Modernizmin ‘görünmez eli’

0
5.01.2013

Modern ürünler, dayandıkları modun gerekçesiyle, yaşamın merkezinden itelenen ‘tanrı’yı aratmayacak ruhsal değerleri de kullanıcısına sunabilme yetisiyle donatılmıştır. Kullandığınız bu araçların niteliği, niceliği, onların taşıdığı değerler kadar (itibar, marka vs.) sizi bir yere ve bir şeylere ait kılarak kutsar veya sahip olmadığınız oranda da mahrum kılar. Bu anlamda süreci yöneten modernizmin, kapitalizmin teolojik bir yorumu olduğunu söyleyebiliriz.


Modernizmin ‘görünmez eli’

İnsan, yaşamıyla hayatını anlamlandıran ve bu anlam ile kendini ve yürüyeceği yolu üreten bir varlıktır. Yaşanmış her şey, geçmişin değil, şimdinin ve geleceğin konusu olarak her zaman insanın önündedir. Bu yönüyle insan yaşadıklarından ürettiği anlamın üzerinde yürür.

İnsanın anlamını ve yolunu konu edinen tüm sistemlerin asıl ilgi alanı gerekçelendirilmiş yaşam biçimidir. Bu ilişkide asıl unsur olarak yer alan yaşam biçiminin gerekçesi bireyin ve toplumun da varoluşunun anlamı olur.

Yaşam biçiminin, insanın kimliğini şekillendiren yapısı gereği, insanlık tarihinin, bu zemin üzerinden elde edeceği kimlikle yer bulmasına dönük mücadeleler tarihi olduğunu söyleyebiliriz. Bu mücadele bireysel ve sosyal rengi meşru kılacak gerekçeyi (modu)  belirleme doğrultusunda devam etmektedir. 

İnsanın şekillenmesi ve kimlik edinmesinin asıl zemini olan yaşam biçimleri ya tümdengelimci, doktriner inanç esaslarına, ya da tümevarımcı ve tecrübi esaslara dayanır.  Her şeyi yaratan ve onların sahibi olan tanrı inancı esaslarına dayalı tümdengelimci birinci yol insanlık tarihinin ana gövdesini oluşturmakla birlikte en çok suiistimal edilmiş bölümüdür. İstisnalar dışında bu dönemin genel görünümü, her şeyin sahibi olan tanrının adına onu temsil edenlerin de bu temsille her şeyin sahibi gibi davranmalarıdır. Bu kadar sıkı bir doktriner yapı ile şekillenen yaşamsal alan elbette istediği her şeye dönüşebilmek gibi yeteneğe sahip insanı içinde barındırabilmesi açısından sürekli çatışma üreten bir potansiyeli de diri tutmuştur. Konu, yapısı gereği tüm insanlık tarihini içerse de bu yazıda biz böyle bir yapı içinden protest bir tepkiyle çıkan modernizmi ele alacağız.

Her şeyi kuşatan modernizm!

Özellikle modernizmin Batı kaynaklı bir akım olduğu, hatta doğu ve batı kavramlarının bile modern algının yorumu olduğunu söyleyerek başlamak isterim. İncil’in Aristo felsefesi ile yoğrulmuş yorumu onu dünya merkezli bir anlayışa evirmiştir. Bu merkezde odaklanmış inanç, bu inanç doğrultusunda dünyayı elinde tutabildiği ölçüde dünya ile birlikte onun merkezi olan tüm evreni de düzen içinde kontrol edebileceği inancı ile şekillenmiştir. (Galileo’nun dünyanın, evrenin merkezi olmadığı görüşünün kiliseyi ne kadar telaşlandırdığını hatırlayalım.) Katı bir yorumla her şeyi kendisine ait kılarak başka bir yapıya izin vermeyen bu inanç sistemi özellikle coğrafi keşifler ve Rönesans içinde ortaya çıkan burjuvazinin protest talepleri ile reformasyona maruz kalacaktı. Ancak bu reform hareketi ana yapıyı değiştirerek değil ondan ayrışıp yeni bir yapılanma olarak gerçekleşti. Bu zemin üzerinde varlık bulan burjuvazi Rönesans’la birlikte ele alınan antik Roma ve Yunan mirasının tarafında yer alarak kendi içindeki doğudan ayrışmış batı olarak eşitlik ve özgürlük idealine bir yol bulmuştu. Bu yol, sahip olmaya ve sahip oldukları üzerinde özgün her tür tasarrufa geçit veren hatta bu ölçüde kutsanma inancına sahip ve kendini modern olarak tanımlayan bir yol. Aslında modern kelimesi daha 5. yy’da Hıristiyan dünyanın kendisini antik Roma ve Yunan sisteminden ayırmak için kullanılmıştı. İlginçtir şimdi de, Latince şimdi anlamına gelen bu kelime antik Roma ve Yunan’dan ilham alan yaşam biçimini milat olarak ifade ediyor.       

Böyle bir mod (odak) ile biçimlenmiş bu konuyu yaygınlaşmış görünümleri üzerinden kapitalizmle birlikte ele almak zorundayız. Kapitalizm tek başına gerçek ihtiyaçlar üzerinden sınırlı ve araçsal bir sistemden öteye geçemez. Bu nedenle ürünlerin gerçek (nesnel) ihtiyaçlarla sınırlanmasının aşılması kapitalizmin ufkunun genişlemesinin ve sınırlı sermaye ile sınırsız bir evrene sahip olabilmesinin zorunlu koşuludur. Burada bize düşen sorumluluk da sınırlı imkânlarla sınırsız ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimize inanmak(!)  İşte bu sınırsız ihtiyaçlar kavramı modernizmin temel kavramı olarak kapitalizmin yolunu sürekli açık tutan algıdır. Ancak modernizm, pozitivist yapısıyla, diğer konuları tanrısal alana bırakmak sureti ile seküler bir sistemdir. Fakat bu alanları da pozitivist evrene devşirip mevzi kazanmayı sürdürmektedir.

Bunun gerçekleşebilmesi küresel dünyanın sermayeye geçit verecek şekilde pürüzlerin giderilmesine ve bu düzlemde her noktadan diğer noktalara sınırsız kombinezonlarla çizilmiş normal ihtiyaçlar listesinin güncellenmesine bağlıdır. Bu sistem tasavvuru küre üzerinde zorluklarla karşılaşır. Çünkü küre üzerindeki her nokta konumu itibari ile özeldir ve diğer notlarla ilişkisinde onların konumlarını her an kendine bağımlı ve göz önünde tutamaz. Bu nedenle modernizm kendi moduna bağlı dizaynını gerçekleştirebilmek için dünyayı projeksiyon araçları ile düzlem olarak tasavvur eder ve bu düzlem üzerinde yaptığı ölçümlerle konumlandığı mod ile yaşamsal alana müdahale eder.

Bu kurgunun en belirgin yönü yerel olana modern yorum üzerinden müdahalelerle elde edilecek normalleşme ile realiteyi belirlemesidir. Sonra realize olmuş bu normal, yasallaştırılıp yeni yaşam biçimine dönüşür ve bu yaşam biçiminin dayanağını oluşturduğu yasallık ve bu doğrultuda üretilen ahlak yoluyla yaşamı denetleme yetkisini ele geçirir.

Kapitalizmin teolojik yorumu

Belirttiğim merkezi yapıda üretilen ürünler, merkezinde yer aldıkları dairesel mekanın her noktasını kuşatan değerlere dönüşebilmek için bu mekanın sınırını o an için belirleyen çevre üzerinde tepede belirlenen noktaya (mod’a), merkez ve çevre arasında irtibatı sağlayan normalleştirme araçları (medya, model, reklam...) yoluyla taşınır ve bu yolla yaşamsal alanın moduna uygun hale dönüşen bu ürünler yaşama bu belirleyici mod yoluyla nazil olan değerler olarak bir tür helal ve haramları belirleme göstergesine kavuşurlar. Bu süreçle var olan modern ürünler, dayandıkları modun gerekçesiyle, yaşamın merkezinden itelenen tanrıyı aratmayacak ruhsal değerleri de kullanıcısına sunabilme yetisiyle donatılmıştır. Burada sahip olduğunuz bu araçlar kadar ruhsal derinliğiniz ve gücünüz olabilir. Kullandığınız bu araçların niteliği, niceliği, onların taşıdığı değerler kadar (itibar, marka vs.) sizi bir yere ve bir şeylere ait kılarak kutsar veya sahip olmadığınız oranda da mahrum kılar. Bu anlamda süreci yöneten modernizmin, kapitalizmin teolojik bir yorumu olduğunu söyleyebiliriz.

Kilisenin aşılamaz kutsallığı tanrının her şeye sahip olduğu, onu temsil eden kilisenin de bu temsil hakkı üzerinden başka bir gerekçeye gerek kalmaksızın sahip olma hakkı anlayışı, Ortaçağ olarak adlandırdığımız dönemin en karakteristik görünümünü yansıtır. Sahip olmayı bu kadar tanrısal kılan bu anlayış kilise tekeli dışında varoluşa izin vermeyen, bunun dışında kalmayı lanetli gören bir yaklaşımdı. Protestanlık bu anlayışı protesto ederek buradan kaçıştı, ancak bu kaçış Tanrı ile yeni bir bağ kurarak gerçekleşti. Artık her şeyin sahibi olan tanrı onları da sahip oldukları üzerinden, kendine yakın görüp kutsayabilecekti. Onlar da olabildiğince her şeye sahip olarak ele geçirdiklerini kutsayıp Tanrı’ya şükranlarını sunabileceklerdi. Hak etmeseler sahip olmazlardı! Sahip olma arzusu ile yapılan bu dokunuşun her nasılsa “görünmez bir el”le işleri yoluna koyup herkesi mesut ettiğine inanılıyor! Öyleyse işlerin düzeni hakkında düşünmeye gerek de yok. Ne kadar sahip olunacağına bakıp gerisi bu “görünmez ele” bırakılabilir. Bu anlamda burjuvazi, kilisenin yukarıdan aşağıya tümden gelimci bir anlayışla kutsal sahiplik hakkı karşısında bu anlayışı aşağıdan yukarı tümevarımcı bir algıyla sahip oldukları oranda kutsallaşmaya evirerek bu anlayışın mod olduğu modernizmi ihdas etmiştir. Artık peşinen her şey ve her yer kilisenin değil, kutsal emekle sahip olunan her yer kilise olarak bu anlayışın tasarrufunda olabilir. Sahip olan sahip olmakla bu hakkı elde etmiştir ve tanrı kilisenin içini sahip olmanın hakkı üzerinden sahibe terk etmiş ve kendisi de kilisenin dışında insanın sahip olamadığı evrenle ilgilenebilir! Modernizm sahip olunan üzerinden elde edilen hak etme anlayışı ile seküler bir inanç sistemi kurar. Bu kaderci bir yaklaşımla, hak etmeselerdi tanrı onların sahip olmalarına izin vermezdi anlayışına dayanır ve bu hak ettikleri üzerindeki tasarruflarının da haksızlık sayılamayacağı inancıdır. Burjuvazinin savunduğu eşitlik ve özgürlük ilkesi aslında kiliseye karşı bu sahip olma hakkına dayalı sahipler arası eşitlik ve özgürlük istemidir. Bu anlamda burjuvazi kaynaklı modernizm, mevcut kilise karşısında kendi kilisesini kurma arzusuna dayalı bir eşitliği ve özgürlüğü esas alan inanç sistemidir. O, her şeye sahip olduğunu ileri süren kilisenin, kendi sahip oldukları üzerinden el çekmesini, sahip oldukları ile kendi kilisesini kurmak isteyen bir inanca ve bu iki kilise arasında seküler evrenler algısına dayanır. Bu iki evren, insanın sahip oldukları üzerinde tasarruf hakkının insanda, insanın sahip olmadıkları üzerindeki tasarruf hakkının da tanrıya ait olduğu ayrışması temelinde kurulur. Ancak bu sistem durağan değil, insanın sahip oldukları ve olacakları üzerinden tarının el çekeceği ve tasarrufu insana bırakacağı ilerlemeci bir sistemdir. Sanırım bu inancın gerekçesi de “hak etmesek sahip olmazdık” anlayışıyla hümanist bir tanrısal inanca dayanıyor.      

Modernizm ürettiği eşyayı dil olarak kullanır ve eşyaya sahiplik üzerinden bu dili kullananı kutsayarak onu modern dünyanın müridi kılar. Sahip olunanın çokluğu kutsanmışlık derecesini gösterir. Modern dokunuşla buluşmamış her şey ilkel bir hammadde olarak henüz değerler sistemine dahil olmamıştır. Modernizm, hümanist bir değer sistemi olarak, sahip olduğu her şeye özgün dokunuş ile var olur. Sahip, sahip olduğu kadar lütufkar ve bir o kadar da kutsaldır modern evrende. Her dokunduğunu markalayarak onurlandırır. Sahibin kim olduğu belli olmalı. Yoksa dokunulanın kurtulmuşluğu ve sahibin kurtarıcı lütufkarlığı anlaşılamaz. Dokunulan kendi haline bırakılamaz. Sahipsizlik hissi ile mağdur edilemez ve sahibin belirsizliği ile kutsallık da belirsizliğe terk edilemez. Sahip olunmakla kazanılan anlam bu sahip olma halinin sürdürülebilmesi ile mümkündür. Sahip olan bu sahiplikle lütfettiği anlamla lütufkar olarak, sahip olunan ise bu lütfa mazhar olmakla kazandığı anlamla elde ettiği var olma hakkı ile kutsanmıştır. Artık elde edilmiş bu hakla neyin adil ve meşru olduğundan söz edilebilir. Bu sistemde var olan, sahip çıkanın simgesel olarak odak olduğu modun belirleyiciliğinde her tür eylemin bu moda uygun bir değerlendirmeye ve anlama tabi olacağı bir yer edinerek, moda uygun modern olmuştur. Sahip olunabilen her şey bu modernist sistemin kutsal nesnesi olarak var olabilir. Dokunamadığı varlık ise henüz hammadde olarak ilkeldir ve bu dilin dışındadır. Bu hammadde modern bir dokunuşla dillenmedikçe ilkel bir ifadesizlik içinde vaftiz olmayı bekler.

Postmodernizm ilacı...

Bir saadet zinciri. Sahip olduklarınız ve sahip olduklarınızın sahip olduğuna da sahip olunan olarak işleyen, hiyerarşik bir iktidar ilişkisine dayalı ilerlemeyi hedefleyen bir sistem. Modernizmin ilerlemeci saadet algısı bu sahiplik zincirine dayanır.

Özellikle dünya savaşları sonrası modernizmin vaat ettiği saadetin sağlanamadığı tecrübesi ile birlikte postmodern bir eleştiriye maruz kalan modernizmin yeni bir yapılanma ve mod değişikliğine doğru evrildiği söylenebilir. Jürgen Habermas ve Antony Giddens postmodern düşüncenin da aslında modernitenin dışında olmadığını ilan edecektir. Postmoden düşünce modernizmin insanı pozitif dünyaya sıkıştırdığından şikayet ederek aslında modernizmin seküler yapısına bir eleştiri getiriyordu. Habermas ve Giddens gibi düşünürler postmodernizmin modernizmin içinde tasavvur edilebileceğini söyleyerek modernizmin monist bir yapıya evrileceğinin işaretini mi veriyorlar? 

Bu arada Huntington’un modern dünyanın şekillenmesinde tüm medeniyetlerin bir bir Batıya katıldığını söylediği inançların rolünü öne alan makalesi modern dünyanın inançlara duyarsız kalamayacağını öngörüyor. Bu temenni öncelikle ortak bir muhasebe sistemi altyapısına dayalı normalleşme ile “mürekkep bir medeniyet” sistemine geçişin çözüm olarak öngörüldüğü normları dayatacağa benziyor. Bu mürekkep de çoktandır her şeyi tamlayan “modern” içinde, farklı medeniyetlerle elde edilmiş teslisin birliğinde var olmayı işaret ediyor.

Artık modern dünyanın neden Batılı olduğu ve Batı her yere sahip çıkıp, her yer Batılı oluncaya kadar modernleşme saadetinin eksik kalacağı inancını anlayabiliriz!

[email protected]