Milletiyle kaim devlet

Ali K. Metin / Şair, Yazar
17.11.2018

Demokrasi her şey demek değil. Bir arada yaşamayı sağlayacak müşterek değerler ve hedefler oluşturulamadığı takdirde ortada ne demokrasi ne de toplum veya devlet kalır. Dolayısıyla devlet aygıtı, millet kavramı ve realitesiyle koşullanan tarihi bir sürece doğru girdi. Devletin kurucu gücü ve asli yapı taşı olarak milletten bahsetmeye başladık.


Milletiyle kaim devlet

Bir arada yaşamanın koşulunu bütünüyle güvenlik gerekçesine bağlamanın bugünün dünyasında kabule şayan bir görüş olmadığını söylemek bile fazla. İnsanın ontolojik boyutu kendisini toplumsal, siyasal pratiklerde de gösterir ve bu yolla temayüz eden anlamlı bir dünyayı öngörür, önceler. Sadece güvenlik endişesine dayalı bir yaşam modellemesi insani açıdan ikna edici olmayacaktır. Tıpkı hedonist hayatlar için söz konusu olduğu gibi. İnsanı hayvandan ayıran ve üstün hale getiren belli başlı özelliği sevk-i tabii dışında davranış geliştirebilme kabiliyetidir. Ancak bu ne güvenlik endişesini ne de haz arayışını yok saymayı veya önemsiz kılmayı gerektirir. Her ikisi de insan olmanın doğal gereklerinden biri olmaya devam eder. Dahası sadece insan olmanın değil, toplum olmanın, devlet olmanın da bir gereği olarak karşımıza çıkar. Gerek toplum gerekse devlet söz konusu sevk-i tabiiden izole edilebilecek yapılar değildir. Dolayısıyla insanın hem güvenlik ihtiyacına hem de haz arayışına belli şekillerde imkan sağlamakla kayıtlıdırlar. Bunun şartları yerine getirilemediği takdirde insanın toplumla (büyük cemaatiyle vs.) ve devletle olan ilişkisi problemli hale gelmeye başlar. Sadakat hisleri giderek zayıflar.

Devletin tabiatı

Bununla beraber, insanın toplumla ve bilhassa devletle alt katmanda kurduğu bu ilişki, devletin tabir caizse ilkel dönemlerinde belirleyici olmuştur. Tarihsel olarak devletin izlediği evrimleşme süreci insan-devlet ilişkisinde önemli dönüşümlere yol açtı. Geleneksel devlet yapılarında, ardından modern devletlerde söz konusu ilişki biçimi (beklentiler) ortadan kalkmadı ancak yenileriyle birlikte kombine bir yapıya büründü. Diğer taraftan insanın bireysel tekamülünde olduğu gibi devletlerin evriminde de değişim külli ve saf bir kopuş şeklinde vuku bulmaz. Eski ile yeni arasında süregiden bir diyalektikle cereyan eder. İşleyen bu diyalektiğe rağmen devletin nüvesini oluşturan ilksel özellikler kolay kolay değişmez, en azından değişime karşı çok ciddi bir savunma refleksi gösterir. Devletin sahip olduğu iktidar (şiddet) gücü ne denli hukuki bir kisveye veya gerekçeye sahip kılınırsa kılınsın, nihayetinde eşitsizlikten müstağni olamaz. Eşitsizlik devletin doğal vasfı hatta koşuludur. Eşitsizlik arttıkça güç de artar. Başka deyişle devletle toplum arasında her şeye rağmen çözülemeyen temel çelişkiler vardır. Devlet bir taraftan bu çelişkilerden beslenirken, diğer taraftan çelişkileri kamufle etme ve/veya gerekçelendirme konusunda genetik/özsel diyebileceğimiz temayüllere ve reflekslere sahiptir. Toplumun bir ürünü olduğu halde aşkın, özerk bir güce dönüşmüştür. Toplumla arasındaki mesafeyi tamamen kapatmayacak ama toplumu göz ardı da edemeyecektir. Bu yüzden her devlet kendisini meşrulaştıracak ideolojik güce ve aygıtlara sahip olma zorunluluğu duyar. Aksi halde toplumla devlet arasında var olan çelişki çatışmanın fitilini ateşler. İdeoloji, devletin yumuşak gücüdür. Bu gücün yetmediği, yetersiz kaldığı yerde devletin ikinci silahı asimilasyon politikalarıdır. Onun da yetmediği yerde fiziki cebir devreye girer.

Geleneksel devlet yapısının ilkel (arkaik) devletlere kıyasla var olan çelişkiyi daha da derinleştirdiği bir gerçek. Devlet artık toplumdan önemli ölçüde izole, özerk bir konuma doğru gelmiştir. Şöyle ki, “Geleneksel devlet, idari ve siyasi faaliyetleri mümkün kılan, farklılaşmış ve uzmanlaşmış bir organ olarak, içeride ve dışarıda güvenliği sağlamaya yetkin bir hükümet aygıtını gerektirir.” (Balandier 2016, 147) Devletin bu şekilde ayrışık ve hegemon bir yapıya evrilmesi bir tarafıyla çelişkileri şiddetlendirici etkiler yapar. Bunun sonucu sadece toplumla devlet arasında değil, devletin kendi içinde de yeni çelişkiler zuhur edecektir. Ancak öncelikli olan toplumla arasındaki çelişkileri bastırmaktır, tehlike asıl itibariyle buradadır.

Değişen kodlar

Bu itibarla -devletin kompleks yapısı söz konusu tehlikeyi hafifletici bir unsur olsa dahi-  ilkel devletlerde olduğu gibi bir yandan iktidarı (otoriteyi) kutsallık halesiyle teçhiz etme ihtiyacı da duyulmuştur. (Yeri gelmişken, kerim devlet söyleminin bu minval geleneksel devlet anlayışının tipik ifadelerinden biri olduğunu söylemden geçmemeli.) Dahası güvenlik ve hazla ilgili beklentileri karşılamanın giderek yetmez hale gelmesiyle birlikte adalet, hukuk ve ontolojik müştereke olan ihtiyaç baskın düzeye gelmeye başlar. Bireyler veya toplum için maddi düzeyden manevi düzeye inkişaf etmek nasıl bir gereklilikse bunun devletle olan ilişkilere yansıması da öylesine doğal ve gereklidir. Beklentilerdeki bu minval değişmeye bağlı olarak devletler zorunlu bir değişim süreci içine girerler. Ne ki bu değişim, iktidar refleksleri ve çıkarlarından ari şekilde yürümez. Devletle toplum arasında artan çatışma potansiyeli, mitsel/metafizik söylemleri devlet açısından daha hayati bir konuma getirir. “Geleneksel devlet, bir azınlığın, daimi egemenliğini icra etmesini mümkün kılar… İktidarın dayandığı vekalet gökten, tanrılardan veya soylu atalardan gelir.” (Age, 148).

Gelenekselden modern devlete doğru yaşanan evrim devletin baskı ve eşitsizlik üzerine kurulu asli  yapısını değiştirmiş değildir. Ancak, mevcut çelişkilerin dayattığı baskıyı minimize etme yolunda olumlu bir mesafenin alındığından pekala söz edilebilir. “Hürriyet” ana fikri üzerine kurulan modern devlet, iktidarı kutsalın hakimiyetinden azat ederek akıl ve “hümanizmin” temelleri üzerine oturtmuş, en azından oturtmayı öngörmüştür. İktidarın kaynağı artık insanın özgür iradesiyle koşullu bir nitelik kazanmıştır. Başka deyişle, devletle insan-toplum arasındaki ilişki tek taraflı bir tabiiyet ilişkisi olmaktan çıkarak hak ve özgürlük temelli bir ilişkiye geçilmiştir. Hukuksal ve siyasal meşruiyet bundan böyle toplumun rızasına bağlı olup, devlet erki belirli bir sözleşme hukuku (anayasa) ile kayıtlıdır. Böylece devletle toplum arasındaki çelişkiyi/çatışmayı ortadan kaldırmanın formülü olarak demokrasi -eski Yunan’ın kent demokrasilerinden sonra yeniden- tarih sahnesine çıkmıştır.

Fakat demokrasi her şey demek değil. Bir arada yaşamayı sağlayacak müşterek değerler ve hedefler oluşturulamadığı takdirde ortada ne demokrasi ne de toplum veya devlet kalır. Dolayısıyla devlet aygıtı, millet kavramı ve realitesiyle koşullanan tarihi bir sürece doğru girdi. Devletin kurucu gücü ve asli yapı taşı olarak milletten bahsetmeye başladık. Modern dünya, bilindiği gibi her alanda yaptığı türlü icatlarla geleneğin kurum ve değerlerinin tasfiye etmekteydi. Millet kavramı da bir arada yaşamanın en makul, gerçekçi ve ‘anlamlı’ bir imkanı olarak muhtelif şekillerde icat ve/veya inşa edildi. Zira, devletin meşruiyeti artık başta hürriyet ve eşitlik olmak üzere liberal değerlere bağlı hale getiriliyordu. Bunun için devletle toplum ve bireyler arasında ontolojik/organik bağların varlığına dolayısıyla toplumsal rızaya ihtiyaç duyuldu. Söz konusu bağları tesis etmenin yolu olarak millet kavramı ihdas edildi. Rousseau’nun “genel irade” kavramı ‘millet’in varlık zeminini oluşturdu, tebaanın yerini böylece millet almış oldu. Devlet artık tebaası üzerinde tahakküm kurarak hareket eden bir güç olmayacak, toplumla organik ve ontolojik bir bütünleşme içinde zuhur edecektir.

Bütünleşme sorunu

Bu çerçevede, Benedict Anderson’un milleti “hayali cemaat” olarak tanımlaması son derece açıklayıcı ve isabetli bir tespit olarak görünüyor. Yani mevcut, reel bir yapıdan ziyade kurmaca, inşa edilmesi gereken bir cemaat idealinden söz ediyoruz. Reel dünyayla kurmacaya dayalı millet tasavvuru ve teşekkülü arasındaki farklılıklar bu yüzden ulus-devlet projelerinin görece yumuşak karnı haline geldi. Devlet olmak için elzem olan fiziki, niceliksel koşullar ister istemez sahici cemaatlerin yerine “hayali cemaat” üretimini zorunlu kılmaktaydı. (Bilindiği gibi kimi yerde bunun tam tersi de olmuş, emperyalist politikalar böl-parçala stratejileriyle sahici cemaat/millet yapılarını parça parça etmişlerdir). Buna bağlı olarak başta etnik yapı, ardından kültürel, tarihi müşterekler milletin teşekkülünde görece belirleyici unsurlar olur. Bilhassa etnik farklılıklara dayalı millet tanımlaması ve oluşumları, geniş anlamıyla kültürel, ontolojik temelli ortak değerlerin üretimini zaman içinde hayati bir noktaya getirmiştir. Bununla beraber, bir yanda ulus-devlet hukuku ve realitesinden kaynaklanan eşitsizlik algısı, diğer yanda Birleşmiş Milletlerin Temel İnsan Hakları Beyannamesi’ndeki “Her milletin kendi kaderini tayin hakkı” ilkesi etrafında alevlenmeye her zaman teşne olan etnik asabiyeti ciddiye almak, bunu yapıcı ve gerçekçi politikalarla ifade edebilmek gerekiyor.

Milletin omurgası

Liberalizmin eşitlik ve özgürlük ilkeleri temelinde gereken hukuki ve kültürel açılımların sonuna kadar götürülmesi, bir arada yaşamanın stratejik temellerinden biridir. Etnik asabiyet her ne kadar millet ideali önünde bir problem kaynağı gibi görünüyor olsa bile, bunu tam aksine avantaja dönüştürerek toplumsal-siyasal planda bir güç ve dinamizm kaynağı haline getirmek bizim elimizdedir. Bunun için kimlik siyaseti yerine özgürlükçü siyaseti devlet-toplum ilişkisinin bütün veçhelerinde somutlaştırmak icap eder. Ancak bu zorunluluk, devlet-toplum ilişkisindeki asgari şartlardan biri olmakla beraber yeter şart değildir. Kendi “hayali” veya ideal cemaatimizin inşası için ortak, kaynaştırıcı değerleri ikmal etmekle mükellefiz. Ernest Gellner’in dediği gibi “Ulusçuluk aslında derinliğine içselleştirilmiş, her biri devlet tarafından korunan eğitime bağlı üst kültürlere dayanan yeni biçim bir toplumsal örgütlenmenin sonucudur” (Gellner 1992, 93). Hayali cemaatin omurgasını bu tarz bir üst kültür oluşturacaktır. 

Ne ki, “öğrenci andı” gibi etnik asabiyeti ve reaksiyonu kışkırtıcı ritüellerin bugün hala gündeme gelebiliyor olması özgürlükçü siyasete dair tercihlerimizin kısmen bıçak sırtında olduğunu göstermekte. Ortak değerleri inşa edeceğimiz yerde devletçi, ideolojik saplantılardan kurtulamadığımız görülüyor. Buysa bizi, ileri doğru gitmek gerekirken mevcut kazanımlarla yetinmeci bir tutuma doğru savurabilmektedir. Dolayısıyla mesele, tahakkümcü çağrışımlar yapan her türlü söylem tarzını bir yana koyarak toplumu bütünüyle kucaklayacak ontolojik bir dil ve perspektifi geliştirmek olmalı. Devletin anayasası neyse okullarımızdaki öğrenci andı da aynı ruh kökü ve ortak paydayla mücessem hale getirilmeli. Zira etnik kimlik siyasetine verilecek her taviz sadece büyük devlet değil, büyük millet olma yönündeki cehdimizin de önünü tıkayacaktır.

[email protected]

Kaynaklar

Balandier, Georges (2016), Siyasal Antropoloji, Çev: Devrim Çetinkasap, Türkiye İş Bankası Yayınları.

Gellner, Ernest (1992), Uluslar ve Ulusçuluk, Çev: Büşra Ersanlı Behar - Günay Göksu Özdoğan, İnsan Yayınları.