AK Parti kongresinde Başbakan Erdoğan ‘Milleti’ en az Bahçeli kadar telâffuz etmiştir. Acaba, ‘Millet’ derken Erdoğan ve Bahçeli kavrama farklı anlamlar mı yüklemektedirler; dahası, aynı mefhum üzerinde bu kadar ısrarla duran Erdoğan, nasıl oluyor da Bahçeli’ye göre “2071’de Türkiye’yi”, “Türk vatanını”, yani Türk Milletini yok sayabiliyor?
Prof. Dr. ALİ YAŞAR SARIBAY/Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi
Milliyetçi Hareket Partisi’nin(MHP) 10. Olağan Büyük Kongresinde Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin tartıştığı birçok sosyal ve siyasal mesele, aslında Kongre’ye slogan olan bir deyimde ve geleceğe yönelik bir endişede toplanmış olarak ifade buldu: “Türk Milleti sensiz asla” ve “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’nın 2071 hedefinde Türkiye yoktur, Türk vatanı da yoktur”.
Bu ifadelerin, şüphesiz, bir muhalefet partisinin iktidara yönelttiği eleştirileri aşan anlamları var; bu anlamlar etrafında Türkiye’nin siyasal hayatının muhtemel şekillenmesi üzerine düşünmek gerekmektedir. Her şeyden önce, şu husus önemli: Çok partili siyasal hayata geçildikten beri, “Millet” mefhumu siyasi söylemin çok önemli bir unsuru olarak yer almış; hemen her parti tartışmalarını bu mefhum etrafında yapmıştır. Mesela, MHP’den çok az zaman önce AK Parti kongresinde Başbakan Erdoğan “Milleti” en az Bahçeli kadar telâffuz etmiştir. Acaba, “Millet” derken Erdoğan ve Bahçeli kavrama farklı anlamlar mı yüklemektedirler; dahası, aynı mefhum üzerinde bu kadar ısrarla duran Erdoğan, nasıl oluyor da Bahçeli’ye göre “2071’de Türkiye’yi”, “Türk vatanını”, yani Türk Milletini yok sayabiliyor? Sorunun uyardığı tartışmaları söz konusu partilerin yandaşları uzun uzadıya sürdürebilir ama bizim buradaki amacımız; demokrasi meselesi ile meşgul olan bir Türkiye’de, genel olarak millet mefhumunu (bu mefhumdan türeyen milliyetçiliği) merkeze alarak ülkenin geleceğinin siyasi inşasının ne şekilde anlamlandırabileceğimizdir. Hemen belirtelim ki, bu doğrultuda, kongresinde alternatif bir vizyon sunan MHP’yi akılda tutarak bazı fikirler ileri süreceğiz. Bu açıdan, üzerinde duracağımız mesele basittir: Millet ve buna bağlı olarak milliyetçilik, demokrasi olgusuyla hangi bağlamda bağdaşık, hangi bağlamda karşıt bir konum arz etmektedir?
Millet ırkı ifade etmez
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından itibaren milliyetçilik akımlarının yükselmesi hız kazandı ve milliyetçilik, dünyada en güçlü siyasi kuvvetlerden biri haline geldi: Sadece Balkan ülkelerinde, Rusya’da Afrika’da değil, başta Fransa ve Almanya olmak üzere Batılı ülkelerde de hızla yayıldı. Bu olguyu, globalleşmenin sonucu olarak görenler çoğunluktadır. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz husus, bunun tersidir. Milliyetçilik, globalleşme karşıtı bir durumun değil; globalleşme süreci doğrultusunda bazı milletlerin o sürece kendi doğrultularında ekonomik ve siyasi eklemlenme isteğinin sonucudur. Milliyetçiliğin demokrasi ile karşılaşması da tam bu noktayla bağlantılıdır. Bu hususu daha açık kılmak üzere, bazı kavramları tanımlayarak ilerlemek uygun olacaktır.
Bu kavramların ilki olan millet, Latince soy, ırk anlamına gelen nationem’den türemiştir. Nationem, 13. Yüzyılın sonlarından itibaren ırkî bir grubu tanımlamak için kullanılmaktaydı. Fakat, kavram 16. Yüzyıldan başlayarak siyasi bir içerik kazandı ve 17. Yüzyıla gelindiğinde de bir ülkenin bütün halkını kasteden bir anlama kavuştu. Bu doğrultuda teba (subject)’nın yerine de nationality geçti ve nihayet bugün kullandığımız “milliyetçi”nin karşılığı olarak nationalist mefhumu 19. Yüzyılın ortalarında siyasi söyleme yerleşti. Dolayısıyla, 600 yıllık bir sürede (1300-1900’ler arası) millet siyasi bir organizasyonun temel birimi olarak kabul gördü; bu birimi rakipsiz kılma (bazı durumlarda dayatma) girişimi “milliyetçilik” adı altında siyasi bir tavra dönüştü. Böylece, belli bir grup insanın başka bir grup insana karşı dayanışma duygusu oluşmaya başladı; Max Weber’in deyişiyle millet ve dolayısıyla milliyetçilik “değerler âleminin” en önemli unsurları halinde pekişti. Bu bağlamda milleti tanımlamak gerekirse, şu söylenebilir: Millet, belirlenmiş bir toprak üzerinde ortak bir geçmiş ve kadere sahiplik duygusu hisseden bir insan topluluğudur. O kadar ki, bu topluluk, üzerinde yaşadıkları toprağa ilişkin mücadelelerden, tehlikeye; anılardan kültürel bağlılıklara dair ortak yaşantıları paylaşır. Şüphesiz, bu ortak bağın, toplum bireylerini bir arada tutan bir güce erişmesi, siyasi bir faktöre ihtiyaç gösterir ki o da devlettir: Devlet, milleti siyasi bir özne yaparak, onu ilksel (primordial) bağların üstüne çıkarır, aynı zamanda ona tâbiri caizse bir ruh üfler. Tam da bu noktada, millet etrafında şekillenen siyasal ontoloji çatallaşır: Bir yanda, söz konusu ruhu saf tutma ve koruma anlamında aşırılaştırılan “biz” algısının yol açabileceği yabancı düşmanlığı; buna bağlı olarak, öbür yanda, kültürel bağlılıkları siyasi bağlılığın yerine geçirmeye ve o kültürel bağları tekrar siyasi bağa dönüştürmeye dayanan bir Balkanizasyon olasılığı belirebilir.
Böyle bir olasılığı demokrasi meselesi ile bağlantılı düşündüğümüzde; milliyetçiliğin son tahlilde dışlayıcı tavrı ile demokrasinin kapsayıcı mahiyetinin çatışmaya başladığını görebiliriz. Bununla beraber, milliyetçiliğin ve demokrasinin benzer bir mantığa dayandığı gözden kaçırılmamalıdır; o da her ikisinin de bir birlik tesisi sayesinde varlık bulabileceğidir. Demokrasi, tabiatı icabı homojen bir demos’u şart koşar. Milliyetçilik de homojen olmasa dahi, yukarıda tanımlandığı gibi, ortak bir yaşantı deneyimini esas alır, fakat bu doğrultuda o deneyimi homojenleştirme ameliyesine girişir. Hal böyle ise milliyetçiliğin demokrasinin tamamlayıcı bir mantığı olduğu söylenebilir mi? Ya da milliyetçilik ve demokrasi birbirine bağlı olarak işleyen mantıklar mıdır?
Bu soruların olumlu ve olumsuz cevapları vardır. “Olumlu” cevap, millet’in demos’a indirgenerek, homojen bir topluluk tasavvurunun hayata geçirilmesinde farklılıklardan doğabilecek çatışmaların üstesinden gelinebileceğini iddia eder. Bu durum daha çok sivil milliyetçilik denen türe tekabül etmektedir (tarihsel örnek Fransa’dır). “Olumsuz” cevap ise, demokrasinin çoğunluk- azınlık; milliyetçiliğin de biz-onlar ayrımı olmadan hayat bulamayacağından hareketle; demos’un kim olduğu üzerinden meydana gelen bir siyasi antagonizmaya işaret eder. Nihai olarak, millet’i veya demos’u meydana getiren sosyolojik unsurlardan (ırk, dil, etni, dil, vs.) birinin esas alındığı bir homojenleştirme mücadelesi zuhur eder ve bu radikal boyut kazanır (tarihsel örnek Almanya’dır). Her iki görüş, aslında şu sonucu ima etmektedir: Demokrasi gibi, milliyetçilik de siyasetin ürünüdür, dolayısıyla yeni siyasi projelerin nesnesidir. Hal böyle olunca, esas mesele demos’un kim olduğunu, nihayetinde nasıl olması gerektiğini tayin etmek meselesi olarak kendini gösterir. Bunu sağlayacak olan, globalleşmenin mahiyeti ve ülkenin globalleşme karşısında ne şekilde konumlandığıdır. Globalleşmeye ilişkin ilk belirtilmesi gereken nokta, bu olgunun ulusal hükümetlerin ekonomi politikalarının sonucu olarak, malların, hizmetlerin ve sermayenin ulusal sınırların dışına taşmasını ve kurumsallaşmasını ifade eder. Bu süreç devleti dışlamaz; fakat, devletin işlevini değiştirir, ona ulusal sınırlar dışında yüklenebileceği rolleri empoze eder. Kısacası, globalleşme devleti yok sayan bir süreç olarak değil; onun rolünü ve mahiyetini değiştiren, duruma göre by-pass eden bir şekilde işler. Genel olarak milliyetçi akımların karşı çıktığı budur: Devletin, dolayısıyla onun ontolojik temeli sayılan milletin mahiyet değişikliği itibariyle siliniyormuş gibi görünmesi.
MHP’nin ve AK Parti’nin ‘millet’i
Bu husus, tam da MHP Kongresinde dile getirilen endişeyi (2071’de Türkiye’nin, dolayısıyla Türk milletinin yok sayılacağı) açıklamaktadır. Çünkü, MHP, AK Parti’nin Türkiye’yi globalleşme sürecine artan hızda eklemlediğini görmekte ve bunun son tahlilde ulusal devletin silikleşmesi üzerinden milletin türdeşliğine halel getireceğini, milli devletin yerini giderek bölgesel federasyonların alacağını iddia etmektedir. MHP için, diğer bir “endişe” kaynağı, AK Parti’nin demos’u tanımlayıcı unsur olarak dinin gücünü ima etmesi ve bunun da sonunda millet olmayı din ekseninde daha geniş bir oluşuma dönüştürerek bölgesel federasyona giden aynı yolu döşeyeceğidir.
MHP’nin bu iddiaları ne kadar geçerli ve gerçekçidir? Hemen belirtelim ki, milliyetçiliğin tarihte sebep olduğu siyasi felaketler; günümüzde bu akımı “arkaik” kılmaz. Öncü devletlerin hegemonyasında adaletsiz, amorf ve çeşitliliği, farklılığı kışkırtarak bir topluluğa aidiyet hissini tahrip eden bir globalleşme karşısında milliyetçilik siyasal olarak ontolojik bir temelde yükseldiği gibi; millet de tarihsel bir ontolojiye sahiptir ve bu yüzden “milli” addedilen bir kimliğin bu doğrultuda dayanışma işlevi görmeye devam etmesi her zaman mümkün görünmektedir. MHP’nin ilk bakışta göze çarpan özelliği, bu siyasal-tarihsel ontoloji temelinde teşekkül eden “değerler âlemini” muhafaza etmeye girişmiş olmasıdır. Fakat, bu, MHP’nin içine sürüklenebileceği bir açmazı da kaçınılmaz kılabilir: Değişmez addettiği değerler alemini demos’a saf bir “ruh” olarak üflemek, “muhafız” bir siyasi devleti demos’un tek hâkimi kılmayı da beraberinde getirebilir. Bu ise, belirli/tartışmasız bir demos tasavvurunu hâkim kılarak; ortak yaşantı deneyimini “tek” bir unsura indirgeyip, radikal bir homojenleştirme ameliyesini ister istemez davet eder; demokrasiyi amaç olmaktan çıkarır.
Sınırları belli bir yazıda sonuç olarak söylenecek belki şudur: MHP’nin milliyetçiliği, değişen dünya şartlarının ışığında gerçekçi bir biçimde yeniden düşünmesi ve kavramlaştırmasıdır. Bunun, hem globalleşmenin Türkiye’deki izdüşümleri karşısında, hem demokrasinin ülkede pekişmesi düzeyinde katkılarının olacağı beklenebilir.