Milli güvenlik meselesi olarak ordu reformu

Ömer Aslan / Polis Akademisi Araştırma Görevlisi
27.08.2016

Ordu reformu sürecindeki her gecikme büyük riskler barındırmaktadır. Ancak bu riskin bir başka darbe olduğu düşünülmemelidir. Darbeler, askeri müdahalelerin tek çeşidi değildir. Feaver’ın söylediği üzere “Bir ordu darbeye hiç kalkışmayabilir ama sistematik olarak sivil denetimin altını oyabilir.”


Milli güvenlik meselesi olarak ordu reformu

Sivil siyaset 15 Temmuz darbe girişimi sonrası milli savunma nizamını yeniden yapılandırma adımları atarken, sivil-akademik alanın konuya dair edecek lafının çok kısıtlı, sivil uzmanlığın yok denecek kadar az olduğu görülüyor. Farklı yerlerde yazan ve konuşan ‘uzmanlar’ “Genelkurmay Başkanlığı Milli Savunma Bakanlığı’na bağlansın” benzeri ezber cümleleri tekrar ediyor ancak 27 Mayıs darbesi olduğunda Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı olduğunu unutuyorlar. Öyle ki, 15 Temmuz darbe girişiminde de benzeri görüldüğü gibi, 27 Mayıs darbesinde Milli Savunma Bakanı’nın en yakınına sızan 27 Mayısçılar, Samet Kuşçu vakasında Bakanın Emir Subayı Adnan Çelikoğlu vasıtasıyla ifşa olmaktan kurtulmuştu.

Bir başka uzman, askeri yapıyı denetlemek üzere paramiliter birliklerin kurulmasından, bu şekilde “ordunun ülkede tek ve en güçlü silahlı örgüt niteliğini taşımasının” önüne geçilebileceğinden bahsetti. Bu önerilirken Pakistan’da Başbakan Zülfikar Ali Butto’nun çok çekindiği ordudan korunmak için Federal Güvenlik Gücü (FGG) adında, tamamen kendisine bağlı paramiliter bir askeri gücü 70’lerin başında kurdurduğu ancak 1977’de General Ziya tarafından devrildiğinde ordunun yaptığı ilk işin FGG’yi dağıtmak olduğu hatırlansaydı faydalı olabilirdi. Pakistan’ın ideolojik milli ordusu kendine rakip bir askeri gücün kurulmasına yıllarca içerlemişti. Siyasi sistemi “darbe geçirmez” kılmak için kurulabilecek bu tür bir paramiliter gücün otoriter Rusya ve Ortadoğu devletlerinde bulunduğu, dolayısıyla Türkiye’de kurulacak bir benzerinin 15 Temmuz sonrasında bile ara verilmeyen dahi ‘otoriterliğe giden Türkiye’ suçlamalarına malzeme olacağı da öngörülebilirdi.

Nasıl bir müfredat?

Ordunun müdahaleci kültürünün askeri okullarda verilen eğitimle beslendiği, dolayısıyla müfredatın değiştirilmesi gerektiği de en iyimser tahminle son 5-6 yıldır söylenmektedir. Bu klişe ama doğru bir tespitti; örneğin, Korgeneral Recep Ergun, muhtemelen 12 Eylül darbesinden sonra Kara Harp Okulu’nda verdiği, ‘Gençlere Seslenişler’ olarak kitapçık olarak da basılan konferansını bitirirken gençlere şu tavsiyeyi veriyordu: “Her şeyi okuyunuz. Ama evvela mesleğinizi okuyunuz. Mesleğinizde eserler vererek millete kendinizi sevdiriniz ve saydırınız. Ondan sonra zaten Millet size, gel beni yönet diyecektir... Tarih boyu hür yaşamış Türk Milletinin, Türk gençliğine güvenmesi hakkı, Türk gençliğinin Türkiye’yi teslim almaya hazırlanması vazifesidir. Vazifeniz kutlu olsun, sevgili gençler.” 

Ancak uzmanlardan müfredat değişiminin nasıl yapılması gerektiği noktasında tek somut öneri gelmedi. Geleceğin subaylarına hangi dersleri anlatalım? Dersleri kim vermeli? Geçmiş darbe girişimleri anlatılmalı mı? Nasıl? İktisat, kamu hukuku vb. dersleri de anlatmalı? Zira iki üniversite yarı-yılı ‘iktisada giriş’ dersi alan bir siyaset bilimi öğrencisi ‘ben de ekonomiden anlarım’ demezken, subaylarda ise aynı durumda aksi kanaat oluşabilmektedir. Öyle ki, Orgeneral Bedrettin Demirel, Harp Akademileri Basımevi’nin yayınladığı ‘Genç Subaylara Sesleniş’ adlı kitapta, dar anlamda askeri konuların yanı sıra ‘üretim, tüketim dengesi’, ‘askerlik ve maliye’, ‘dışa borçlanma’, ‘askerlik ve işsizlik’ ve ‘enflasyon, karaborsacılık ve istifçilik’ gibi birçok konuda subaylara ders vermişti.

Bu derslerin anlatılması da subayların her konuyu sivillerden daha iyi bildikleri, dolayısıyla bu konularda da yorum yapabilecekleri algısını besliyordu. Bunun örneklerine 2000’li yıllarda da sıkça rastladıysak da, 12 Mart müdahalesi öncesi üst düzey üç general arasında geçen şu konuşma çok öğreticidir. Yaklaşan muhtemel hiyerarşi-dışı müdahaleyi engellemeye çalışan komutanlar çıkış yolu ararken, Hava Kuv. Komutanı Muhsin Batur, ‘61 Anayasası düzgün uygulanırsa sorunların çözülebileceğini, ekonominin ise yüzde 70 kamu, yüzde 30 özel sektör katılımıyla yürümesi gerektiğini’ söyler. Genelkurmay Başkanı Tağmaç ise “Biz ekonomiden anlamayız. Bozuk olduğunu anlarız ama nasıl düzeltileceğini bilmeyiz” deyince, Deniz Kuv. Komutanı Amiral Celal Eyiceoğlu “Artık ekonomiden de anlayacak kadar bilgilendik” diye çıkışır.

Ordu ıslahı fikri yeni değil

Burada not etmeli ki, silahlı kuvvetlerde ıslah gerektiği düşüncesi gibi, askeri birimlerin askerlik görevlerine daha iyi hazırlanmak adına şehir dışına taşınmaları fikri de yıllarca önce askerler tarafından gündeme getirilmiş bir konuydu. Ankara’nın merkezinde sıkışıp kalmış Harp Okulu’nun şehir dışına taşınması 1960’larda Harp Okulu Eğitim Öğretim Şube Müdürü Kemal Yamak’ın gündeme getirdiği ancak başaramadığı bir husustu. Bu konuda tavsiye için ODTÜ’nün mimarı Behruz Çinici okula davet edilmişti. Çinici’nin Yamak’a ilk tavsiyesi “Hemen burayı terk edin ve şehir dışında  kendinize uygun, gelecek ihtiyaçlarınıza da cevap veren yeterli, yeni bir yer bulun” olmuştu. Birkaç tavsiye daha veren Çinici, son olarak “Birisi hariç bu söylediklerimin hepsini unutun. Buraya hiçbir yatırım yapmayın ve yeni bir yer bularak, burayı terk edin. Geleceğinizi sıkıntıya sokmayın” demişti. Ancak Yamak’ın da katıldığı bu öneri Genelkurmay katında kabul görmemişti.

27 Mayıs darbesinin gerçekleştirilmesinde kritik rol oynayan Adnan Çelikoğlu anılarında 27 Mayısı ve sonraki müdahaleleri gerçekleştiren subayların 1930 Harp Okulu devresi olduğunu yazar. Yani 1930’larda belirli bir yönde yoğrulan subaylar 30 sene sonrasının darbecileri olmuştur. Şu takdirde ordu reformuna girişirken cevap vermemiz gereken ana soru şudur: 2050 yılında nasıl subaylar ve nasıl bir silahlı kuvvetler hayal ediyoruz? Bu sorunun cevabını yalnızca darbeciliği engellemekle sınırlamak, vizyonu küçültmek olur.  Katar’da ve Somali’de askeri üs açma planları yaptıran, Somali açıklarında korsanlarla mücadele ettiren, milli savaş gemisi, silahlı İHA, yerli taarruz helikopteri gibi projelerle yerli savunma sanayisini güçlendirmeye iten stratejik aklın bu hedeflere uygun orduyu da planlaması gerekiyor. Bunu yaparken ise orduyu pasif bir aktör olarak düşünmemeli; onu aktif bir şekilde bu vizyona dâhil etmek gerekmektedir. Nasıl bir ordu istediğimiz sorusu ise şu sorulara verilecek cevaplarla doğrudan alakalı: Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ve olması muhtemel tehditler hangileri? Bu tehditlerin doğası nedir? Bu tehditler nasıl dönüştü, önümüzdeki 30 sene nasıl dönüşebilir? Bölgemizdeki ülkeler nasıl silahlanıyor? Peki hangi silahlara sahip olur, nasıl bir ordumuz olursa bu tehditlerle etkin şekilde mücadele edebiliriz? Silah teknolojisi nasıl değişiyor, gelecek yıllarda nasıl değişebilir? ‘Nasıl bir ordu?’ sorusuna verilecek cevap Suriye’de devam eden savaş ve Türkiye’nin buradaki askeri performansına dair samimi bir muhasebeyle çıkarılacak dersleri de göz önüne almazsa eksik kalacaktır.

Unutmamalı ki, optimum sivil-asker ilişkileri siviller ile askerler arasında görüş ayrılıklarının hiç olmadığı bir ilişki türü değildir. İdeal sivil-asker ilişkisi, ordunun sivillerin üstünlüğü ilkesini benimsedikleri ama savaş güçlerinden de bir şey yitirmedikleri bir ilişkidir. Ayrıca bundan böyle, her konu ordu reformunu doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir. Örneğin,  PKK ile mücadelede verilecek ‘savaşa devam’ veya ‘masaya dönüş’ veya ‘ikisi aynı anda’ gibi bir kararın ordu reformu meselesini etkilememesi mümkün değildir.  Feaver’ın dediği üzere “Sivil-asker ilişkileri sorunu mantıken diğer tüm milli güvenlik meselelerinden önceliklidir. Diğer tüm milli güvenlik meseleleri sivil-asker sorununu zorlaştırmaları veya çözümüne katkıda bulunmaları bakımından değerlendirilir ve bu nedenle araçsaldırlar.”

Ordu reformu sürecindeki her gecikme büyük riskler barındırmaktadır. Ancak bu riskin bir başka darbe olduğu düşünülmemelidir. Darbeler, askeri müdahalelerin tek çeşidi değildir. Yine Feaver’ın söylediği üzere “Darbe riskini sıfıra indirmek, askerlerin sivillerce denetimi meselesini çözmek demek değildir. Bakalım ordu onlardan yapmalarını istediğimiz şeyleri yapacak mı? Bir ordu darbeye hiç kalkışmayabilir ama sistematik olarak sivil denetimin altını oyabilir.”

[email protected]