Milli egemenlik neden hâlâ önemli?

Prof. Dr. Hamit Emrah Beriş / Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi
22.04.2022

1980'lerde ortaya çıkan küreselleşme süreci, millî devletlerin geleceğinin de sorgulanmasını beraberinde getirdi. Ülkeler arasındaki işbirliği sürekli yeni alanlara taşınıyor, AB gibi örnekler yeni bir uluslararası sistemin doğuşuna işaret ediyordu. Sonuç olarak millî egemenliğin işlevini kaybettiği iddiası dile getiriliyordu.


Milli egemenlik neden hâlâ önemli?

1576 yılında Fransız düşünür Jean Bodin, devleti diğer otoritelerden ayırmak için yeni bir kavram ortaya attı. Bodin, "egemenlik" dediği bu kavramın devlete hukukî bir vasıf kazandırdığını savundu. 1648 yılında Avrupalı prenslikler arasında imzalanan Westphalia Anlaşmalarıyla egemenlik kavramı uluslararası sistemin merkezine yerleşti.

Karşılıklı kabul

Daha açık bir ifadeyle devletler karşılıklı olarak egemenlik haklarını tanımayı ve birbirlerinin içişlerine karışmamayı kabullendi. Fransız Devrimi'nden sonra egemenliğin devlete değil, millete ait olduğu düşüncesi ortaya çıktı ve böylece millî egemenlik kavramı doğdu. 19. yüzyıl boyunca gelişen milliyetçilik hareketleri millî devlet modelinin insanlığın kaderinde merkezî bir yer almasını beraberinde getirdi. Önce dünya savaşları, ardından 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BM) egemenliğin devletler açısından taşıdığı önemin altını kalınca çizdi. Öyle ki BM, uluslararası sistemi "egemen eşitlik" ilkesine dayandırdı, dolayısıyla üye devletlerin birbirlerinin içişlerine karışmamalarını temel şartlardan biri olarak benimsedi.

Yeni etkileşim biçimleri

1980'lerde ortaya çıkan küreselleşme süreci, diğer pek çok gerçeklik gibi millî devletlerin geleceğinin de sorgulanmasını beraberinde getirmişti. Küresel ölçekte iletişim ve etkileşimin artmasının dünyanın farklı yerlerinde yaşayan insanlar arasında yeni bir tür ilişkinin gelişmesine neden olacağı iddiası dile getiriliyordu. Bu kapsamda devletlerin geleneksel rollerinin aşınacağı, halklar arasında doğrudan kurulacak ilişkilerin bir bakıma siyasal iktidarları by-pass edeceği savunuluyordu.

Mesela ticarî faaliyetler, ülkeler arasındaki sınırları ve gümrük kısıtlamalarını anlamsız hâle getirecekti. Bunun yanında, devletler tarafından sistematik halde uygulanan insan hakları ihlallerinin uluslararası toplum tarafından kendilerine müdahale edilmesiyle sonuçlanması gerektiği söyleniyor, bu durum "insanî müdahale" kavramıyla açıklanıyordu. Üstelik ülkeler arasındaki işbirliği sürekli yeni alanlara taşınıyor, Avrupa Birliği gibi örnekler yeni bir uluslararası sistemin doğuşuna işaret ediyordu. Sonuç olarak millî egemenliğin, dolayısıyla da millî devlet modelinin eski işlevini kaybettiği iddiası sıklıkla dile getiriliyordu.

Barış beklentisi

2000'li yıllar başladığında küresel ölçekte daha barışçıl, adil ve güvenli bir dünyaya kavuşulacağı beklentisi hâkimdi. Ancak çok kısa bir süre içinde bu hayalin gerçekleşemeyeceği anlaşıldı. 11 Eylül 2001'de New York'ta İkiz Kulelere gerçekleşen terör saldırıları, ABD'nin güvenlik paradigmasını değiştirmesine yol açtı. Bush Doktrini şeklinde nitelenen bu paradigma, ABD'nin kendi güvenliğini sağlamak için gerekirse başka siyasal rejimlere müdahale edebilmesini içeriyordu. Nitekim Irak ve Afganistan'a yönelik askerî operasyonlar bu anlayış doğrultusunda hayata geçirildi. ABD ve bazen de öncelik yaptığı uluslararası koalisyonlar, farklı devletlere müdahale ederek bunların rejimlerini değiştirdiler. Rejim değişikliklerini işgal süreci takip etti. İşgaller söz konusu ülkelerde devlet kapasitesinin geliştirilmesine çaba harcandığı, bunun için de zamana ihtiyaç duyulduğu iddiasıyla açıklanmaya çalışıldı. Ancak aradan henüz yirmi yıl bile geçmeden bu tür müdahalelerin istenen sonuçları vermeyeceği anlaşıldı.

Orta Doğu ve Güney Doğu Asya başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerindeki siyasal istikrarsızlıklar yalnızca ortaya çıktıkları coğrafyayla sınırlı kalmadı, yaşanan sorunların olumsuz etkileri dünyanın her tarafına yayıldı. İlk olarak işgale uğrayan ülkelerde kurumsal kapasite geliştirme çabaları başarısızlıkla sonuçlandı. Değil demokrasiye geçiş, güçlü bir devlet yapısının kurulması bile başarılamadı. İşgal sırasında yaşanan insan hakları ihlalleri toplumlarda radikalleşmeye varan ciddi tepki meydana getirdi. Dolayısıyla ülkelerin güvenlik sorunları çözülemediği gibi bunlara yenileri eklendi. Bu bölgelerde yaşanan sorunlar başta komşu coğrafyalar olmak üzere dünyanın farklı yerlerine yayıldı. İstikrarsız coğrafyalarda terör örgütleri giderek güç kazandı, hatta DEAŞ örneğinde görüldüğü üzere bunlar belirli dönemlerde alan hâkimiyeti sağlayabildi. Daha önce genellikle tek tek ülkeleri ilgilendiren terör küresel bir sorun hâline geldi. Aynı süreçte karşılaşılan bir diğer sorun geniş ölçekli göç dalgaları oldu. Kuşkusuz göç, insanlık tarihinin her zaman bir gerçekliği durumunda olmuştur. Ancak günümüzün ulaşım ve iletişim imkânları pek çok devlet için göçü önlenemez bir duruma getirdi. Suriye Savaşından kaçanların komşu ülkelere sığınması örneğinde olduğu gibi insanî gerekçeler de kitlesel göç sorununu büyüttü.

Paylaşım sorunu

Tüm bu sorunlar devam ederken insanlık bunların üzerine bir de tüm dünyayı etkileyen Covid19 pandemisiyle karşılaştı. Pandemi ortaya çıktığında tüm ülkeler sınırlarını birbirlerine kapattılar, en temel insanî yardım malzemelerinin paylaşımında dahi oldukça hasis davrandılar. Aynı durumun ileride tek bir devlet oluşturma idealiyle yola çıkan Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin kendi aralarında bile görülmesi dikkat çekti. Aslında Avrupa Birliği söz konusu olduğunda bu tür bir görüş ayrılığı yeni bir durum da değildi. Pek çok uluslararası sorun karşısında AB üyeleri, millî devlet çıkarlarını korumak için hareket etmiş ve ortak bir tavır sergileyememişti. Covid19 süreci ise sınırların bile kapatılmasına yol açtı ve millî çıkarların hâlâ her şeyin üzerinde olduğunu gösterdi.

Dünya genelinde yaşanan tüm sorunlar millî devletlerin insanlık tarihindeki yerini koruduğunu gösteriyor. Devletlerin en önemli varlık gerekçeleri, sınırları içerisinde yaşayan insanların güvenliklerini sağlamak. Üstelik güvenlik ihtiyacı, geçmişe göre çok daha geniş bir alana yayılıyor. Geçmişte güvenlik, insanların hayatlarına yönelik içten ve dıştan gelecek tehditlerden korunmasıyla sınırlıydı. Oysa artık yalnız sınırların korunması veya temel kolluk hizmetlerinin sağlanması değil, gıdadan sağlığa, enerjiden çevreye çok sayıda konu devletin güvenlik işlevinin bir parçası hâline geldi. Söz konusu işlevi yerine getirebilmek için devletlerin işleyen bir hukuk sistemine ve güçlü bir kurumsal kapasiteye sahip olmaları gerekiyor. Hukukun sağlıklı şekilde işlemesi için öncelikle vatandaşların sistemin temel ilkeleri üzerinde mutabık kaldıkları bir demokrasinin kurulması zorunlu. Bu bakımdan, devletler ilk olarak gerçek anlamda bir millete ihtiyaç duyuyorlar. Millî devlet anlayışının ve millî kimliğin oturduğu ülkelerde bu sorunların önemli ölçüde aşıldığını söylemek mümkün. Zira bu ülkelerde aynı hukuk kurallarını ve demokratik ilkeleri benimsemenin birlikte yaşayabilmeleri için gerekli olduğunu düşünen vatandaşlar arasında kader birliği yaşanıyor. Buna karşılık "başarısız/zayıf devletler" için ilk aşamada yapılması gereken millî kimliğin oluşturulması veya tahkim edilmesi. Ardından devletlerin kurumsal kapasitelerinin geliştirilmesi geliyor. Bu sürecin başarıyla takip edilmesinin işleyen bir demokrasiyi ve kurumsallaşmış bir hukuk devletini ortaya çıkarması muhtemel. Aksi takdirde ise devletlerin dışa bağımlı veya dışarından müdahalelere açık bir görünüme bürünmesi riski bulunuyor.

Demokrasi geleneği

Türkiye, yüz elli yıla yaklaşan bir anayasa ve parlamento geçmişine sahip. Darbeler nedeniyle arada kesintiler olsa bile ülkenin yetmiş yılı aşkın süredir de işleyen bir demokrasi geleneği de var. Ayrıca siyasal sistemin köklü bir devlet geleneği üzerine oturması kurumsal sorunların çözülmesi açısından ciddi bir avantaj sağlıyor. Ülkenin içinde bulunduğu coğrafya, tüm devletlerin baş etmekte zorlandıkları terörden göçe pek çok büyük ölçekli sorunun adeta merkezi durumunda. Bu kadar çok sorunla karşı karşıya olunması, aslında bunların çözümü açısından da ciddi bir tecrübenin oluşmasını beraberinde getiriyor. Mesela terörle mücadele alanında karşılaşılan zorluklar, güvenlik güçlerinin bunlarla baş etme kapasitesini oldukça önemli şekilde artırdı. Başka bir olumlu örnek, çoğu Avrupa ülkesinin nüfusundan bile fazla sayıda sığınmacıya ev sahipliği yapılması ve bu sürecin nispeten sorunsuz şekilde yönetilebilmesi.

Etrafımızdaki ülkeler başta olmak üzere dünyanın farklı yerlerinden verilebilecek örnekler millî egemenliğin neden hâlâ önemli olduğunu gayet iyi şekilde izah ediyor. Millî egemenlik, toplumu bir araya getiren ve devlete devlet olma vasfı kazandıran en önemli ilke. Demokrasinin konsolide edilmesi ve siyasal özgürlüklerin korunması her şeyden önce milletin egemenliğine sahip çıkmasıyla mümkün. Elbette burada her ülkenin kendi özgün koşullarını ve kültürel dinamiklerini gözden kaçırmamak gerekiyor. Aynı zamanda ülkelerin güvenlik öncelikleri izlenecek politikaları kaçınılmaz şekilde etkiliyor. Milletleri bir arada tutan etmenlerden biri de kültürel özleri. Dolayısıyla evrensel değerlerle kendi kültürel kodlarını uyumlu şekilde bir araya getiren milletlerin güçlü devletler hâline gelmeleri hiç de zor değil. Aksi bir durum ise devletleri dışarıdan müdahalelere veya başka bir devletin hegemonyası altına girilmesine daha açık hâle getiriyor.

Güçlü demokrasi

Türkiye, yaşadığı tüm zorluklara ve dışarıdan müdahale girişimlerine rağmen tarihin hiçbir döneminde bağımsızlığından taviz vermedi. En son 15 Temmuz darbe girişiminde örneğini gördüğümüz üzere siyaseti dışarıdan şekillendirme çabaları başarısızlığa uğratıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın liderlik becerileri 15 Temmuz darbe girişiminin önlenmesinde en önemli faktörlerden biriydi. Bunun yanında Erdoğan'ın sıklıkla zikrettiği "Dünya 5'ten Büyüktür" sloganıyla özetlenen adaletsiz dünya düzenine karşı çıkış söylemi, emperyal amaçlar peşindeki devletlere karşı millî egemenliğin korunması gerekliliğinin en açık ifadelerinden biri oldu. Bunun yanında, özellikle savunma sektöründe yerli üretimin artması ve dışa bağımlılığın azalması Türkiye'nin önümüzdeki dönemde dünya genelinde yerinin belirlenmesi açısından oldukça önemli. Millî egemenlik, devletlerin bağımsızlarını koruyabilmek ve toplumsal düzeni sağlamak için ihtiyaç duydukları başlıca araç. Türkiye'de milletin egemenliğine sahip çıkma bilincinin yüksek olması hem içeriden veya dışarıdan müdahale girişimlerine daha dayanıklı hâle gelmesini hem de demokrasisini güçlendirmesini sağlıyor. 21. yüzyılın kaotik ortamında Türkiye'nin uluslararası arenada saygınlığı ve gücünü artıran asıl unsur da millî egemenliği esas alan bu bilinç.

@heberis