Modern öjeniyi yeniden düşünmek

Neslihan Mervenur Vural/ Yazar
19.01.2019

Dünyada ilk kez genetik tasarımlı ikiz bebek dünyaya getirdiği iddia edilen He’ye yapılan ilk yakıştırma: “Çinli Frankenstein”. Tıpkı Gdo’lu ürünlere “Frankestein Gıdalar” isminin verilmesi gibi He’ye de “Playing God” literatüründen mülhem bu lakap uygun görülüyor. İstemediğini çıkar, istediğini ekle, dilediğin gibi yarat, senden olmayanı çıkar at! Modern dünyanın matematiği böyle.


Modern öjeniyi  yeniden  düşünmek

Bir sabah uyandık ve bilim dünyası sansasyonel bir iddia ile çalkalandı: Dünyada ilk kez genetik tasarımlı ikiz bebek dünyaya geldi! Küresel dünyanın krizlerine artık ne zaman yetişebiliyor ne de mekan yetebiliyor. Daha da önemlisi bunca krizin arasında bilim dünyasının bu alevi, cılız bir mum ateşi olarak kaldı. Ancak bu cılız ateşin kendi kendine söneceğini, bizi yakmayacağını, sonumuzu getirmeyeceğini düşünmek mümkün gibi gözükmüyor. Ne mi oldu? Hatırlayalım…

Şenzenli araştırmacı He Jiankui’nun genetik tasarımlı ilk bebekleri dünyaya getirdiği bilgisi sızdı. “Sızdı” diyorum çünkü bağlı bulunduğu üniversite bu çalışmanın bilgisinin dışında gerçekleştiğini söyledi. He’nin açıklamaları da bu durumun henüz kamuoyu ile paylaşılmayacağını ancak birilerinin bu ilgiyi basına sızdırdığı yönünde. İddialara göre He, tüp bebek tedavisi yöntemiyle dünyaya gelen ikiz kız bebeklerin DNA’larını “yeni ve etkin” bir yöntemle değiştirdi. Çalışmanın amacı genetik müdahale ile HIV virüsünü taşıyıcı genleri vücuttan ayırarak bu virüsleri bulundurmayan/bağışlık kazanmış genomlar elde etmek. Bu şu anlama geliyor: İnsan genetiğinden potansiyel hasta genler ayıklandı, dünyaya gelen bu ikiz kızlar HIV’e karşı bağışıklık kazanmış olarak dünyaya geldi. Elbette ki bunun bilimsel kanıtı için bu ikizlerin oldukça uzun bir süre takip altında kalması gerekecek.  

Uzmanlar He’nin iddiasının doğru olması halinde genetik bilimi ve etik açısından yeni bir dönemin başlayacağına dikkat çekiyor. Bu bilgi henüz doğrulanmadı evet ama iddiası bilim ve etik dünyasını ayağa kaldırmaya yetti. Çünkü genetik tasarım, birçok ülkede DNA’da yapılacak değişikliklerin gelecek nesillere aktarılabileceği ve diğer genlere zarar verilebileceği ve önü alınamaz başka uygulamalara kapı aralayabileceği endişesiyle yasaklanmış durumda. Ama bilin bakalım genetik tasarım çalışmaları için bir sınırlandırma bulunmayan ve AIDS’in çok görüldüğü ülkenin kesişim kümesini: Çin.

Modernin matematiği

Medya “haber değeri taşıyan” bu bilgiyi servis edip kenara çekildi. Peki ya sonra ne oldu? He’nin bu haberi yayınlandıktan kısa bir süre, He’den haber alınmadığını, kimsenin kendine ulaşamadığı bilgisi yayıldı. Fısıltı gazetesi, He’nin devlet tarafından göz hapsinde olduğunu, tutuklandığını hatta idam edilebileceğini söylüyor. Kamuoyuna öldü gösterilip illegal olarak genetik çalışmalara devam ettirileceği de komplo teorileri arasında.

Madalyonun öbür yüzünde ilk karşımıza çıkan He’ye bu iddialarla gündeme gelmesinin ardından yapılan ilk yakıştırma:“Çinli Frankenstein”. Tıpkı Gdo’lu ürünlere “Frankestein Gıdalar” isminin verilmesi gibi, He’ye de “Playing God” literatüründen mülhem bu lakap uygun görülüyor. İstemediğini çıkar, istediğini ekle, dilediğin gibi yarat, senden olmayanı çıkar at! Modern dünyanın matematiği böyle. Etikçiler ise genetik tasarımın insanın araçsallaştırılmasına katkı sunan öjenik bir eylem olduğunu vurguluyor.

Öjeni (eugenics) sözcüğü etimolojik olarak Eski Yunanca’ya dayanıyor; “doğuştan üstün” ya da “kalıtımsal olarak soyluluk, asil kalıtım” ve “doğuştan iyi oluş, iyi doğum” anlamlarına geliyor. Tarihi en eski zamanlara dayanıyor. Eskimoların, yaşlılarını ölsünler diye kutuplara bıraktığını, bazı kabilelerin sakat doğan bireyleri yaktıklarını, öldürdüklerini biliyoruz. Bunların birçoğu öjenik eylemler olarak değerlendiriliyor. Yani toplumdan zayıf olanın atılması. Kelimeyi ilk kullanan, doğumların devlet tarafından kontrol edilmesi gerektiğini söyleyen Eflatun. Modern anlamda öjeni teorisini ilk kullanan ise Viktoriya Devri’nden Sir Francis Galton.  Artık bilim adamları, -evrim teorisinin de etkisiyle- insanlardaki kalıtımsal özellikleri, farklı fiziksel ve karakteristik özellikler ile ölçerek bulmaya girişiyorlar. Öyle ya tüm hastaların, tüm zayıfların, tüm çirkinlerin ortak bir tezahürleri olmalı. Ve bu tezahürler, en zayıf halkayı ortadan kaldırmak için önemli birer ipucu, önemli birer parametre. Zenci olanların, roman olanların suç unsuru olarak algılanması bunun en bilinen örneklerinden.

Kaliforniya’da öjeni mantığı ile yaklaşık 64 bin insanın kısırlaştırıldığından bahsedilmektedir. Aynı şekilde Avrupa genelinde romanların da birçok benzer muameleye uğradığı, yüz binlercesinin kısırlaştırıldığı, evliliklerine izin verilmediği, roman çocukların bilimsel deneylerde kobay olarak kullanıldığı ve hala kesin olmamakla birlikte Nazi sonrası yaklaşık 500 bin romanın hayatını kaybettiği bilinmektedir. Gerekçe olarak ise “Tanrı’nın nefret ettiği ve insanlığa zararlı bu kötü ırkın kökünü kazımak, asosyal davranışlar gösteren aşağılık ırkın ortadan kaldırılması” (T. Hammerberg, Avrupa’da İnsan Hakları) gösterilmiştir. Hâkezâ Nazi dönemi Yahudi soykırımı da “ari ırk” ideolojisi de malumumuz.

‘İnsan ırkının ıslahı’

20. yüzyıla gelindiğinde ise işin rengi ve boyutu değişiyor. Artık öjeni teorisi, hastaların ayıklanmasından, sağlıklı bireylerin çoğaltılması düşüncesine evrilmeye başlıyor. Yani bir tasarım mekanizması olarak insan ırkının “ıslahı” gündemde. Nasıl ki sağlıklı hayvanların çiftleşmesi ile iyi hayvan cinsleri elde ediliyorsa -ki entansif üretimin merkezinde bu yatar- bu durum insanlar için de söz konu olabilir. Sakat, hasta bireylerin ayıklamasının yanında, en sağlıklı, en güzel bireylerin çoğaltılması, hatta önceden belirlenen ihtiyaçlara göre bireylerin yeniden genetik dizaynı söz konusu. İşte tam burada He Jiankui’ye geri dönmek yerinde olacaktır. İhtiyaçlara göre insanın yeniden dizaynı daha ağır bir ifadeyle “insanın yeniden yaratılması” meselesi, masum bilimsel merakın bizi nerelere götürebileceği ile ilgili ipuçları veriyor.

Peki, henüz dünyaya gelmemiş bireyin hak ve özgürlükleri üzerinde tasarruf sahibi olan kimdir? Genetik müdahalenin sınırları nerede başlar nerede sona erer? Düşünün ki siz doğmadan önce ebeveyniniz veya devletiniz tarafından –ki gen dizaynlarının birer devlet politikası haline dönüştürülerek istenilen genetikte insan yaratması, olası bir genetik köle sınıfının oluşturulması oldukça gündemde şu aralar- hangi genlere sahip olacağınız belirleniyor. Birisinin karar verip tasarladığı haliyle dünyaya gelen kişi, kendi yaşamı hakkında ne kadar söz sahibidir? Kendisi ile ilgili tasarrufları kendisine mi yoksa genetik tasarımcısına mı aittir? Mutlak olarak “insan” olmasından sıyrılıp “tasarlanan insan” olması onu bir amaçtan araç konumuna indirgemez mi? Burada uzun uzun Kant’ın “araçsallık” ilkesinden dem vuracak değiliz elbette. Ama bireyin genetik müdahaleler ile kendi olası kaderinden ve geleceğinden koparılmasının, onun temel hak ve özgürlüklerine doğrudan bir müdahale, doğrudan bir araçsallaştırma olarak görülmesi çok da zorlama bir yorum olmasa gerek.

Etik açısından bir başka problem de bu işlemler için kullanılan embriyolar/embriyonik hücreler. Çinli bilim insanı He, araştırması için yedi kadına embriyo nakletti, bunlardan biri başarılı oldu. Diğer altısına ne oldu dersiniz? Genetik işlemler genelde embriyonik birçok hücre üzerinden yapılıyor. Birinin veya bir kaçının başarılı sonuç vermesi halinde diğerleri imha ediliyor. O halde “İmha edilen embriyoların statüsü nedir? Yaşam ve canlılık nerede başlar?” sorularına da cevap aramak gerekiyor. Ne yazık ki bu sorular öyle hemen cevap verebileceğimiz türden sorular değil.

Herkes iyi, herkes güzel

 Bu durumun bizi götürebileceği yeri, bir adım sonrasını tahmin etmeye çalışırsak belki de tedirginliğimizin kaynağını görebiliriz. Hadi başlayalım, ihtimallerden bir senaryo:

İnsanın genetik dizaynına izin verilir. Önce sırasıyla tüm hastalıklı genler ayıklanır. Herkes dünyaya hastalıklara karşı bağışıklık kazanmış olarak gelir. Belki kimse hasta olmaz. En ufak bir grip bile. Herkes pek sağlıklı. Sonra herkesin en güzel olmasını dileyebiliriz. Malum görüntü çağındayız. Herkese hokka gibi bir burun, muntazam kaşlar ve dudaklar. Genetik dizaynla her şey mümkün. İyi de güzellik algılarımızı kim belirleyecek? Belki tasarım merkezleri kurulur bunun için. Tasarım harikası manken gibi vücutlar... Herkes pek bir güzel. Peki gerçekten herkes mi? Temel etik tartışmaları insanın doğal biyolojisini ele aldığı kadar, bu gücün –evet evet gen dizaynasyonu bir güçtür!- kimin elinde bulunacağı ve ne amaçla kullanılacağını da tartışma merkezine alıyor. Yani şu anki küresel düzlemde bu genetik dizayn ile elde edilen “Herkes için sağlık herkes için güzellik” sloganının gülünç bir ütopya/distopya olduğunu söylemek gerekir herhalde. Hadi durumu bir adım daha ileri götürelim. Gen tasarım gücünü elinde barındıranların, en sağlıklı, en güçlü, en zeki bireylerle bir güç oluşturmasının yanında yok etmek istedikleri kesimleri bu güç ile tahakküm altına alabilecekleri veya ters öjeni mantığı ile istenmeyen toplumlar için hastalıklı, zaaflı köle toplumlar yaratmayacağını kim garanti edebilir? Durum abartılıyor gibi gözükebilir ancak etik tartışmalarının temelinde her durumdaki “ahlakî olasılıkları” anlamaya çabalamak yatar. Bu yüzden etik sürekli sorular sorar.

Sonuç olarak, insanın zihninde öteden beri hep en iyilerle yola devam etme içgüdüsü vardır. İnsanoğlunun her zaman en sağlıklı, en güçlü, en güzel hali ile var olmak istediğini, “en zayıf halkanın” asla hiçbir zeminde yeri bulunmadığı duygusuna kapıldığını söyleyebiliriz. Temel soru “Tüm zayıfları ve zaafları ortadan kaldırabiliyor olmamız, bunu yapma hakkını bize tanır mı?”

İnsanı insan yapan “şey” nedir? Yani bizden ne giderse, insan olmaktan uzağa düşeriz? İnsanın “ne olup olmadığını” ortaya koymaya çabalamak, o “nelerin” organizasyonuna ve müdahalesine hakkımız olup olmadığı sonucuna ulaşmamızda bir kandil olacak gibi gözüküyor. Görülüyor ki biyolojik evrim bizi aslında ontolojik evrimimizi konuşmaya, içinde kaybolacağımız derin sulara dalmaya sevk ediyor.  Ve o derin sudan çıkmak için ilk kulaç sanırım şu soru ile başlıyor: İnsan nedir ve Tanrı’nın neyi olur?

[email protected]