‘Milli şeflik’ değil demokratik başkanlık

Dr. MURAT YILMAZ / iyaset Bilimci
23.05.2015

1982 anayasasıyla güçlendirilmiş olan ve artık halk oyuyla seçilen Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında bilhassa farklı siyasi geleneklerden gelmeleri halinde ortaya çıkabilecek ihtilafların ciddi sistem krizlerine yol açması mümkün. Dolayısıyla bugünkü durum sürdürülemez. 7 Haziran seçimlerindeki ana konulardan biri de bu mevzuyu da kapsayan yeni anayasa sürecine kapı aralaması ihtimalidir.


‘Milli şeflik’ değil demokratik başkanlık
7 Haziran genel seçimleri, sıradan bir genel seçim olmanın ötesinde siyasi anlamlar taşıyor. Bu seçim, Cumhurbaşkanının ilk defa doğrudan halkoyuyla seçilmesini takiben Türkiye’de vesayet sisteminin yıkıldığı bir döneme denk geldiği için, bir genel seçimin çok ötesinde. Türkiye’de bürokratik vesayete dayanan eski siyasi rejimin bel kemiği kırıldı, fakat eski rejim tam anlamıyla tasfiye edilip yeni rejim kurulamadı. Siyasi rejimle beraber iktisadi ve sosyolojik olarak da eskiden kopuş anlamına gelebilecek çok ciddi değişiklikler yaşandı. İşte 7 Haziran seçimleri, bütün bu değişiklikleri yeni anayasaya, hükümet sistemine ve siyasi yelpazeye taşıyabilecek bir katalizör vazifesi üstlenmeye aday. 
 
Reşit siyaset
 
Türkiye’de uzun süre siyasetin alanını daraltmış olan vesayet sisteminin tasfiye edilmesiyle siyaset reşit bir karakter kazandı ve hükmettiği alan büyüdü. Bu siyaset tartışma alanlarını da arttırdı. Bugün bazı kesimlerin kutuplaşma olarak adlandırdıkları gelişmenin ardında yatan temel sebep budur. 30 Mart yerel seçimleri, 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 7 Haziran genel seçimleri otoriterlikten yeni vesayet biçimlerine, hükümet sistemlerinden yeni anayasaya, Kürt meselesinden Alevi meselesine, büyükşehir kanunundan özerkliğe yürütülen tartışmalar artık reşit olan siyasi aktörlerin siyasetin yeni sınırlarını keşfetme, deneme-yanılma dönemine de denk geliyor. Türkiye’nin bu temel tartışmalardan demokrasinin tahkimi ve liberal demokrasi sınıfına sıçrayarak çıkması da, melez rejim halini devam ettirerek “orta demokrasi tuzağı”nda devam etmesi de mümkündür. Uzun seçimin son turu olan 7 Haziran’da seçim süreci ve sonrasında yaşanacaklar bu bakımdan siyaseten bir “kurucu” nitelik yaratacaktır. 
 
Cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye’nin hükümet sistemini 1982 Anayasasının sistematiğinin ötesinde tartışmalara açmıştır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini takiben yaşanan dönemde parlamenter sistem, yarı-başkanlık ve başkanlık sistemleri etrafında yeni kutuplaşmalar ortaya çıkmıştır. Siyasi yelpazede AK Parti’deki genel başkan değişikliği başta olmak üzere 3 dönem yasağıyla beraber AK Parti’de büyük değişiklikler başlamıştır. Aynı şekilde muhalefet cephesinde de Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki aday gösterme süreci ve muhtemel bir mağlubiyetin yarattığı, parti içi muhalefet enerjisinin ve CHP-HDP arasındaki seçmen geçişkenliğinin yol açabileceği değişiklikler yaşanmıştır. 7 Haziran genel seçimlerinin sıradan bir genel seçim ol(a)mamasının sebebi, Türkiye tarihi ve anayasa geleneğinde gizli. Bu gelenekte Cumhurbaşkanlığının yeri anlaşılmadan sağlıklı bir siyasi analiz yapmak mümkün değildir. Bunlara biraz yakından bakmakta fayda var.
 
Milli Şef’in kudreti!
 
Tek parti döneminde Cumhurbaşkanı, aynı zamanda CHP Genel Başkanı’dır. Daha doğrusu tek parti olan CHP’nin Genel Başkanı, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olmaktadır. 1924 Anayasasına göre Cumhurbaşkanının yetkileri sembolik olmakla beraber, Cumhurbaşkanı, aynı zamanda CHP Genel Başkanı olan kişi olduğundan “tek adam” veya “milli şef” gibi sıfatlarla anılacak bir kudrete sahiptir. Şefin kudreti, başbakanlara sınırlı bir alan bırakmaktadır. Tek parti döneminin en uzun süre Başbakanlık yapan ismi İsmet İnönü ancak “ikinci adam” olabilmektedir. İnönü Başbakan olarak kendi sınırlarını çizmeye kalkınca, görevinden ayrılmak zorunda kalacaktır. İnönü’nün yerine 1937’de Celal Bayar Başbakan olunca Atatürk, kendisine sınırları mealen şöyle çizer: “İç politika, dış politika ve ordu bana ait, gerisine sen bakarsın.” Meselenin “şeflik” yönüne dikkat çeken CHP Genel Sekreterliği de yapmış olan Memduh Şevket Esendal, tek parti dönemindeki resmi anayasanın ardında işleyen asıl “gizli anayasa”nın bu “şeflik düzeni” olduğunu söyler. Esendal, bu gizli anayasa kalkmadan, anayasa müsait olsa da, demokrasiye geçmenin mümkün olmadığını da ekler.  
 
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra yapılan anayasayla bürokratik vesayet kurumları marifetiyle TBMM’deki çoğunluğun, vesayet altına alınmasını amaçlayan bir siyasi düzen kurulmuştur. Senato, Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu, Üniversiteler ve TRT’den oluşan bürokratik iktidar ile seçimlerden çıkan siyasi iktidar ayrımına dayanan bu düzende, Cumhurbaşkanlığı sembolik olmakla beraber bürokratik vesayet kurumlarının özerkliğini teminat altına alan “son imza makamı”dır; yani, onu ikna etmeden siyasi iktidarın önemli bürokratik atamaları yapması mümkün değildir. Bu yüzden de, sembolik yetkilere sahip olmasına rağmen, her Cumhurbaşkanlığı seçimi siyasi krize sebep olmuştur. Vesayet kurumları, Cumhurbaşkanlığı makamının siyasi iktidarın kontrolünde olmamasına olağanüstü gayret göstermişlerdir.
 
Özal’ın tecriti
 
12 Eylül darbesinden sonra yapılan 1982 anayasasında ise Cumhurbaşkanlığı sembolik olmanın ötesinde güçlü yetkilere sahipti. Bu yetkilerle Cumhurbaşkanlığı vesayet kurumlarının özerkliğini temin etmenin yanında, onun yeniden üretilmesinde rol oynayan bürokratik iktidar bloğunun merkezi konumuna yerleşti. Milli Güvenlik Kurulu’nu toplantıya çağırma ve ona başkanlık etme, Yüksek Öğretim Kurulu ve Anayasa Mahkemesi üyeleri ile bir kısım yüksek yargı organlarının üyelerini seçme gibi yetkileri Cumhurbaşkanlığı makamının siyasi sistemdeki artan önemini göstermektedir. Bu meyanda 1982 sonrasında da, tıpkı 1960 sonrasında olduğu gibi her Cumhurbaşkanlığı seçimi bürokratik iktidar ile siyasi iktidar bloklarının karşı karşıya geldiği bir kriz dönemini ifade etmekteydi. 
1982 Anayasası döneminde ilk ciddi kriz, 12 Eylül darbesinin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in devlet başkanlığından ayrılmasından sonra, bürokratik iktidar bloğundan değil siyasi iktidar bloğundan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle yaşandı Özal dönemin Başbakanı ve Anavatan Partisi kurucu genel başkanıydı. Bürokratik iktidar bloğunun dışında bir aktör olan Turgut Özal’a sadece bürokratik iktidar bloğu değil, siyasi muhalefet de çok sert tepki gösterdi. Özal, Anavatan Partisi’nin kontrolünü kaybedince, bürokratik iktidar bloğunun ve siyasi iktidar bloğunun dışında, “tecrit altında” zor bir Cumhurbaşkanlığı dönemi yaşadı. 
 
Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer’in dönemlerinde, Cumhurbaşkanlığı makamının yeniden bürokratik iktidar bloğuna ve vesayet kurumlarının içine taşındı. Özal’ın ardından Cumhurbaşkanı seçilen Demirel’in seçilir seçilmez “devletin dengeleri yerine oturacaktır” mealindeki misyon açıklaması, Cumhurbaşkanlığının bu dönemdeki karakterini açıklamaktadır. Demirel kendisi de siyasetten gelmesine rağmen, bürokratik iktidar bloğuyla uyum içinde hareket etmeyi tercih etti. Ahmet Necdet Sezer ise Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak zaten bürokratik iktidar bloğunun içinden gelmekteydi.
 
Sezer’in görev süresinin sonunda yaşanan 2007 Cumhurbaşkanlığı krizi, Cumhurbaşkanlığı makamının tarihi ve anayasal önemini bir kez daha ortaya koydu. AK Parti’nin TBMM’deki çoğunluğuyla Cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın “Cumhurbaşkanı sözde değil, özde laik olmalıdır” sözüyle bir tür siyasi kampanya başlattı. Çankaya’ya eşi türbanlı bir adayın çıkamayacağını ifade eden Cumhuriyet mitinglerinin de beklenen etkiyi göstermemesi üzerine Genelkurmay, Cumhurbaşkanlığı seçimlerini etkilemek amacıyla 27 Nisan 2007 e-muhtırasını yayınladı. Genelkurmay ve CHP’nin Anayasa Mahkemesine yönelik tehditleri sonuç vererek, Anayasa Mahkemesi’nin hala izah edilemeyen o tuhaf 367 kararı ortaya çıktı. Bu müdahale karşısında, Cumhurbaşkanlığı seçimleri tamamlanamadan  erken seçime gidildi. Bu “ara dönem”, anayasa hukuku adına da garip bir dönemdir. Çünkü Cumhurbaşkanı Sezer, görev süresi bittiği halde daha önce örneği olmayan bir şekilde üç ay daha Cumhurbaşkanlığına devam etmiştir. AK Parti, bu krize 28 Nisan 2007’de Genelkurmay Başkanlığına anayasal konumunu hatırlatan bir karşı bildiri ve erken seçim kararıyla karşılık vermişti. Bir başka mühim ve bugünkü tartışmalara zemin teşkil edecek siyasi karşılık da, Cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik anayasa değişikliğinin referanduma sunulmasıydı. Siyasi iktidarın,  bürokratik iktidar bloğuna karşı çıkması ve 22 Temmuz 2007 seçimlerinde %47 seçmen desteği kazanması bürokratik iktidar bloğunun direncini kırmıştı.
 
22 Temmuz 2007 seçimlerini takiben MHP’nin TBMM’deki Cumhurbaşkanlığı seçimine katılması ve Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle 2007 krizi aşılmıştı. 21 Ekim 2007’de yapılan referandumla anayasa değişti ve Cumhurbaşkanını seçiminin halk  oyuyla yapılması kabul edildi. Bu arada yeni anayasa çalışmaları etrafında zaman zaman hükümet sistemleri tartışmaları yapılmış olsa da, bu konuda bir değişiklik yapılmadı.
 
Cumhurbaşkanının bürokratik iktidar bloğu veya siyasi iktidar bloğu tarafından seçilmesi, bir tür rejim değişikliği olarak algılandığından daha önce bahsetmiştik. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi de, bu tür bir etki uyandırdı. Abdullah Gül’ün TBMM’de hükümet eden çoğunlukla beraber hareket etmesi, bürokratik vesayet kurumlarının özerkliğini zaman içinde sona erdirdi. Vesayet kurumlarına yapılan atamalarla kurumların vesayetçi kompozisyonu değiştirdi. Bilhassa Cumhurbaşkanı ile hükümetin uyumu sayesinde Yüksek Askeri Şura’da  fiilen mevcut olan askeri atamaların özerkliği sona erdi. 
 
Yeni anayasaya karşılar
 
TBMM’de Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun çalışmalarında iktidar ve muhalefet farklı hükümet sistemlerini savundular. AK Parti başkanlık veya yarı-başkanlık modellerine yahut  partili cumhurbaşkanlığına yakın dururken, CHP ve MHP bu tür modellere şiddetle karşı çıkarak parlamenter sistemi savundular. Muhtemel bir anayasa değişikliğinde anahtar rolü oynayabilecek BDP ise bu konuda net bir tavır almamayı tercih etmişti. 10 Ağustos 2014 sonrasında ise HDP genel başkanı CHP tabanından oy alabilmek için başkanlık karşıtı bir seçim stratejisi izlemeyi tercih etti. AK Parti anayasada uzlaşma şartıyla başkanlık veya yarı-başkanlık tekliflerinden vazgeçebileceğini açıklasa da yeni anayasa konusunda 60 maddelik paket dışında uzlaşma sağlanamadı. 
 
Anayasa değişmediğinden 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 1982 anayasasının Cumhurbaşkanına verdiği yetki ve görevlerle girildi. Başbakan Erdoğan ve AK Parti sözcüleri eğer Erdoğan seçilirse, anayasadaki bütün yetkilerini sonuna kadar kullanan, koşan, terleyen bir Cumhurbaşkanı olacağını ilan ettiler. Şüphesiz Cumhurbaşkanını halk seçince de, anayasadaki yetki ve görevleri değişmeyecek; yani, anayasal olarak hükümet modelinin değiştiği söylenemeyecek. Ancak herkes, böyle bir siyasi iklimde halkoyuyla seçilen bir Cumhurbaşkanı’nın, hele bu Cumhurbaşkanı çoğunluktaki partinin kurucu ve karizmatik genel liderliğinden geliyorsa fiilen siyasi güç dengelerinin değişeceğinin farkındaydı. Nitekim böyle de oldu. Bu durum, 27 Mayıs sonrası çoğunluğun yönetme hakkını bürokratik vesayet adına sınırlandırmak için kurgulanan Cumhurbaşkanı misyonu sona erdi. Ancak 1982 anayasasıyla güçlendirilmiş olan ve artık halk oyuyla seçilen Cumhurbaşkanı ile TBMM içinden çıkan Başbakan arasında bilhassa farklı siyasi geleneklerden gelme halinde ortaya çıkabilecek ihtilafların ciddi hükümet sistemi krizlerine yol açması mümkün. Bu bakımdan, bugünkü durum sürdürülemez. 7 Haziran genel seçimlerindeki ana konulardan biri de, bu konunun ele alınacağı bir yeni anayasa sürecine kapı aralaması ihtimalidir... Muhalefetin siyasi stratejisi,  tıpkı 2011 genel seçimlerinde olduğu gibi 7 Haziran 2015 seçimlerinde de, AK Parti’nin anayasa yapabilecek bir çoğunluk kazanmasını engellemek üzerine kurulu. Bu konu, 7 Haziran 2015 seçimlerinde çözülemezse önümüzdeki dönemin ve yapılacak ilk seçimlerin temel tartışma konusu olacaktır. (Dr. MURAT YILMAZ / SDE İç Politika ve Demokratikleşme  Koordinötü - Siyaset Bilimci)