabistan’ın tek açmazı, etrafını saran Şii halkası değil. Örneğin Yemen’de Şii Husilere savaş açan Suud yönetimi, aynı zamanda Yemen el-Kaidesi ile de uğraşmak zorunda. ABD ve İngiltere ile olan yakın ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, el-Kaide için hiç de sevimli olmayan bir güç. Batı için de bir “bela” olan el-Kaide’nin Yemen’deki varlığı, uğraşılması gereken bir diğer sorun olarak zaten gündemdeydi. Herkesin Husilerle uğraştığı ve Şii karşıtlığının hızla tırmandığı bir ülkede el-Kaide’nin büyümek için kendine yeni bir boşluk bulması imkân dâhilindedir. Ancak bu durum, ABD için arzu edilir bir şey değildir. Dolayısıyla bugün Suriye ve Irak’ta DEAŞ karşıtlığı ekseninde yakınlaşan ABD ile İran’ın Yemen’de el-Kaide karşıtlığında buluşup buluşmayacağı sorusu, şimdilik “arkası yarın”a kalmış gözüküyor. İlk rauntta ise Suudi Arabistan’a lojistik ve istihbarat desteği veren bir ABD görüntüsü var. Muhtemelen ABD, Yemen’e düzenlenen bu askerî operasyonun sonuçlarına göre hem Husilerle hem de Yemen el-Kaidesi ile nasıl mücadele edeceğine daha net karar verecektir. Suriye’yi (Sünni-İslamcı) muhaliflere vermemek için Esed’e dört yıldır göz yuman Amerikan yönetimi, şimdi DEAŞ’la mücadele bahanesiyle Esed’le görüşebileceğini bile açıkladı. Dolayısıyla Yemen’de ilerleyen aylarda neler olabileceğini kestirmek için biraz daha önümüzü görmeye ihtiyacımız var.
 
Yemen’in neresindeyiz?
 
Türkiye, hem Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hem de Dışişleri Bakanlığının net açıklamalarıyla Yemen’e düzenlenen askerî operasyonu desteklediğini ilan etti. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan, İran’ın bölgeyi domine etme gayreti içinde olduğunu ve bunun bölgesel rahatsızlığa neden olduğunu net bir dille ifade etti. Burada önemli olan konu; Türkiye’nin hem İran’la hem de Suudi Arabistan’la (başka ülkelerin ne dediğinden bağımsız olarak) ortak bir zeminde bu meseleleri konuşabilme yeteneğini kullanabilmesidir. Nitekim Nisan ayı başında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İran’a yapacağı ziyaret şimdiden tarihî önem kazanmış durumdadır. Türkiye, 2010 yılında Brezilya ve İran’la birlikte (tüm Batı ülkelerini karşısına alarak) Tahran Deklarasyonu’nu yapmış ve nükleer müzakerelerde çok önemli bir kapı açmıştı. Türkiye’nin bu diplomatik elini o tarihten sonra pek de sıkı tutmayan İran’ın şimdi Yemen üzerinden nasıl bir yol izleyeceği, sadece Türkiye-İran ilişkileri bakımından değil tüm bölgenin geleceği bakımından önem taşıyor. Suriye’de Esed’e destek veren İran’ı suçlayan Türkiye ile Yemen’de Suud öncülüğündeki askerî müdahaleye destek veren Türkiye’yi suçlayacak olan İran arasında yeni bir kriz alanı doğum sancısı çekiyor.
 
Uluslararası ilişkilerde mutlak dostluklar ve düşmanlıklar yoktur. Bir konuda anlaşan iki ülke, farklı bir konuda ters düşebilir. ABD-İran-Suudi Arabistan üçgenindeki konuları da bu çerçevede düşünmek gerekir. İran tarafından desteklenen ve belli bir güce ulaşmış olan Husiler ile önemli askerî imkânları olan Suud öncülüğündeki 10 ülkeden oluşan askerî güç arasındaki çatışmalar, ülkede uzun sürebilecek bir mezhep savaşının fitilini de yakabilir. Yemen’de olan biteni salt bir mezhep savaşı olarak görenler olabilir. Ancak, meseleyi Suud-İran politik mücadelesi olarak değerlendirmek de en az diğer yaklaşım kadar doğru ve mantıklıdır. Yine de, Yemen’in bölünmesi ve Husilerle el-Kaide arasına sıkışması, mezhep savaşı tanımlamasını daha güçlü bir biçimde gündeme getirecektir. Ama kabul etmek gerekir ki, on yıllardır fakirlik ve sefalet içinde yaşayan Yemenliler için en kötü barış bile savaştan daha makbul olabilir.
Orta Doğu’daki vekâlet savaşları daha uzunca bir süre coğrafyanın başını ağrıtmaya devam edecek gibi gözüküyor. Çıkmaz sokaktan kurtulmanın yolu, bu kadim toprakların kendi geleceğini, vekâleten yürütülen savaşlarla değil, kendi kalemiyle yazmasıdır.