Misyon filmlerine iyi bir örnek: Ayla

Gülcan Tezcan / Gazeteci-yazar
11.11.2017

Türkiye’nin tüm dünyadaki mazlum halklara el uzattığı bu dönemde sinemamızın Ayla ve benzeri yapımlarla sürece çok daha fazla katkıda bulunması gerekiyor. Sinemaya bu kadar büyük anlamlar yüklenmemesi gerektiğini düşünenlere ABD’nin Hollywood’u bir propaganda aracı olarak kullandığını tekrar hatırlatmakta fayda var.


Misyon filmlerine iyi bir örnek: Ayla

Çoktandır yakın tarihimize ilişkin bu kadar sıcak, bu kadar insanî bir hikâye izlememiştik beyazperdede. Türkiye’nin 2018 yılı Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar aday adayı olan Ayla filmi, komediye doyan ancak nitelikli drama ile ne yazık ki pek de karşılaşamayan seyircinin beklentisini karşılayacak türden bir yapım. İlk hafta gişe rakamları da bu durumu doğruluyor. Belli ki Yeşilçam geleneğinden vazgeçememişiz, elimizde mendillerle salonların yolunu tutuyoruz.

Aslında vizyona girdiği dönem itibariyle Ayla, çok önemli sorulara da cevap niteliği taşıyor. Bunca sahiplenilmesinin bir nedeni de bu belki. Soru şu, ‘Bizim Suriye’de ne işimiz var?’ ya da ‘Arakan’dan bize ne?’ Çoğaltmak mümkün. 

Türkiye’nin dünyanın pek çok ülkesindeki mazlum halklara dostluk eli uzatmasından rahatsızlık duyanlar ya da dış politika açısından bu hamleleri yanlış bulanlar, ‘Türkiye herkesle kavgalı’ diyerek ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ düsturundan uzaklaşıldığını düşünenlere göre değil bu film. Zira 1950 yılında Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye saldırması üzerine Birleşmiş Milletlerin çağrısıyla yedi bin kilometre öteden, Türkiye’den yardıma koşan Türk askerlerinin hikâyesini konu alıyor Ayla. Elbette o dönemin politik gerekleri ve Türkiye’nin NATO’ya girme isteği de Kore’ye asker gönderilmesinde önemli bir etkendi. Bundan dolayı o yıllarda ve sonrasında da özellikle sol çevrelerden ‘Bizim Kore’de ne işimiz var? Bu bizim savaşımız değil’ şeklinde itirazlar hep olageldi.

Ancak, tüm itirazlara rağmen bir komutanlık karargâhıyla, üç piyade taburu ve gerekli yardımcı birliklerden meydana gelen bir tugay ile 241’inci Piyade Alayı Kore’ye gönderildi. Türk askerleri gittikleri her bölgede kahramanca savaştı, Sunchon Boğazı’nı da koruyarak BM ordusunu imha edilmekten kurtardı. Kore Savaşı’nda Türk askerleri cesaret ve kahramanlık-ları kadar savaş mağduru çocuklar için yaptıkları ile de gönülleri fethetti. Üç yıl boyunca savaş bölgesinde görev yapan askerlerimiz cephede ve cephe gerisinde buldukları öksüz ve yetim çocuklara sahip çıkarak onlara yardım ettiler. Çocuk sayısı artınca Seul’e yakın Suwon’da bir okul açıldı ve Ankara Okulu adı verildi bu kuruma.

İki dünya savaşı görmüş bu ihtiyar gezegende ateş hattındaki sahipsiz çocukları koruyup gözeten başka milletten ‘asker’ler var mı, hiç bilmiyorum. Olsaydı zaten Hollywood ve Av-rupa sineması onlarca filmini yapar bize onların hikâyesini ezberletirdi. 721 askerimizin şehit olduğu Kore Savaşı’nda ateşin ortasında kalan Güney Koreli bir kız çocuğuna babalık yapan astsubay Süleyman Dilbirliği’nin yaşadıklarını konu alan Ayla işte bu yüzden çok önemli ve değerli. İstenildiğinde kendi hikâyelerimizi eli yüzü düzgün bir biçimde peliküle aktarabile-ceğimize güzel bir örnek. Özellikle Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlarının yurt içi ve yurtdışında türlü manipülasyonlarla karalanmak istendiği ve söz konusu mücadelenin bir bağımsızlık savaşı olduğunun görmezden gelindiği bir dönemde Türk askerine dair böyle bir anlatı önemli bir boşluğu dolduruyor.

Savaş karşıtı bir yapım

Savaşın içinde geçen bir sevgi ve iyilik filmi olan Ayla, başından itibaren Süleyman astsubayın merhametli kişiliğine odaklanıyor. Karıncayı bile incitmekten çekinen genç asker şa-hit olduğu vahşet manzaralarından sonra dilini, kültürünü bilmediği insanlara yardım etmek için bundan nefret etse de can almak zorunda kalıyor. Ayla, bir yanıyla başarılı bir savaş karşıtı film ve dünyanın neresinde olursa olsun mazluma el uzatmanın aslında ne kadar doğal, kendiliğinden, insanî bir hâl olduğunun altını çiziyor. Yönetmenliğini Can Ulkay’ın üstlendiği film kimi eksikliklerine rağmen hiç de yabana atılmayacak kadar iyi bir yapım. Filme sponsor olan Türk Hava Yolları ve Ziraat Bankasının reklam kuşağı gibi altının çizilmesi hiç şık durmamış. Türk ve Güney Kore halkları için büyük anlam taşıyan bu hikâyenin evrensel bir anlatıya dönüşme şansını kaçırmış olması da bir başka eksiklik. Yine de Ayla, sinemacılarımızın çok da iltifat etmediği bir alana giriyor ve Türkiye’nin dünden bugüne dünya barışı için ne kadar önemli bir misyon üstlendiğine dikkat çekiyor. Sözde demokrasi götüreceği iddiasıyla dünyanın pek çok ülkesini kan gölüne çeviren ABD ordusuna güzelleme yapan sayısız Hollywood filmine karşılık Türk askerinin feragati, merhameti, cesareti ve kahramanlığını ilk kez böylesi bir yapımda izlemek seyirciye büyük bir gurur da yaşatıyor. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyayla sınırlı kalmayarak tüm dünyadaki mazlum halklara el uzattığı bu dönemde sinemamızın Ayla ve benzeri yapımlarla sürece çok daha fazla katkıda bulunması gerekiyor. Sinemaya bu kadar büyük anlamlar yüklenmemesi gerektiğini düşünenlere ABD’nin Hollywood’u bir propaganda bir aracı olarak kullandığını tekrar hatırlatmakta fayda var.

Yerelden evrensele geçiş

Evet sinema bir sanattır ancak aynı zamanda toplumları etkileme ve manipüle etme açısından da son derece etkili bir güçtür. ABD kültürü, tarihi ve yaşam biçimini Hollywood eliyle inşâ etmiş, bununla da yetinmeyip bütün dünyaya da Amerikan Rüyası’nı pazarlama başarısı göstermiştir. Hâl böyleyken bizim steril bir sanat kaygısıyla sinemanın bu gücünü ıskalamamız yahut buna tevessül etmeyerek popüler ve politik filmleri hafife almamız, uzak durmamız çok da anlaşılabilir bir durum değil. Tıpkı kimi edebiyatçıların ‘yaşadığı çağa şahitlik etmek’ yerine bireysel ve varoluşsal sancılarını kaleme almayı tercih etmesi gibi sinemacıların da bu tür toplumsal kaygılardan azade salt sanat derdiyle kamera arkasına geçmesi de elbette bir tercih. Ancak evrensel ve kalıcı sanat eserleri de mutlaka bir ‘dert’ taşır. Mesele sanatçının neyi dert edinip nasıl bir dille eserini ürettiğinde.

Bir ay kadar önce UHİM (Uluslar arası Hak İhlalleri İzleme Merkezi) Kültür Bakanlığı işbirliği ile “Küresel Siyaset ve Sinema Sempozyumu” düzenledi. Sempozyuma katılan pek çok kişi gibi benim de muradım sinemanın küresel siyaset noktasında nasıl bir misyon üstlendiği ve sinemamızın bu anlamda Türkiye’nin izlediği dış politikaya, Cumhurbaşkanımızın ısrarla altını çizdiği ‘dünya beşten büyüktür’ iddiasına nasıl katkı sağlayabileceği, bu çerçevede nasıl bir rol oynaması gerektiğine dair üç beş kelam duymak idi. Ancak sempozyum başlığının oluşturduğu beklentiyi karşılayacak tebliğler çok da yeterli değildi. Ağırlıklı olarak sinema ve fıkıh, sinemada kutsallık konuları tartışıldı bizim mahallenin sinema hakkındaki hemen her toplantısında olduğu gibi.

Ne yazık ki uzun yıllardır bıkmadan bu sanat dalının meşruiyeti konuşuluyor. Meşruiyet sorunu aşılamadığı için de sinemanın ne estetik ve biçimsel boyutu ne de propaganda aygıtı olarak neye, nasıl hizmet edebileceği üzerine kafa yorulamıyor. ‘Form’, ‘norm’u belirler diyerek Batı’nın kodlarıyla şekillenen sinemanın bize yâr olmayacağını söyleyenlerin yeni bir form ve dil teklif edemeyişi de bu yoldaki engelleri çoğaltmaktan başka işe yaramıyor. Öte yandan ‘yerli’ ve ‘milli’ olma iddiasıyla ortaya konulan yapımlar da fazlaca ‘hamaset’ sosuna bulandığından ticari açıdan yurtdışına ‘satış’ imkânı bulsa da sanatsal anlamda evrensel yapımlar klasmanına ne yazık ki çıkamıyor. 

Bu noktada yapılması gereken belki de Ayla gibi örneklerin çoğalmasını sağlamak, ‘yerli’ ve ‘milli’ etiketini zorlama ve ticari bir anlayışla, esnaf mantığıyla kullanmak yerine hakkını vererek taşımak bir yandan da sinemayı Semih Kaplanoğlu’nun Buğday filminde yaptığı gibi bizim irfani kalıbımıza uygun bir biçimle yeniden üretmenin yollarını aramak.

@gulcantezcan