Modernite miti ve despotizm

Ali K. Metin / Şair, Yazar
20.10.2018

Batı’nın yumuşak karnı taşıdığı devasız kibri, çıkmaz sokağı efendilik düzenidir. Köle olanlar, yeni bir Spartaküs ruhunu ve bilincini canlandırmak zorundadır. Doğu’nun böyle bir atılımı gerçekleştirmesi tarihin muhtemelen en büyük devrimlerinden biri olacaktır. Fakat efendiyi küçümseyen bir kölenin bunu hiçbir zaman başaramayacağından eminiz.


Modernite miti ve despotizm

Batı düşüncesi, yarattığı modernite (Aydınlanma) mitiyle uyum içinde ilerlemeyi garanti edemeyecek kadar öteki, farklı, aykırı olana dair entelektüel, ruhsal muharriklerle hemhal. Dinamizmini çok büyük ölçüde buradan almakta. Modernite mitinin söz konusu muharrikler karşısında ayakta duramaz hale gelmesi garip değil. Ancak kolay anlaşılabilir de gözükmüyor. Zira Batı düşüncesi, Ortaçağın sonundan itibaren skolastik (dogmatik) anlayışa karşı aklın mutlak zaferini temin etme yolunda hızlı bir seyir ve inkişaf içindedir; Batı’yı bir akıl uygarlığı olarak gövdeleştirmek istemiştir. Aydınlanma Devrimi’nin akabinde ortaya çıkan pozitivist felsefeyle skolastik anlayışa karşı en ağır, en radikal darbeyi vurmuş, bilimsel ve akılcı bir dünya düzeni (başka ifadesiyle aydınlanmış despotizm) insanlığın tekamülündeki son merhale olarak tavsif edilmiştir. İnsanlığın evrimini sırayla teolojik, metafizik, pozitivist olmak üzere ardışık nitelikteki “üç hal” ile açıklayan Comte, -Weber’in o çarpıcı ifadesiyle- metafiziğin “büyüsünden arındırılmış” bir dünyayı Akıl Çağı’nın (Aydınlanmanın) zorunlu bir “hal”i, bir tezahürü saymaktadır. Buysa nihayetinde Batı dünyasının diğerlerine (Batı dünyasının dışındakilere) olan üstünlüğünü teyit ve ibraz edici niteliktedir. Sadece üstünlüğünü değil evrenselliğini de tam anlamıyla mutlaklaştırmış, dolayısıyla modernite miti aynı zamanda bir Batı miti olarak içselleştirilmeye başlanmıştır. Aydınlanma Devrimi (Yeni Akıl Çağı) ve onun en despotik türevi olan pozitivizm, insanlığa artık bilimin ve aklın kapılarını açarak tarihi, küresel bir tekamülü, tabir caizse bir fetih sürecini harekete geçirecektir. İnsanlığın kurtuluşu bundan böyle artık Batı’nın eliyle olacak demektir.

Postmodern düşünce bilahare akılcı ve pozitivist despotizmin şiddetini görece şekilde kırmış veya törpülemiş bile olsa Aydınlanmacı ve pozitivist düşüncenin Batı düşünce dünyasına ektiği tohumların kolay kolay çürüyüp yok olması beklenemez. Böyle bir ihtimal yok denecek kadar azdır. Nitekim postmodern yaklaşımlar, pozitivizmi reddetmekten ziyade sınırlandırıcı bir rol oynayarak aslında Batı düşüncesinin gerek “sahicilik zemini”ni gerekse “öteki”yle olan diyalektik olanaklarını ciddi şekilde genişletmeyi sağladı. Bu itibarla, postmodern düşünce Batı mitini yok etme iştiyakı içinde falan olmayıp sadece pozitivizmin despotik, saldırgan dilini frenlemektedir, o kadar.

Bununla beraber, Aydınlanma düşüncesi ve pozitivizmin ikmal ettiği Batı miti (Batı’nın Greko-Roman temeline sahip üstün medeniyet algısı) ile birlikte daha da şişen egosunun, Batı dünyasının zihinsel ve kültürel katmanlarında etkili olmaya devam ettiğini tahmin edebilmek hiç zor olmamalı. Üstünlük duygusu Doğu’yla olan tarihi ilişkileri boyunca Batı’nın zihin ve ruh dünyasında derinleşerek kronikleşmiş bir hastalık halidir. Bununla yüzleşmeye yönelik bazı vicdani ve/veya bilimsel sorgulamalar ise söz konusu hastalığı tedaviye yeterli gelmeyecek kadar marjinal bir nitelik taşır. Hastalık hem entelektüel hem de toplumsal planda derinliğine kök salmıştır.

Üç tarihsel moment

Sözünü ettiğimiz üstünlük duygusu tarihsel süreç içerisinde önce Haçlı Seferleri, ardından sömürgecilik geçmişi, son yüzyılda ise küreselleşme politikaları ve ideolojisi yoluyla kendisini gösteren belli başlı üç temel momente sahiptir. Her birinin ardında şu veya bu sebepten kaynaklanan üstünlük kompleksi ve kibir vardır. Tabir caizse bir nevi Hıristiyan-Avrupa kavmiyetçiliği söz konusudur. Haçlı Seferlerinin ardındaki ruh hali bunun belki de en karakteristik, en vandal görüntüsünü ortaya koyar.

Hristiyan-Avrupa dünyası, Hristiyanlıktan sonra gelen din olmasına rağmen İslam’ı ilk yayılma dönemlerinde semavi bir din olarak kabul etmedi. Böyle bir kabul elbette İslam’ı son din olarak benimsemeyi beraberinde getirecekti. Bunun yerine Avrupalı Hıristiyanlar, İslam’ı yalanlayıp küçümsemeyi tercih ettiler. Yahudilerdeki seçilmişlik iddiası adeta gizli kapaklı şekilde Hıristiyan dünyasına da intikal/nüfuz etmiş gibiydi. Hıristiyanlık onlar için tek gerçek semavi dindi. Dolayısıyla “İslam’a kulak asmamak ve eğer mümkünse onu Ortadoğu coğrafyasından silmek” (Hüseyin 2017, 12) için her şeyi yaptılar. Vahyedilmiş bir kitap olmadığını ispatlamak amacıyla Kur’an’ı İspanyolcaya, Latinceye çevirme işine giriştiler. Hıristiyanlığı kendi üstünlüklerinin bir nişanesi olarak görmekle kalmadılar, sapık din diye tanımladıkları İslam’ın müntesiplerini Hıristiyanlaştırmayı kendileri için kutsal bir görev saydılar. Eğer kutsal, ilahi mesajın bayraktarlığını yapacak olan birileri varsa, o da en başta kendileriydi. Denebilir ki, “Hristiyanlar açısından onu [yani İslam’ı] kabul etmek, sosyal mevkiinin el altından mahvına çalışmak” (Age, 12) olacaktı. Haçlı Seferlerinin ardındaki bu anlayış ve ruh hali, Batı dünyasının kolektif bilinçaltını da iyiden iyiye şekillendirdi.

Şüphesiz Avrupalıların İslam’a bakışı tamamen bu çerçevede homojen bir nitelik taşıyor değildi. Sonraki dönemler içersinde yer yer daha makul ve pozitif yaklaşımlara rastlanabiliyordu. Fakat bunların istisnai nitelikte olduğu da bir gerçek. Avrupa’nın İslam’la olan karşılaşmaları, bilhassa Ortaçağ dönemi boyunca onun üstünlük duygularını ve fetih arzusunu biledikçe biledi. Kapitalizmin gelişmesi ve sömürgecilik siyasetinin başlamasıyla birlikte üstünlük kompleksini besleyen unsurlarla ilgili bazı değişmeler oldu. Hıristiyanlık önemini nispeten kaybetmekle beraber tamamen etkisizleşmedi. Fakat Batı’nın bilim, felsefe, kültür, teknoloji alanındaki üstünlüğünün yanında bu, eskisi kadar önemli olmaktan çıktı. Batılılar artık “üstün medeniyet”in mümessilleri olarak çok daha büyük bir kibre ve iddiaya sahiptiler. Üstünlükleri sadece artık dinle sınırlı olmaktan çıkmış, hayatın bütün alanlarında meyvelerini vermişti. Batı sömürgeciydi belki ama aynı zamanda medeniyetin temsilcisi, taşıyıcı bayraktarıydı.

Batı efendiliğinin göstergesi

Sömürgecilik tarihi Batı’nın bir taraftan zenginleşme iştahını kabartır ve doyururken, diğer taraftan kendi becerilerini dahası üstünlüklerini ispatladıkları bir tecrübe süreci oldu. Sömürgecilik ne denli maddi, ekonomik hedeflerle işleyen bir sistem olursa olsun, kurulan efendi-kölelik ilişkisinin psiko-sosyal boyutlarından izole edilemez. Gerçekten de  sömürgeciliğin sanıldığı kadar “karlı” olmaması bunun çok daha önemli bir etken olduğunu gösterir. “Sömürgecilikle elde edilen karları abartmamamız gerekir... Ama bunun (..) temelsiz bir yanılsama olduğu anlaşılmıştır. İngilizlerin ve Fransızların kurduğu iki büyük imparatorluğun nihai bilançoları benzer sonuçları ortaya koymaktadır. Elde edilen toplam gelir, maliyetlerden daha düşüktü” (Fontana 2003, 132).  Denebilir ki, sömürgecilik, dünyanın efendileri haline gelmek için kurulması gereken bir sistemdi. Ancak efendilik ve üstünlük dürtüsünün belli bir rasyonaliteye de kavuşturulması gerekmektedir. Sömürgecinin bilinçaltı ile bilinci arasındaki ilişkinin dini değilse bile bittabi daha ahlaki bir temele yaslandırılmasına -öznel, nesnel vs.- muhtelif açılardan ihtiyaç vardır. Fontana’nın harika deyişiyle “Sömürgeci insan artık yeni dönemin misyoneriydi ve niyeti ilkel halklara düşünsel ve maddi gelişmenin doğru yolunu öğretmekti” (Age, 123).

Ne ki, sömürgecilik ilişkisi -görece üstünlük farkları devam ettiği takdirde dahi- ilanihaye sürdürülebilir olmaktan uzaktır. Özne-özne ilişkisinin, daha doğru ifadeyle hiyerarşisinin olduğu her yerde çelişki ve çatışma kaçınılmaz bir sonuçtur. Sömürgecilik de bu sona ister istemez gebedir. Dolayısıyla “köleleştirilmiş” olanlar hiçbir vakit bütünüyle “köle” varlıklar değildirler. Köleliğin bir vahşet olduğu gerçeği iki özne -topluluğu- arasındaki barışın ancak kerhen devam etmesine izin verir. “Bu vahşetin onların içlerine devasızca işlediğini [efendiler] nasıl anlamaz?” (Fanon 2013, 25). Efendiler, onların bunu anlamadıklarını düşünecek kadar akılsız değildir elbette. Tam tersine halen kendi akıl ve üstünlüklerine güvenmektedirler. Efendilik hırsı bu yüzden onları yavaş yavaş kendi fıtratına yabancılaştırarak acımasız bir zalime dönüştürür: “Kendi mutlak erkinden ve bu erki yitirme korkusundan deliye dönmüş bu zorba, bir zamanlar insan olduğunu hatırlamakta zorluk çekmektedir; kendisini bir kamçı ya da tüfek sanır; “aşağı ırklar”ın ehlileştirilmesinin onların reflekslerini koşullamaktan geçtiğine inanmıştır” (Age, 25).

Sömürgeci kendisini, teşbihte hata olmazsa bir ayı terbiyecisi gibi görmekte ve bu şekilde hareket etmektedir. Bunda şüphesiz belli bir başarıyı da göstermiştir. Aksi takdirde sömürgecilik tarihinin 1990’lü yıllara kadar uzaması mümkün olamazdı. Ehlileşen ve ehlileşmekten mutluluk duyan yerliler Batılıların sömürgecilik sisteminden memnuniyet duyabiliyorlardı. Bu da yerlilerin bir çelişkisiydi ancak dediğimiz gibi çelişki bir yerden sonra sürdürülemez bir noktaya doğru gelmektedir.

Küreselleşen efendilik

Bununla beraber, Batı dünyası efendiliğin yeni koşullarını oluşturmaktan kendisini alıkoyamayacaktır. Medeniyet gerçeğiyle buluşturduğu diğer dünyaları kendi kontrolü ve gücü altında tutmak için yeni çözüm yollarını bulacak, böylece küreselleşme mekanizmalarını devreye sokacaktır. Konvansiyonel sömürgeciliğin yerini artık, Negri’nin ifadesiyle “küresel makine” almıştır. Sınırları ortadan kaldırarak dünyayı küresel güç odaklarına bağlı kültürel-siyasal-ekonomik bir ağa dönüştürmek Batı tahakkümcülüğünün/kolonyalizminin 20. yüzyıla damgasını vuran yeni marifetidir. Küreselleşme Doğu/Batı ayrımını ortadan kaldırmaz, aksine bunları iki ayrı kategori olarak kendi gerçekliğinde içselleştirir. Hatta efendi ile köle, Batı ile Doğu ilk defa bu kadar kütlesel düzeyde karşı kaşıya gelmişlerdir. Fakat bu karşı karşıya geliş efendinin köleyi soğurarak başkalaştırmasına mani teşkil etmez. O, sürekli kendi ötekisini üretmeye devam eder: Efendiliğini daima teyit edecek bir öteki! Bu sebeple üstünlüğünden hiç ama hiç şüphe etmeyecektir. Öteki’nin gün gelip bir çatışma veya ayaklanma içersine gireceğini gayet iyi bilse de bundan dolayı kederlenmez. Kendisinin tarihsel hatta belki biyo-kültürel, biyo-politik üstünlüğünden emindir. Şu veya bu şekilde efendilik tahtına oturmayı bilecektir.

Spartaküslerin ruhu

Batı’nın yumuşak karnı belki de taşıdığı o devasız kibridir. Bu kibri sebebiyle kendi sonunu hazırlıyor olabilir. Yine bu yüzden hakikati görmüyor da olabilir. Hardt-Negri ikilisinin İmparatorluk adlı eserlerinde Hegel’e atfen altını çizdikleri hakikatin Doğu-Batı ilişkisindeki karşılığını sorgulamakta bu manada en azından fayda mütalaa ediyoruz: “Efendi ancak içi boş bir tanıma biçimi yaratabilir; ölüm kalım mücadelesi sayesinde, tam bilinç yönünde ileriye atılma potansiyeline sahip olan Köle’dir” (Hardt-Negri 2012, 143). Efendilik düzeni tam da  zaten bu sebeple Batı’nın çıkmaz sokağıdır. Fakat köle olanlar, bunun için yeni bir Spartaküs ruhunu ve bilincini canlandırmak zorundadırlar.

Doğu’nun bu şekil bir atılımı gerçekleştirmesi tarihin muhtemelen en büyük devrimlerinden biri olacaktır. Ancak Doğu’nun bu şuuru oluşturup oluşturamayacağı işin sanıyorum en çetrefil kısmını teşkil etmekte. Gerçekten o, böyle bir farkındalığı üreterek efendinin kibrine ve/veya tahtına ölümcül bir darbe vurabilecek midir, emin olamayız. Fakat Efendi’yi küçümseyen bir Köle’nin bunu hiçbir zaman başaramayacağından eminiz. Her anlamda köleyi devrimci bir güce ve başarıya kavuşturan şey salt kölelik durumu olamaz. Batı’yı aşma bilinciyle gerekli donanımın ve iradenin tekevvün ettirilmesi halinde ancak 5-6 yüzyıldan beri süregelen efendi-köle ilişkisi nihayete erdirilebilir. Değilse, Öteki dünyanın insanları, Batı’nın evrilen yeni efendilik düzenleri dolayımında kendilerine uzatılan havuçları yemeye her zamanki gibi devam edeceklerdir.

[email protected]

Kaynaklar

Hüseyin, Asaf (2017) Batının İslamla Kavgası, Çev: Mesut Karaşahan,            Pınar Yayınları.

Fontana, Josep (2003), Çarpıtılmış Geçmişe Ayna / Avrupa’nın Yeniden Yorumlanması Nurettin Elhüseyni, Literatür Yayıncılık.

Fanon, Franz (2013). Yeryüzünün Lanetlileri, Çev: Şen Süer, Versus yayıları.

Hardt, Michael-Antonio Negri (2012), İmparatorluk, Çev: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınlar