‘Millet sistemi’ iyi miydi?

Prof. Dr. İskender Öksüz / Yazar
28.09.2013

On yedinci asra kadar Batı Avrupa ile aramızda büyük bir fark yokken daha sonra bizi yıkıma götüren ve hâlâ devam eden mukayeseli zayıflık niçin meydana geldi? Yirminci asrın başında Türkler niçin iş hayatının neredeyse tamamen dışındadır ve Türkiye’de en karmaşığından en basitine kadar hemen her şey Hıristiyanlarca yapılmaktadır? Prof. Kuran’ın Yollar Ayrılırken kitabı da tam bu sorulara cevap arıyor: “On altıncı asrın [Osmanlı]tüccarı, iki asır sonra, reformlardan önce dirilseydi, hâlen geçerli sözleşme, borçlanma muameleleri ve yatırım araçlarının kendisine bu kadar tanıdık gelmesine şaşardı.”


‘Millet sistemi’ iyi miydi?

Osmanlı’nın fakir, güçsüz ve rekabet edemez hâle gelirken Hıristiyan vatandaş nasıl durmayıp zengin, güçlü ve rekabet eder hâle gelmişlerdi? Bunun cevabı pek karmaşık değil. İki sebep var. Birincisi Osmanlı’nın milletler sistemi. İkincisi -birinciyle ele alınmak kaydıyla- kapitülasyonlar.

On yedinci asra kadar Batı Avrupa ile aramızda büyük bir fark yokken daha sonra bizi yıkıma götüren ve hâlâ devam eden mukayeseli zayıflık niçin meydana geldi? Yirminci asrın başında Türkler niçin iş hayatının neredeyse tamamen dışındadır ve Türkiye’de en karmaşığından en basitine kadar hemen her şey Hıristiyanlarca yapılmaktadır? Prof. Timur Kuran’ın Yollar Ayrılırken kitabı da tam bu soruların cevaplarını arıyor. Geçen yazıda bu aramanın ışığında Batı Avrupa ile Orta Doğu’nun on yedinci asra kadar bir birine yakın zenginlikte olduğunu, iş hayatındaki müesseseler bakımından da aralarında ancak küçük farklar bulunduğun görmüştük. Büyük fark, on yedinci asırdan itibaren Batı’nın müesseseleri hızla değişirken bizimkilerin bin yıl öncesinde nasılsa öyle devam etmesiydi. Prof. Kuran şöyle yazıyor: On altıncı asrın [Osmanlı]tüccarı, iki asır sonra, reformlardan önce dirilseydi, hâlen geçerli sözleşme, borçlanma muamelelerinin ve yatırım araçlarının kendisine bu kadar tanıdık gelmesine şaşardı. Fakat bu atalet sadece şahıslar ve iş hayatı için geçerliydi. O iki asırda, Batı’nın baskısını hisseden devlet askerî teşkilatlanmayı, silahları, harp taktiklerini, bu konulardaki eğitimi, bürokrasideki muameleleri, usulleri ve organizasyonu defalarca değiştirmişti. Biz iş hayatında dururken Batı ne yapmıştı ve şimdi farkımız neydi? Bizde sözleşmeler gerçekten “söz”leşmeydi: Şahitler huzurunda fakat çoğunlukla “sözle” yapılıyordu.

Ticaret ancak birbirini tanıyan insanlar arasında olurdu ve şahsî güvene dayanırdı. Bu şartlarda karmaşık bir hesap tutma sistemine -Batı’daki çift kayıtlı muhasebe gibi- ihtiyaç duyulmamıştı. Ortaklıklar hâlâ âdî ortaklık, bilemediniz mudarabaydı ve çoğunlukla iki kişilikti. Devletten başka hükmî şahsiyet yoktu. Servetlerin kolayca yatırıma dönüşeceği yollar mevcut değildi. Yatırımların kolayca nakde dönüştürüleceği imkânlar da... Bu şartlar altında ortaklıkların müddeti ve sermayesi sınırlıydı. Kredi ancak tefecilerden ve gayrı kanunî bir iş yapılıyor duygusu ile elde ediliyordu. Batıda, on altıncı-on yedinci asırdan başlayarak “sözleşme” yazılı “kontrat”a dönüştü. İş sınırlı coğrafyaların dışına çıkıp kıtalar arası mesafelere açıldıkça ticaret yapanların bir birini değil tanıması, görmesi bile mümkün değildi. Bu yüzden muameleler de bilgi de yazıyla taşınır ve saklanır hâle geldi. Ticarî bilgilerin duyurulması için gazeteler çıkmaya başladı. Hindistan’a, Amerika’ya yapılacak yatırımlara veya kurulacak tekstil fabrikası veya demiryoluna iki- üç kişinin bir yıllık ortaklığı yetmiyordu. İki kişiden biri ölünce Hindistan’daki tesisi satıp gelirini paylaşmak söz konusu olamazdı. Mevzuat, devletin de hisse sahibi olduğu binlerce kişilik limited, sonra anonim şirketlere doğru değişti. Hâkimler bu şirketlerin şartlarını öğrendi. Kanunlar ihtiyaçlar doğrultusunda değişti. O büyük şirketler -ki meselâ İngiltere’nin “Doğu Hint Şirketi”nin özel ordusu bile vardı; ticaret filoları yüzlerce topla donanmış gemilerle korunuyordu- hisse senetleri çıkardılar. Hisse sahiplerinden biri ölürse senetler miras kalıyordu; şirketin varlığı değil. Ortaklıktan ayrılmak isteyen işletmeyi değil, elindeki senetleri satıyordu. Bu alım-satımların yapılabilmesi için borsalar teşkilatlandırıldı. İşler için kredi lâzımdı.

Temelde anonim şirket olan bankalar kuruldu. Bir kısım yatırımcılar, paralarının değerlendirilmesi için bankaya yatırıyor, banka da bu birikimleri şirketlere veriyordu. Başka yatırımcılar hisse senedi almayı tercih ediyordu. Böylece toplumdaki bütün birikimler mal ve hizmet üretimine yönlenebildi. Bu değişiklikler bir gecede olmadı. Adım, adım, her biri bir başka ihtiyaca cevap vermek için yapıldı. Hepsi aynı ülkede de ortaya çıkmadı. Meselâ iş basını ve muhasebe sistemi İtalya menşelidir. Bunları akıllı bir yönetici bir seferde yapmadı. İş dünyasının, tüccar birliklerinin, sanayici birliklerinin bastırmasıyla kanunlarda gerekli düzenlemeler yapılarak on yıllar, yüz yıllar boyunca gerçekleştirildi. Peki, bu müesseselerin, organizasyonun, mevzuatın bize aktarılması için niçin iş işten geçene kadar bekledik? İki sebebi var. Bir kere hukuk, ekonomi, kurumlar, organizasyon gibi benim “yumuşak” dediğim -fakat ölüm ile kalım arasındaki farkı yaratan- unsurları görülmesi de, taklidi ve adapte edilmesi de zor oluyor. Prof. Kuran’dan alalım: Kahire’ye bir buhar makinesi ve makineyi çalıştıracak teknisyenler ve ham madde yollanabilirdi.

Fakat bu makineden yararlanacak organizasyonu nakletmenin çok daha zor olduğu görüldü. Çalışan bir hisse senedi borsası bir gecede kurulamazdı çünkü böyle bir organizasyonun, karmaşık bir hukuk sistemine, çeşitli uzmanlıklara ve bu uzmanları eğitip sertifika verecek okullara ihtiyaç vardı... Bu yüzden çözümlemelerde kurumların değişimine öncelik verilmelidir. Organizasyon kapasitesinin teknolojideki yaratıcılığı da yabancı teknolojilerden yararlanmaya da tesir ettiğini vurgulamak gerekir. Nasıl Orta Doğu’nun okul eğitimi bölgenin bilim ve teknikteki ilerlemesini etkilediyse üretimdeki organizasyonları da teknolojideki değişim ve genel olarak entelektüel faaliyetini şekillendirdi. Dolayısıyla bölgenin organizasyon tarihi bugünkü bilgi eksikliğine yol açan unsurlardan biridir. İkinci ve belki daha önemli sebebi, Batı’da bu kurumları talep eden, kurulmaları için bastıran, kurulduktan sonra ihtiyaca göre üzerlerinde değişiklikler yaptıranların devletin dışındaki “tüzel kişiler” olmasıydı. Prof. Kuran, “tüzel kişi” kavramının bize yabancı olduğunu söylüyor. Meselâ ticarî kanunları çıkartan, “merkantilist” politikaları zorlayan, şirket mevzuatını düzenletenler adı üstünde tüccar ve iş adamı teşkilatlarıdır. Bizim bir zamanların Ahi Teşkilatı (hatta Ahi Cumhuriyeti) gibi. Fakat bizatihi otorite merkezleri olan o teşkilatlar, tıpkı asiller, toprak sahipleri, kontlar, dükler, baronlar gibi henüz merkezî devletlerin bulunmadığı Ortaçağ Avrupası’nda vardır. Bizim diyarlarda ise yine tıpkı asiller, aşiretler ve benzer küçük otorite merkezleri gibi yok edilmişlerdir: Yine de loncalar zamanla daha muhtar olabilirlerdi. Bu vuku bulmadıysa temel bir sebep, siyasî şartlardır. Loncaların ortaya çıktığı dönemde Anadolu keşmekeş içindeydi. Zayıf devletçikler durmadan değişen sınırlar karşısında hâkimiyet mücadelesi içindedir; tıpkı Avrupa’da ilk din ve şehir tüzel kişiliklerinin doğup yayıldığı beş asırlık dönem gibi. Fetret devam etseydi, siyasî ve hukukî boşluk loncaların tüzel kişilik özellikleri kazanmasına izin verebilirdi. Fakat Osmanlılar Anadolu’yu birleştirmeyi ve hâkimiyetlerini daha geniş çevredeki büyük ticaret merkezlerine ulaştırmayı başardılar.

Loncaları da devlet yararına kullanmayı seçtiler ve onlara tüzel kişilik vermek için, kaynaklarını kendi kendilerine yönetmelerine veya faaliyetlerini arzu ettikleri gibi genişletmelerine müsaade etmek için bir sebep görmediler. Avrupa’da ise durum farklıdır: İtalyan tüccarları hâkimiyet kurdular, çünkü Orta Doğu’daki meslektaşlarından farklı olarak müşterek menfaatlerini savunmanın yollarını geliştirdiler. Daha on üçüncü asırda Batı Avrupa’nın her yerinde tüccarlar teşkilatlanıyordu. Belirli tarzlar ortaya çıkmıştı. Venedik ve Ceneviz tüccarları siyasi güç sahibi oldu ve ticarî çıkarları için devlet kurumlarını kullanmaya başladılar. Başka yerlerde siyasî hâkimiyetleri bulunmayan tüccarlar bir araya gelip uzun ömürlü teşkilatlar kurdular ve tüzel kişilikler ve başka ayrıcalıklar elde etmek için siyasî otoriteyle pazarlığa giriştiler. İslâm Hukuku’nun geri kalışta rolü var mıdır? İslam mıdır millete pâ bendi terakki? Zaten kitabın uzun ismi, “Yollar Ayrılırken- Orta Doğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslâm Hukukunun Rolü”. Hatta aslından çevirirsek daha beter: “İslam Hukuku Orta Doğu’yu Nasıl Geri Bıraktı”.

Devlet ve bürokraside, eğitim kurumlarında yüksek tempolu bir değişimden bahsettik. Demek ki devlet ve bürokrasi için “İslâm Hukuku” (her ne demekse) ayak bağı olmamaktadır. Fakat iş ticaret ve iş münasebetlerine gelince Orta Doğu’yu geri bırakmaktadır. Anlaşılıyor ki aslında iş mevzuatındaki donmuşluk yukarıda saydığımız sebeplerden kaynaklanmaktadır: 1) İş adamının, ticaret ve üretimin menfaatini temsil edip savunacak tüzel kişiliklerin bulunmaması. 2) Maddî medeniyet kolayca taklid edilebilirken onun dayandığı yumuşak unsurların, hukukun, organizasyonun ve kısaca kurumların ayırd edilmesindeki ve taklidindeki zorluk. “İslâm Hukuku” ancak hareketsizliğe bir mazeret olmuştur. “İslâm Hukuku”, arkaizm için, “bir zamanlar ne iyiydik, eskiyi terk ettik de böyle olduk” demenin etiketi, Batıcılar için de “pâ bendi terakkî”dir. Aslında ne biri ne de ötekidir. Son soru: Biz durur ve durduğumuz için fakir, güçsüz ve rekabet edemez hâle gelirken Hıristiyan vatandaşlarımız nasıl durmayıp zengin, güçlü ve rekabet eder hâle gelmişlerdir? Bunun cevabı pek karmaşık değil. İki sebep var. Birincisi Osmanlı’nın milletler sistemi. İkincisi -birinciyle ele alınmak kaydıyla- kapitülasyonlar. İlk defa Mısır Memlukleri’nin (resmî adıyla “Türkiye Devleti”nin) sonra da Kanunî ile birlikte Osmanlı’nın yabancı devletlere verdiği kapitülasyonlar o devlet tüccarlarının Türkiye’de âdeta koloniler kurmasına izin veriyordu.

Yabancı tüccarlar kendi ülkelerinin hukukuna tabi oluyor, kendi ülkelerinin hâkimlerince yargılanıyor, kendi ülkelerinin ticaret müesseselerine göre davranıyorlardı. Bizim Hıristiyanlarımız da dilediklerinde o kolonilerin himayesine giriyor ve onların kanunlarına tabi olabiliyorlardı. Dilerlerse “İslam Hukuku”na, dilerlerse limited şirketli, hisse senetli, borsalı “Hıristiyan Hukuku”na... Müslüman tebanın böyle bir ayrıcalığı yoktu. Kapitülasyonların kurduğu koloniler -asıl ismiyle “konsolosluklar-konsüller”- Türkiye’de âdetâ sadece Hıristiyan tebamızın faydalanacağı küçük Batı Avrupa’lar yaratmıştı. Bir gecede geliveren bu kurum reformları ile Türkiye’deki Hıristiyanlar o derece güçlendi ki, yalnız yerli Müslüman tüccar ve iş adamlarını rekabetle yok etmeyi değil, aynı zamanda dışarıdan gelen yabancı iş adamlarını da geri yollamayı başardılar. Piyasaya hâkim oldular. İşte uzun süren bir turdan sonra ta baştaki “Niçin?” cevaplandı. Fatih Kerimi’nin tespitinin niçin’i: “Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye’deki Hıristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir.” Şükür artık bu halden kurtulduk... mu? Daha yakın zamana kadar Milletler Sistemi’nin ne kadar iyi olduğu ve yeniden ihdası konuşulmuyor muydu? Kanunlardaki aksi ifadelere rağmen hâlâ maliye “şirket ortağı” diye anonim şirket hissedarlarının peşinde koşmuyor mu? Hâlâ savcılar anonim şirket hâzirun cetvellerini suç listesi olarak kullanıp fezleke düzenlemiyor mu? En anonim anonim şirketlerimiz için hâlâ “burası kimin?” diye sorulup, alınan cevap hâlâ anlamlı olmuyor mu? Borsa İstanbul kaç yaşında ve şirketlerin yüzde kaçı ve borsaya açılanların hisselerinin yüzde kaçı borsada? Yumuşak unsurların, “müesseselerin” adaptasyonu bir gecede olmuyor.

[email protected]