Moğolları kim çağırdı?

Dr. M. Mücahit Küçükyılmaz / Yazar
15.08.2020

Moğol felaketinin en büyük nedeni Allah'ın, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun” emrine karşılık, içimizde şerre ve şerri çağıranların da bulunmasıdır.


Moğolları kim çağırdı?

“Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc’ün sedleri açılıp her tepeden dünyaya akın etmeye başlarlar.” Enbiya, 96.

Tarihin talihini Harzemşahların Otrar Valisi İnalcık Gayır Han kadar tersyüz eden, üstelik bunu bilinçsiz bir biçimde ve hem kendisi hem de insanlık aleyhine yapan pek az kişi vardır. Gayır Han’ın yaptıklarının sonuçları arasında görebildiklerinin belki de en hafifi kendi trajik ölümüydü. Zira onun Moğol Hükümdarı Cengiz Han’ın elçilerini katletmesinden sonra batıya doğru tarihin gördüğü en büyük ve hınç dolu askerî yürüyüşlerden birini gerçekleştiren Moğollar, neredeyse 13. yüzyıldaki bilinen dünyanın yarısını işgal ettiler.

Bu öylesine geniş çaplı bir coğrafyaya yayılan ve dehşetli sonuçları insanlığı asırlarca etkileyen bir istila idi ki; Çin’den Hindistan’a, Japonya’dan Kore’ye, Arap yarımadasından Anadolu’ya, Orta Asya’dan Kafkaslara, Macaristan’dan Kuzey İtalya’ya kadar dünyayı sarmıştı. Zamanın refah, ilim ve medeniyet şehirleri Semerkand, Buhara, Rey, Hocend, Merv, Otrar, Nişabur, Bağdat, Hemedan, Herat, Isfahan ve diğerleri yerle bir edildi, ahali kılıçtan geçirildi.

Moğol istilası sonucu Harzemşahlar, Anadolu Selçukluları, Abbasiler başta olmak üzere, irili ufaklı pek çok devlet tarih sahnesinden silindi; kimi tarihçilere göre devrin dünya nüfusunun yüzde 10’undan fazlasına tekabül eden yaklaşık 40 milyon kişi katledildi. İnsanlığın uğradığı tahribat sadece bununla kalmadı; özellikle bilim ve sanatta en parlak devrine ulaşan İslam dünyasında kütüphaneler ortadan kaldırıldı, ilim ve sanat erbabı katledildi, medreseler yıkıldı; böylece İslam medeniyeti ve düşüncesinin parlak yılları Batı’dan Haçlı, Doğu’dan Moğol saldırıları ile akamete uğratıldı. Peki, 13. Yüzyıla kadar neredeyse tarih sahnesinde hiçbir rol almayan Moğollar, nasıl olup da birden bire birkaç yıl içinde bütün Asya’yı ezip geçen bir felakete dönüştü?

Otrar Faciası

Takvimler 1218 baharını gösterdiğinde Asya’nın en büyük devleti olan Harzemşahlar’ın en doğudaki sınır kenti Otrar’a 450 kişilik bir ticaret kervanı giriş yapmaktaydı. Doğuda 1206’dan itibaren dağınık bozkır boylarını birleştiren ve 1215’te Çin’i istila eden Moğol Hanı Cengiz’in himayesindeki bu kervanın çoğu Müslüman tüccarlardan, 100 kadarı da Moğollardan oluşmaktaydı. Hatta Harzem ülkesine değerli Çin ipekleri, altınlar, gümüşler, kunduz derileri gibi kıymetli eşyalar getiren bu 500 develik kervanın başında dört Müslüman tacir bulunuyordu: Ömer Hoca Otrarî, Hammal Meraği, Fahreddin Cizekî el Buhari ve Emin Herevi. Şamanist Cengiz Han’ın kervanbaşlarının Müslüman olmasında şaşılacak bir şey yoktur, zira o dönem özellikle Asya ticaretine Müslüman tüccarlar hâkimdir; yolları, güzergâhları, malları ve onların satılabileceği pazarları ve kişileri en iyi onlar bilmektedir. Asıl şaşılacak şey, Otrar Valisi İnalcık Gayır Han’ın önce bu tüccarların tamamını casusluk gibi eften püften gerekçelerle tutuklatıp mallarına el koyması, ardından idam ettirmesidir. Böylece pandoranın kutusu açıldı, o güne kadar tabiri caizse, sedd-i Zülkarneyn’in arkasında bekleyen Moğollar gazap dalgaları halinde bütün yeryüzüne dağıldılar.

Şimdi, olayın arka planını anlamak için üç yıl öncesine, Cengiz Han’ın Pekin’i istila ettiği 1215 yılına gidelim. Cengiz Han’ın Çin’i ele geçirdiğini duyan Harzemşah Alaaddin Muhammed bin Tekiş, haberin doğruluğunu teyit etmek için Cengiz Han’a Seyyid Bahaeddin-i Razî başkanlığında bir elçi heyeti göndermişti. Zira Harzem hükümdarının da asıl hedefi Çin’i fethetmektir ve bunun kendisinden önce Cengiz Han tarafından gerçekleştirilmesi ihtimalinden rahatsız olmaktadır.

Cengiz Han, Harzem elçilerini Pekin’deki imparatorluk sarayında kabul edince haberin doğruluğu da kendiliğinden anlaşılmış oldu. Elçilere, kendisini doğunun, Harzemşah Muhammed’i ise batının efendisi olarak gördüğünü belirten Cengiz Han, iki devlet arasında ticareti geliştirmeyi arzu ettiğini de ekledi. Göçebe ve savaşçı Moğollarda üretim, ziraat ve zanaat zayıf olduğu için ticari faaliyetlerin gelişmesine ihtiyaç vardır. O yüzden dünyanın geri kalanı ile ticaret yapmak istemelerinde bir gariplik yoktu. Hatta Cengiz Han, o sırada ülkesine gelen Harzemli Ahmed Hocendi, Emir Hüseyin ve Ahmed Belhî adlı tüccarlarla bizzat ilgilenmiş, yüklü miktarda alışveriş yapmış ve onları memnun ederek memleketlerine uğurlamıştı.

Görünüşte her şey güzeldi

Devrin iki büyük devleti arasında karşılıklı ticaret ve diplomasi başlamıştı. Bu kez Cengiz Han, Harzem hükümdarına bir elçilik heyeti yollayarak ülkelerinin barış içinde yaşamasını ve ticareti geliştirmesini arzu ettiğini bildirdi. Görünüşte her şey güzel gidiyordu, fakat Cengiz Han’ın görmediği ve tanımadığı bir hükümdara hitaben yazdığı mektupta, Alaaddin Muhammed’e “fazla samimi” denebilecek bir şekilde “oğlum” diye seslenmesi Harzem sarayında hoş karşılanmamış, bir tür vesayet tavrı gibi algılanmıştı. Harzem Şahı, misafirleri hediyelerle uğurlamadan önce Moğol heyeti arasında bulunan Harzem asıllı Mahmud adlı bir elçiyle özel görüşüp bu gizemli han ve ülkesi hakkında daha fazla bilgi almak istedi. Hatta Mahmud’a Cengiz Han’ın kişiliği, ordusunun sayısı ve gücü hakkında sorular sorup kendisi adına casusluk yapmasını teklif etti. Çin’i ondan önce fetheden bu adamın çapını anlamaya çalışıyordu. Oysa bilmediği bir şey vardı; bu teklifi kabul eder gibi görünen Mahmud, asıl gerekli malumatı Cengiz Han’a ulaştırıyordu.

İşte bu şekilde 1218 baharına gelindiğinde Harzem ülkesine doğu sınırındaki Otrar’dan giren Moğol kervanı İnalcık Gayır Han’ın hışmına uğradı. Harzemşah Muhammed’in annesi Türkan Hatun’un da yeğeni olan ve emrinde 20 bin atlıdan oluşan bir ordu bulunan Gayır Han, kimilerine göre, kervandaki Hintli bir tacirin alaycı davranışlarını bahane ederek, kimilerine göre de casusluk yaptıkları gerekçesiyle tüccarların hepsini kılıçtan geçirdi. Fakat sebep ne olursa olsun, tüccarların bu acı sonu hak ettiği elbette söylenemez.

Cengiz Han, Harzem Şahına son bir heyet gönderip Gayır Han’ın cezalandırılmak üzere kendisine teslim edilmesini, katledilen tüccarların malları ve canları için tazminat ödenmesini istedi. Harzem Şahının buna cevabı elçi başını öldürtüp diğer elçilerin de saç ve sakallarını tıraş ettirerek geri yollamak oldu. Bir yıl sonra Cengiz Han, 200 bin kişilik bir orduyla 4 bin kilometreden fazla yol kat edip Otrar’a saldırdığında asker veya sivillerden hemen hiç kimseyi esir almadı; nasıl olduysa canlı kalan az sayıda kişiyi köle yaparken, Otrar’ı da bir antik harabeye çevirdi. Vali Gayır Han, ağzına, kulağına ve burnuna eritilmiş gümüş dökülerek öldürüldü. Alaaddin Muhammed Harzemşah, Buhara ve civarındaki birkaç küçük direniş çabasından sonra ardı arkası kesilmeden hücum eden Moğol orduları karşısında tutunamayacağını anlayarak Hazar denizindeki Abeskun adasına sığındı. 1220 yılının Aralık ayının sert kışında burada yalnız olarak zatürre ve açlıktan öldü.

Yalnız direniş

Harzemşahlar dağılmış, dünyanın geri kalanı ile Moğollar arasındaki set artık yıkılmıştı. İslam dünyasında ise, Celaleddin Harzemşah, babasından çok daha başarılı bir direniş gösterip Moğol ordularını birkaç kez mağlup ettiyse de, bu selin önünde o da duramadı. Dağılıp imha edilen ordunun yerine yeniden bir Harzem ordusu kuran Celaleddin, Moğollara ilk mağlubiyeti Pervan’da tattırarak onların yenilmez olmadığını herkese gösterdi, ancak son darbeyi vuracak gücü hiçbir zaman bulamadı. 24 Kasım 1221’de 50 bin kişilik ordusu, yanındaki ailesi ve binlerce sivil ile birlikte İndus nehrinin karşı tarafına geçip Cengiz Han’a karşı bir savunma hattı kurmak isteyen Celaleddin, henüz nehrin beri tarafındayken, süratle gelen Moğolların baskınına uğradı. Moğollar Harzem ordusuna ve silahsız muhacirlere karşı büyük bir katliama girişirken, Celaleddin, çok sevdiği cariyesi ve çocuklarını düşmanın eline düşmemeleri için öldürtmek zorunda kaldı. Zira Moğolların eline canlı olarak geçmek ölümden beterdi. Yanındaki küçük bir birlikle nehri aşabilen Celaleddin’in maiyetinden pek az insan Moğol kılıcından canını kurtarabilmişti. Bunlardan biri, Celaleddin’in hizmetçisi tarafından sandukaya konup nehrin akışına bırakılarak kaybolan ve ileride Mısır Sultanı Melikü’l-Muzaffer Kutuz olarak ortaya çıkıp Ayn Calut savaşında Moğolları durduracak olan Harzem sülalesinden bir bebekti.

Yardım alamama hıncı

Celaleddin 10 yıl boyunca saraysız bir sultan olarak göçebe halde Moğollara direnirken, Halifeden ve İslam devletlerinden yardım alamamanın verdiği hırçınlıkla Eyyubiler ve Anadolu Selçuklularıyla da çatıştı. 1230’da Alaaddin Keykubad ve Eyyubi Meliki Eşref ile Ahlat yüzünden giriştiği Yassı Çemen muharebesini kaybetti. Öte yandan Moğollar, kendilerine karşı en büyük tehlike olarak gördükleri bu büyük savaşçı ama zayıf diplomatı takibe devam ediyorlardı. Celaleddin Gence, Aras, Eleşkirt, Malazgirt, Hani yolunu izleyerek Diyarbakır önlerine geldiğinde Moğolların baskınına uğradı. Bütün maiyeti öldürülürken tek başına yaralı olarak Meyyafarikin (Silvan) tarafına kaçtı.

Moğol süvarilerinin takibinden kurtulmak için çıktığı sarp dağlarda bir grup hayduda rastladı. Tarihçi Cüveynî’ye göre, Âmid dağlarında eşkıyadan bir grup elbiselerini çalmak için, “ne yaptıklarını ve ne çeşit bir av yakalamakta olduklarını bilmeden” Celaleddin’i göğsünden hançerleyerek öldürdüler.

Celaleddin Harzemşah’ın hazin akıbeti benzer biçimlerde ona karşı savaşanları da buldu. Çok geçmeden Moğollar, 1243 yılında Kösedağ savaşında Alaaddin Keykubad’ın oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev komutasındaki Selçuklu ordusunu perişan ederek bütün Anadolu’yu yağmaladılar.

İbn’ül-Alkami ve Nasirüddin Tûsî

Otrar Valisi Gayır Han’ın çağırdığı Moğol belası, Cengiz Han’ın 1227’deki ölümünden sonra da durmadı; sınırları Kore’den Macaristan’a, Hint yarımadasından Sibirya’ya uzanan ve oğulları arasında paylaştırdığı devlet, torunları tarafından da yönetilmeye devam etti. Bunlardan caniliği ile meşhur İlhanlı Hükümdarı Hülagu, Abbasi Halifesi Mustasım Billah’ın veziri İbn’ül-Alkami’nin teşvikleriyle 1258’de Bağdat’a saldırdı. Gayır Han’ın aksine, bu kez bilinçli bir şekilde Moğolları çağıran Şii vezir İbn’ül-Alkami, Sünni Abbasi halifeliğinin yerine Moğol destekli bir Şii halifelik kurmayı hayal ediyordu. Yine Hülagu’ya vezirlik yapmakta olan Şii Nasirüddin Tûsî de benzer bir hayale sahipti. Tabii ki hakikat, hayal ettikleri gibi gerçekleşmedi.

Moğollar bir rivayete göre, 2 milyon 300 bin insanı kılıçtan geçirdi, Bağdat’ta cami, medrese, kütüphane namına eser bırakmadı; Dicle nehri günlerce kan ve mürekkep renginde aktı. Hülagu’nun kendisi dahi Bağdat’ta kalamadı, zira yanmış ve çürümüş cesetlerden yayılan kokular dayanılacak gibi değildi. Ayrılmadan önce hazinelerinin yerini söyleten Hulagu, Halife Mustasım’ı bir çuvala koydurdu ve Moğol süvarilerinin nalları altında çiğneyerek öldürttü.

İbn’ül-Alkami ve Nasirüddin Tûsi, kendilerinin bile tahmin etmediği bu korkunç zulümlerin enkazı üzerinde bir ikbal inşa etmenin mümkün olmadığını gördüler. Hülagu, yıktığı hilafetin yerine Şii de olsa bir başka hilafetin kurulmasını kabul etmemişti. Moğol atlılarının makamına kadar girip talimatlar verdiği İbn’ül-Alkami, Bağdat’ın düşmesinden birkaç ay sonra zillet içinde ölürken, Tûsî de rivayete göre zehirlenerek veya intihar ederek bu dünyadan göçüp gitti.

‘Şerri çağıran insan…’

Moğolların Maveraünnehir’de yakıp yıktığı şehirleri bir asır sonra dolaşan seyyah İbn Batuta, ortada neredeyse hiç cami ve medrese kalmadığını ifade eder, ama asıl sorun şudur: Artık eskisi gibi ilim erbabının yetişmediği bu topraklarda İslam’ın altın çağı yok olmuştur. Bir zamanların müreffeh ve medeni şehirleri, mamur beldeleri, kâşaneler sanki hiç var olmamış gibi toprağa karışıp gitmiştir.

Moğol felaketinin en büyük nedeni Allah’ın, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun” emrine karşılık, içimizde şerre ve şerri çağıranların da bulunmasıdır. Zira hakikat tam olarak yine ayette buyrulduğu gibi tecelli etmiştir:

“İnsan hayrı çağırdığı gibi, şerri de çağırır. İnsan pek acelecidir!”

Değil mi ki insan, bazen kendi hesabı ve ikbalinin peşinde koşarken, sadece gönülleri değil, Ye’cüc ve Me’cüc’ün seddini de yıktığından habersizdir.

 

[email protected]