Moody’s vakası Ortadoğu jeopolitik mücadelesinin eseri mi?

Nurşin Ateşoğlu Güney YTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bşk. - BİLGESAM Bşk. Yrd.
1.10.2016

Son dönemlerde Ortadoğu hikâyesinin geldiği yeri hepimiz biliyoruz: Arap Baharı sonrası yaşanan karşı devrimler döneminde askeri vesayet rejimleri bölgenin yeniden kaderi gibi görünmeye başladı.


Moody’s vakası Ortadoğu jeopolitik mücadelesinin eseri mi?

Bir yanda bu kadersizlik yaşanırken beri yanda ABD’nin stratejik tercihi doğrultusunda bölgede zayıf ve parçalı devletimsi yapıların var olmasına ön açıldı. Türkiye bölgede büyük güçlerin bu iki tercihinin de gerçeklik haline dönmesine şiddetle karşı çıkmış ve Batı’nın ve en çok da Washington’un tepkisini çekmişti. Soğuk Savaş boyunca ve hatta sonrasında da Batı’nın güvenliğinin Türkiye’den başladığını söylemek yanlış olmayan bir adettir. Bu nedenle okuyucu Batı ve Türkiye arasındaki bu farklılaşmayı anlamakta zorlanabilir, kolayca popüler, sloganlaşmış ifadeler benimseyebilir.

Oysa realist-güç odaklı, hesaplı-kitaplı bir bakış açısı da bizi aynı sonuca götürecek. Batı ile yaşanan gerginliğin gerisinde sadece Ortadoğu’nun kaderiyle ilgili ortaya çıkan derin anlaşmazlık yok; Batı Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde potansiyelini sürekli geliştiren- ve bu nedenle -daha özgür davranabilen bir ülke olarak istemediği sonuçlara/tercihlere/dayatmalara direnebildiğini görüyor ve bunu kabul etmek istemiyor. Gerçekten de Arap Baharı sırasında bölgede ortaya çıkan ve dönüştürücü özelliği de bulunan dördüncü dalga demokrasi rüzgârının Türkiye’nin sürekli gelişen potansiyeli ile birleşme olasılığı bir an için olsa da belirmiş, bunun hem bölge hem de bölgedeki güç dengeleri için nasıl bir etkisinin olacağı Batılı aktörler tarafından hesaplanmıştı. Sonuçta bölgede aktif politikalar sürdüren, üsleriyle, silahlarıyla, reaktörleriyle bölgede var olan büyük güçler ve “Batı” bundan hiç hoşlanmadı ve hemen gardını aldı. Kimi zaman kendi arasında da kafası karışık ve hazırlıksız olan Batılı güçlerin nasıl yekpareleştiğini görmek için ABD ve Avrupalıların Mısır ve Suriye politikasına bakmak yeterli.  Real bir hegemonyacı duruştan bahsediyoruz.

Tahayülle uyuşmadı

Bu çerçevede Türkiye’nin istikrarlı büyüyen bir ekonomiyle bölgeyle bütünleşme olasılığı Batı’nın aklında tahayyül ettiği Ortadoğu resmi ile uyuşmuyordu. Bu tür pazarlık araçlarına sahip bölgesel güçlerle uğraşmak, onları belirli konularda ikna etmek daha zor ve maliyetli olabileceği gibi sonuçta ikna edilebilirliklerinden de emin olmak çok mümkün değildi. Batı-Türkiye, ABD-Türkiye ilişkilerinin Ortadoğu üzerinden 1991’den itibaren oluşan tarihi bu tür güvensizliklere sık sık pencere açtı. Bu nedenle ABD ve Batı yeni şekillenmekte olan Ortadoğu coğrafyasında kendine tabi devletlerin sayısının artmasını özellikle istiyordu ve özellikle de Washington Türkiye’nin Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Batı’ya tek yanlı olarak bağımlı kalmasını iyi ilişkilerin geliştirilmesi için şart olarak görüyordu. Bu bakışın adalet ve hakla ilgili eleştirilerini başkalarına bırakıyorum, belirli savunma kapasitelerine, refleksine, tecrübesine ve siyasi bilincine sahip aktörleri bu tür bir bağımlılığa ikna etmek de sanıldığı kadar kolay değildir. Hafızaları tazelemekte fayda var, Johnson mektubu Türkiye’nin, ABD’nin ve Batı’nın Kıbrıs’la ilgili çizdiği sınırlara direnmesi üzerine yazılmıştı.  1974 Kıbrıs Harekâtı sonrasında Türkiye’ye uygulanan Amerikan ambargosunu da hatırlayınız. Ekonomik güçlükler ve siyasi eleştirilerin Türkiye üzerine çullandığı ilk dönemi yaşamıyoruz, önemli olan asıl şey, Türkiye’nin Batı’nın bu sıkıştırmalarını her seferinde başarıyla savuşturmuş olmasıdır.

Türkiye’nin Cerablus Operasyonu’yla sahada askeri potansiyelini kanıtlamasının hemen akabinde, 24 Eylül 2016’da, Ankara iktisadi alanda olumsuz bir haber aldı.

DDünya ekonomilerine not veren üç büyük derecelendirme kuruluşundan biri olan Moody’s Türkiye’nin notunu ‘Baa3’ten bir basamak aşağıya çekerek ‘Baa1’e düşürmüştü. Moody’s’in  kararı, ne tesadüf ki (!), tam da Türkiye ekonomisinin 15 Temmuz darbe etkisini başarıyla atlattığını ilan eden 21 Eylül tarihli açıklamadan sadece iki gün sonra duyuruldu. Doğal olarak da, Moody’s’in kararı Türkiye’deki iktisadi ve siyasi çevrelerde çok yadırgandı ve hatta biraz da şüphe ile karşılandı.  Ve belki de kararın siyasi yanını ortaya koyan en gerçekçi tepkilerden biri bu yüzden Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek’in twitter hesabından geldi. Şimşek’e göre, “Türkiye’nin derecelendirme kurulularına vereceği en iyi yanıt Ankara’nın yapısal reformlarını daha da hızlandırarak mali disiplinini koruması olacaktı”.  Şimşek’i haklı çıkartırcasına, bu not indirimi kararı Türkiye’deki piyasalar üzerinde oldukça sınırlı bir etkiye neden oldu. 1994 senesinde Moody’s Türkiye’nin notunu düşürdüğünde yaşanan kriz, dolar ve faizin yükselişi ve Merkez Bankası’nın piyasalara müdahalesi bu sefer gerçekleşmedi. Elbette iktisatçılar Moody’s’in kararının sınırlı bazı olumsuz etkileri olacağını düşünüyor. Neyse ki ve belki de yukarıda bahsettiğimiz tecrübelerin bir yansıması olarak Hükümetin Moody’s gibi uluslararası derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu indirme ihtimalini önceden hesaba kattığı görülüyor. Zaten Ankara son haftalarda piyasayı canlandıracak birçok iktisadi paketi art arada açıklayarak bazı ön alıcı tedbirleri piyasada devreye sokmuştu. Direniş sürüyor. Moody’s’in son kararı her ne kadar siyasi bir refleksle yapılmış gibi duruyorsa da Türkiye’nin bunu bir krize dönüştürmeden atlatmış olması oldukça olumlu bir durum. Bu tecrübe ve gelecekte benzeri saiklerle ortaya çıkabilecek çok uluslu iktisadi finans hamlelerine karşı şimdiden bir karşı tedbir olarak iktisadi alanda başlatılan reformlara hız verilmesi kararı bölgede süregiden jeopolitik ve jeo-ekonomik mücadelede kuşkusuz Ankara’nın elini sağlamlaştıracak. Bazen direniş sadece zorluklar ve mücadele getirmez, ilerleme için bir itici güç de olabilir. 1974’e geri dönersek, Batı’nın ambargo kararına maruz kaldığında Ankara’nın tepkisi ulusal savunma sanayisini geliştirme kararıydı. O günden bugüne Türkiye, ulusal savunma sanayisinde arzu edilen seviyeye ulaşmak yolunda oldukça ciddi merhaleler kaydetti. Milli tankını, gemisini ve hatta silahlı insansız hava aracını üretebilen Ankara’nın savunma sanayi atılımını geçmişte karşılaştığı ambargolar sonrasında aldığı kritik kararlara da borçlu olduğunu hatırlamakta yarar var.

Taarruz harekatı

Moody’s’in kararından bu kararın içinden çıktığı çerçeveye, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından ortaya çıkan Ortadoğu resmine yeniden bakalım. Suriye’de yine kan gövdeyi götürüyor, Türkiye içerisinde siyasi-ekonomik istikrarsızlaştırmanın da yer aldığı çoklu tehlikelerle karşı karşıya. Bu tablo karşısında yeni değerlendirmelerle Türkiye Cumhuriyeti 65. Hükümeti’nin kamuoyu ile paylaştığı yeni ulusal güvenlik konsepti ortaya çıktı. Bu konsept ile “Türkiye’nin ulusal güvenliğinin teminat altına alınabilmesi için savunmanın artık kâfi olmadığı durumlarda gerektiğinde taarruza da başvurulabileceğinin” sinyali veriliyordu. Türkiye’nin savunmadan taarruza geçişini kolaylaştıran dış politika hamlelerine (komşularla ilişkilerin normalleşmesi, Rusya Federasyonu ile diyalog, PYD hattına kesinkes karşı çıkış vb.) başka bir yazımızda değinmiştik. Burada altını çizeceğimiz; Ankara’nın Suriye’nin kuzeyinde başlatmış olduğu Fırat Kalkanı Operasyonu’nun savunma adına gerçekleşen tam bir taarruz harekâtı olduğudur. Askeri açıdan bu operasyonu ÖSO ile işbirliği içerisinde başarıyla gerçekleştirme ve diplomatik olarak bu operasyonun önünü açma kapasitesine Ankara sahiptir. Operasyon ile dosta düşmana ilan edilen aslında budur. Üstelik bu operasyon ABD’nin uzun bir süredir savuna geldiği Suriye’de DAEŞ ile savaşan tek gücün PYD olduğu iddiasını da çürütmüştür. DAEŞ ile mücadelede Washington’un yaptığı gibi bir başka terörist gruba dayanarak, Suriye’nin kuzeyinde de-facto bir terör kuşağının oluşturulması kabul edilemez. Ankara’nın askeri ve diplomatik hamleleri, kolay ve maliyetsiz bir plan olarak kimi Batı başkentlerinde ve Washington’da pişirilen bu PYD merkezli-planın aslında zor ve maliyetli olabileceğini gösterdi. Ankara maliyeti artırıyorsa, Ankara’ya maliyeti de Moody’s yükseltmeyi deneyebilir. Tecrübeyle sabittir, bu denemeler olmuştur, olacaktır.

Ankara’nın ne istediği açık

Türkiye’nin güneyinden kendisine yönelen yumuşak ve sert güvenlik tehditlerini bertaraf edebilmesi için 90x45’lik 5000 km bir güvenli bölgenin tesis edilmesi ve bu alanın DAEŞ ve PYD gibi terör gruplarından arındırılması gerekiyor. Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonu’nda elde etmiş olduğu askeri başarısı nedeniyle bugün Ortadoğu bölgesinde ihmal edilemeyecek bir aktör olduğunu kanıtladı. Bu nedenle, Suriye’nin geleceğini belirleyecek bundan sonraki Rakka, El-Bab gibi askeri muharebelerin nasıl tezahür edeceği, bu muharebelere kimlerin katılacağı konusundahem küresel hem de bölgesel güçlerle pazarlık yapabilecek bir durumda. Bu pazarlıklarda anlaşmaya varılmış da değil, nitekim Ankara’nın tüm itirazlarına rağmen Washington PYD’yi silahlandırmaya devam ediyor. Bu tür bir yapılanmanın Ortadoğu’ya, Ortadoğu üzerinden Türkiye’ye dayatılmasına da Ankara direnmeye devam edecektir. Doğru-yanlışın ötesinde Türkiye’nin bir aktör olarak sahip olduğu diplomatik, askeri, ekonomik güç ve potansiyel güç nedeniyle mücadelede vazgeçmesi reel-politik açıdan beklenemez, ancak sahadaki aktörler arasındaki rekabetin keskinliği nedeniyle her türlü örtülü/açık iktisadi, siyasi ve askeri saldırıya maruz kalabileceğini de söyleyebiliriz. Zira Ortadoğu’da bugün gözlerimizle şahit olduğumuz bir “büyük oyun”, 2010’larda Türkiye Ortadoğu’daki oyunların farklı olmasını çok arzu etmişti, olmadı; ancak Ankara Suriye’deki büyük oyundan zararlı çıkmama tecrübe, kararlılık ve gücüne sahip olduğunu duyuruyor. Bu pencereden esen rüzgârlarda Moodys’in hamlesi bir kelebek uçuşu kadar etkili.

[email protected]