Modernleştirme iddiası ve self sömürgecilik

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
4.11.2022

Carter V. Findley, Modern Türkiye Tarihi adlı kitabında "Sömürgeci güç, tehdit ettiği veya sömürgeleştirdiği halklara bir modern devlet modeli sunmuş, ama aynı zamanda bu modelin hayata geçirilmesini engellemişti" tespitinde bulunur. Probleme ilişkin çözüm önerisi kültürel ve maddi güç ilişkileri sahasında bağımsızlık kazanmaktır.


Modernleştirme iddiası ve self sömürgecilik

Aktif bir öznenin, nesnesi üzerinde gerçekleştirdiği bir durum olan modernleştirme eylemi modern kavramı ile bir tezat oluşturuyor. Çünkü aklı merkeze alıp akletme faaliyetinin öznesi olmaya dayalı modernlik tam da akletme eylemini nesneleştiren özne olmaya engel faktörleri ortadan kaldırma halini ifade eder. Modernleştirme kavramında ise akleden, modernleştiren özne iken modernleştirilen, bu akıl doğrultusunda ikna edilerek motive edilmiş bir nesnedir.

"Sömürgeci güç, tehdit ettiği veya sömürgeleştirdiği halklara bir modern devlet modeli sunmuş, ama aynı zamanda bu modelin hayata geçirilmesini engellemişti." Carter V. Fındley, Modern Türkiye Tarihi adlı kitabının giriş kısmında böyle bir tespiti dillendirir. Bu durumun çözümü olarak da böyle bir modernlik içinde sömürgeleştirilen halkların "... ilk önce kültürel alanda-ve kendi dillerinin kalesinde- bağımsızlık elde etmek, bundan sonra da dışarıdaki maddi güç ilişkileri sahasında bağımsızlık kazanmak" ifadesiyle ilk cümledeki probleme ilişkin çözüm önerisinde bulunur. Bu çözüm önerisi de aslında ilk cümledeki problemin iki ana unsurunu vurgulayarak böyle bir modernliğin ne anlama geldiğini çözümlüyor. Burada sömürgeleştiren modernliğin, ilki kültürel alanda, bir halkın kendi dilinin kalesinin yerle bir edilmesi ve ikinci olarak da maddi varlığının uluslararası ortamda kendini ifade eden bir maddi göstergesinin kalmadığı gerçeğidir.

Popüler kavramlar üzerinden inşa süreci

Bir toplumun varlığını güven içinde sürdürebilmesi, kendi içinde kuracağı dinamik bir düzen ortamı ile dış dünyaya karşı kendini koruyacağı, bu dinamizmden aldığı güç ile mümkündür. Sömürgecilik ise bu iki dinamizmin ortadan kaldırılması ile mümkündür. Onu kendisi kılan dinamiklerini kaybetmemiş bir toplum sömürüye geçit vermeyecektir. Bu anlamda sömürgeciliğin en önemli çözümü popüler kavramlar altında bir toplumun dinamiklerini yok edip onu kendi aklının nesnesi olarak yeniden inşa etmektir. Bu anlamda modernleştiricilik, sömürülen halkların sömürüye karşı duracağı değerlerini ortadan kaldırmaya dönük en kullanışlı kavram olmuştur.

Kutsalın dışlanması

Aklın merkeze alınarak kutsalın dışlanması olarak ifade edilebilecek olan modernlik, sömürgeci iradenin dirençle karşılaşabileceği, bir toplumu kendisi kılan tüm değerlerini değersizleştirme aracı olarak işlevselleşmiştir. Aklın kutsal sayıldığı İslam toplumlarında ise durum modernlik adına aklın da dışlanması gibi akıl mantık dışı uygulamalara dönüşmüştür. Böylece mod olarak kendini merkeze alan bu irade mod-ern-leş-tir-diği toplumsal iradenin tüm değerlerini mücadele edilmesi gereken ilkellik olarak dışlayarak ortadan kaldırmaya yönelir. Bu süreçte öncelik, o toplumun tüm deneyimleri ile kavramsallaştırıp kendi hakikatini ifade eden dilidir. Bu dilin ifadesi aynı içerikleri taşıdığı sürece modernleştirme söz konusu olamaz. Çünkü bir dil onu toplumsal tüm değerlerin temsili kılan o toplumun hak algısından türeyerek şekillenir. Bu şeklin doğrudan ortadan kaldırılması mümkün olmadığı için bu işlem şekilden çok kavramların içerikleri değiştirilerek gerçekleşir. Kavramların düşüncenin nesneleri olduğu göz önüne alındığında ise biçim olarak aynı kalsa da içeriği değiştirilmiş bu kavramlar o toplumun en önemli dönüştürücüsü haline getirilir. Böylece bu yeni içeriklerle düşünen, kendi aklı ile değil onu dönüştürenin aklı ile, onun istediği doğrultuda düşünerek ona geçit veren bir nesneye dönüşmüş olur. Biçimsel olarak kendisi olduğunu zannetse de bu ifadenin kullanıcısı başkalaşmış içeriği ile kullandığı bu kavramın öznesi değil artık nesnesi konumuna dönüşmüştür. Bundan böyle kendisi için iyi olan fikri aslında onun ülkesini sömüren için iyi olandır. Artık burada söz konusu olan, sömürgeci efendilerin "bizim çocuklar" diyerek sahip çıktığı self sömürgecilik halinin gerçekleşmiş olmasıdır ve bu bir ülkeyi sömürmenin en etkili yoludur. Çünkü böyle bir ülke başta halkı ile birlikte topyekün sömürünün konusu olarak her şeyi ile sömürenin menfaatlerinin kendi menfaatleri olduğu inancı ile üzerinde yaşadığı toprağa tamamen yabancılaşmış ve oraya ait olana yani kendi değerlerine düşman olarak onlarla savaşmaya başlamıştır.

Özünü yitirenin özgüveni

Böyle bir algı ve zihniyetle motive olmuş ve artık sömürgeciliğin tüm fonksiyonlarını kendi ülkesi ve halkı üzerinde gerçekleştirmeyi modernlik zanneden bu karakterin tüm kavramları da bu zihniyeti ayakta tutacak içeriklere dönüştürülmüştür. Kendi özünü, üstelik isteyerek yitirmiş olan bu zihniyetin özgüven dediği şey benzemeye çalıştığı sömürgeci özneye benzeyebilme oranı kadar özden yoksun tam bir özgüven cüretkarlığıdır. Bu cüretkarlık hali özellikle başkalaşmayı kabul etmeyene karşıdır. Onlara karşı anlayış gösterme biçimi ise genellikle seçim sonrası başarısızlığında gün yüzüne çıkan, öz eleştirel mütevazilik kibriyle "halkın seviyesine inemedik" serzenişidir. Bu ifade, bambaşka bir kültürle aline olup, ona benzeyebilmeyi salt üstünlük aracı olarak gören nesneden başka bir iradenin ifadesi olamaz. Bir ülkenin gerçek kültürü ve değerlerini temsil ederek, yaşamsallığın gerçek ürünlerini ortaya koyan halkın, seviyesine inilmesi gereken cahiller olarak algılanması ise tam bir cehalet örneği. Çünkü cehalet, bilmek veya bilmemekle değil, aksine bilen ancak bilgiyi çarpıtıp kendi çıkarlarına malzeme etmekle gerçekleşen ukalalık ve kaba sabalık durumudur. Değer üreten ve bu değerler içinde gerçek yaşamın dinamiklerini temsil eden halkın durumu ise cehaletin zıddı olan halim kavramı ile ifade bulur ve bu ifadeyi okuyabilen, okuduğu oranda o seviyeye yani bizi millet yapan değerlere yaklaşmış olur.

Devlet- halk ilişkisi

Özellikle reel siyasetin demokratik seçimler üzerinden ortaya çıkan etkin yapısı, devlet ve halk arasındaki ilişkiyi şekillendiriyor. Demokratik ortamda gerçekleşen seçimler sonucu ortaya çıkan bu durum, halka hizmet eden ve onun ihtiyaçlarını önceleyen devlet yönetimiyle somutlaşırken, darbeler yoluyla doğrudan veya dolaylı olarak antidemokratik ortamlarda ortaya çıkan reel siyasetin ortaya çıkardığı yapı, milletin devletini baskılayıp devlet gibi görünen sömürgeci iradeyle milleti yönetmeye kalkışan güce dönüşür. Cumhuriyetin millet hakimiyeti esasına dayandığı hatırlandığında ise bu iradenin ne cumhuriyetle ne de milletle bir bağı olamayacağı aşikardır. Bu irade için cumhuriyet, halkı kendi istediği doğrultusunda yönetmek amacıyla totaliterliğini gizlemek için kullandığı bir maskelemeden ibarettir. Cumhuriyeti ortadan kaldırmak olan darbelerin bile demogojik içeriklerle çarpıtılıp cumhuriyet adı altında yapılmış olması başka bir anlam taşımıyor. Oysa milletin cumhuriyeti, sömürgeciliğe karşı kurtuluş savaşı ile fiilen kurulmuş ve her türlü karartmaya rağmen self sömürgeciliğe karşı 15 Temmuz direnişi ile tahkim olmuş milletin hakimiyeti ile cumhuriyettir.

Kavramların içeriğini değiştirerek sömürgeci iradeyi tahkim etmek amacıyla ona geçit verme iradesinde olan self sömürgeci zihniyetin karanlık ortamı aralandıkça Türkiye'nin dünya üzerinde hak ettiği yere gelmeye başladığına şahit oluyoruz. Darbe ortamlarının, aklı sömürgeci iradeye geçit verecek doğrultuda bağlama çabasından, akli bağlam kurma anlamında düşüncenin serbestliği ve düşünenin özgürlüğü ortamına dönüşen günümüz Türkiye'si için Türkiye Yüzyılı iddiasına gelinmiş olması katettiğimiz aşamayı gösteriyor. Yüksek teknoloji ürünlerimizin dünya pazarında öncelikli tercih edilen ürünler arasında yerini almasından, küresel krizlerin eşiğinde gerilen dünya siyaset arenasında, çözüp projeleri ile dünya gündeminde etkin hale gelen Türkiye, bugünden dünya siyasi konjonktürünün olmazsa olmazı haline gelmiş bulunuyor.

Uzun yıllar bilinçli olarak sürdürülen kavramsal kargaşa ortamının zihniyete dönüşmüş etkileri hemen ortadan kalkmıyor. Bir halkın kendi aklını özne kılabilmesi ise ancak kavramlarının gerçek anlamlarıyla buluşmasıyla gerçekleşebilir. İçeriği ve biçimi ayrışmış kavramlarla bağlamlar kurulamaz. Geldiğimiz nokta, bu konuda önemli aşamalar kaydettiğimizi gösterse de, maddi ve manevi anlamda bir insanlık idealini ifade eden Türkiye Yüzyılı iddiası, kavramsal derinliğimiz açığa çıktıkça daha da tahkim olacaktır.

[email protected]