Mücadeleciler ve müzakereciler...

MEHMET METİNER/Siyasetçi
29.09.2012

Müzakereyi tıkayan asıl faktör, PKK’nın ‘statü’ talebinde ısrarıdır. ‘Müzakereciler’in, silah marifetiyle despotik bir iktidar elde etme anlayışına karşı olup olmadıklarını çok net bir biçimde ortaya koymaları gerekir. Aksi takdirde “eski Türkiye”nin o bildik mücadeleci anlayışını tekrar hortlatmak isteyenlerin elini güçlendirmekten öte bir iş yapmış olmuyorlar.


Mücadeleciler ve müzakereciler...

Türkiye’ye özgü tartışmalardan biri de bu: PKK ile mücadele mi edilsin, müzakere mi? Herkesin bulunduğu pozisyon itibariyle verdiği yanıt hazır. “Mücadeleciler” her türlü müzakereyi “ihanet” olarak addederken, “müzakereciler” de güvenlik eksenli mücadele anlayışının akan kanın sorumlusu olduğunu söyleyerek tersinden bir “ihanet” söyleminin sahipçisi olarak çıkıyorlar karşımıza.

Paradoksa bakınız ki her iki kesimin de ortak hasmı, AK Parti ve Başbakan Erdoğan. “Mücadeleciler”in argümanı, PKK ile müzakere yolunu seçmenin terörü azdırdığı noktasında odaklanıyor. “Müzakereciler”in temel argümanı da, salt güvenlik politikalarının terörü tırmandırdığı biçiminde. Yani her iki kampın argümanları farklı bile olsa vardıkları yer aynı. Her iki kampa mensup olanlar da ağızlarını ne zaman açsalar terörü azdıranın AK Parti ve Başbakan olduğu noktasında harika bir ittifak çizgisinde buluşuyorlar.

CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun hangi kampa dahil olduğunu bu mantık çerçevesinde çıkarsamak hayli zor görünüyor. Zor görünüyor, çünkü birbiriyle çelişen savların sahibi olarak çıkıyor karşımıza. Hem silahları bıraktırmayı amaçlayan müzakerelere “evet” diyor, hem de “Oslo müzakereleri”nin terörü azdırdığını söylüyor.

Şimdi hangisi doğru?

Bir tarafın söyledikleri doğruysa öteki tarafın hükümete ve Başbakan’a yönelttiği suçlamaların asılsız olması gerekiyor.

Hem mücadele hem müzakere

Gerçekte Hükümete yönelik her iki suçlama da kelimenin tam anlamıyla haksızlık içeriyor. Başka bir deyişle, her iki suçlamanın da gerçekliği yok. Çünkü AK Parti Hükümetinin ne mücadeleyi askıya alması gibi bir durum söz konusu, ne de müzakere kapılarını kapatması... AK Parti Hükümetinin terörle mücadele anlayışı salt güvenlikçi anlayış üzerine oturmadığı gibi müzakere anlayışı da “ver-kurtul” üzerine oturmuyor. AK Parti Hükümetinin demokrasiyi ve hukuku eksene alan güvenlik politikaları ne yazık ki bazı çevrelerde bilerek ve isteyerek yanlış takdim edilmektedir. PKK’nın da bölgeyi geçmiş dönemlerde hukuksuzluğun ve faili meçhullerin cehennemi haline dönüştüren çeteci unsurlardan temizleyen AK Parti’yi tekrar geçmişteki güvenlikçi anlayış noktasına geri döndürmek için yoğun çaba harcadığı görülmektedir. JİTEM vb. çetelerin yerini çok daha acımasız bir uygulamayla dolduran PKK’nın yol açtığı güvenlik sorunu, ne yazık ki demokrasiyi boğacak noktaya ulaşmış bulunmaktadır. AK Parti’yi haksız yere güvenlikçi politikalar izlemekle suçlayan malum çevrelerin PKK’nın yol açtığı bu güvenlik sorunsalını dillerine dahi almamaları manidardır.

“Mücadeleciler” ile “müzakereciler”in ortak özelliklerinden biri de, klişeciliktir. Her iki kesim de ezberlerin AK Parti tarafından bozulmasından duydukları rahatsızlığı klişelerin sahte çekiciliğine dayanarak başka bir mecraya taşımak istemektedirler. Her iki kesimin de sorunun çözümüne dair somut hiçbir öneride bulunamamaları ortak vasıflarından bir başkasıdır. Sadece neyin yanlış olduğunu söyleyip durmanın marifet olduğunu zanneden her iki cenahın mensupları ne hikmetse sorunun çözümüne dair tek bir laf dahi etmemektedirler. Yaptıkları tek şey, bir şeylerin yanlış gittiğinin altını çizmeleri ve bunun müsebbibinin de AK Parti ve Başbakan olduğunu yinelemeleri.

“Mücadeleciler”in duymak istemedikleri kavramların başında “Kürt meselesi” ve “demokratikleşme” geliyor. “Müzakereciler”in de dilinden düşürmedikleri kavramlardır bunlar aslında. Bu kavramlar üzerinden her iki kesimin de AK Parti’yle apaçık bir harp halinde oldukları görülüyor. “Mücadeleciler” AK Parti’nin “Kürt meselesi”ni demokrasiyi derinleştirerek çözmeye kalkışmasını terörün azgınlaşmasına sebep olarak gösterirken, “Müzakereciler” de tam tersinden AK Parti Hükümetini Kürt meselesini demokratik bir cesaretle çözmeye yönelmediği için terörün devamına olanak sağlamakla suçlamaktadırlar.

“Kürt meselesi çözülmediği için terör devam ediyor!” tezi müzakerecilerin en sık tekrarladıkları klişelerden biri. Oysa gerçek tamamen farklı. PKK kendisine rağmen AK Parti tarafından Kürt meselesi çözüldüğü için hiddet duymaktadır. “Kürt meselesi çözüldü!” derken o birilerinin eski klişeleri üzerinden nasıl hücuma geçtiklerini elbette biliyoruz. “Kürt meselesi”nin özünde bir halkın varlığının inkar edilmesi ve dilinin yasaklanması anlayışını içkin olduğunu hep söyleyenler, nedense bu CHP zihniyetinin inşa ettiği resmi paradigmanın AK Parti eliyle tarihe uğurlandığını bir türlü kabule yanaşmamaktadırlar. Bugün Kürt halkının varlığı inkar edilmediği gibi dili de devlet katında muteber addedilmektedir. Anadilde eğitim dışında Kürt vatandaşlarımızın kendi dilleriyle ve kültürleriyle ilgili taleplerinin tamamı karşılanmış durumdadır. Bunun zihniyet düzeyinde devrimsel bir olgu olduğunu kabul etmemek için insanın fazlasıyla art niyetli olması gerekiyor. “Kürt sorununun bittiği”ni ve “Kürtçe sorunu”nun da bitmek üzere olduğunu bu anlayış çerçevesinde dile getiren Başbakan’ı “inkarcılıkla” suçlayanların ya anlayışlarında bir sorun var, ya da iyi niyetinde.

PKK sadece Kürt meselesinin halli için var olan bir örgüt olmuş olsaydı, sorunun kendisine rağmen çözümüne katkı sunmaktan geri durmazdı. Ama PKK, “Benimle çözmezseniz size çözdürtmem!” sekterliği içinde Kürtlük davasıyla alakalı olmayan ideolojik ve silahlı iktidar talebiyle sorunu kangrene dönüştüren taraf olduğunu hepimize göstermiş bulunmaktadır.

PKK’nın iktidar talebinin Kürtler adına ve Kürtler için olmadığını görmemek için kör olmak gerekiyor.

PKK’nın “Demokratik özerklik” talebinin, Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesiyle bir alakası yok. Dahası ve en önemlisi, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmesiyle de... PKK kendisi için iktidar talep etmektedir sadece. PKK’nın asıl istediği, öyle sanıldığı gibi, Kürdistan kurmak filan da değildir. Kürdistan PKK’nın umurunda bile değildir. PKK, kendisinin iktidarda olmadığı/olmayacağı bir Kürdistan’ı asla istemez. İstemiş olsaydı Barzani ve Talabani’ye düşmanlıkta Ergenekoncuları geçmezdi.

Paradoksa bakınız ki Barzani’ye düşmanlık noktasında da PKK ile PKK karşıtı çevreler ortaklaşabiliyorlar. Barzani’nin AK Parti’nin kongresine katılmasından hem PKK’nın, hem de PKK düşmanı çevrelerin aynı oranda rahatsızlık duymaları bu bağlamda manidardır.

Terörü derinleştirme gayreti

“Mücadeleciler” vurup kırmaktan bahsediyorlar. Kandil’e Türk bayrağı dikmekten bahsediyorlar. AK Parti Hükümetinin terörle mücadele konusunda atması gereken adımları atmadığını söyleyip duran bu çevreler nedense bir tek somut çözüm teklifinde bulunmuyorlar. Geçmişte sorununun kangren olmasına yol açan “terörle mücadele” anlayışını savunanlar olağanüstü hal rejimi arzuladıklarını saklamıyorlar. Oysa biliniyor ki PKK’yı toplumsallaştıran ve devasa bir güç haline getiren asıl bu “mücadele” anlayışıdır. AK Parti’nin atmış olduğu adımlar veya benimsediği demokrasi/hukuk eksenli mücadele anlayışı 30 yıl önce hayata geçirilmiş olsaydı bugün böyle bir sorunla karşı karşıya kalmazdık.

PKK’nın terörü derinleştiren siyaseti, başka deyişle, bilerek ve isteyerek oluşturduğu güvenlik sorunsalı, bölgeyi 90’lı yılların konseptine döndürmek isteyenlerin değirmenine su taşımaktadır. Her iki kesimin de beslenme kaynağı ortak çünkü. PKK mağduriyeti çoğaltarak kendini yaşatabileceğine inanıyor, PKK karşıtı malum çevreler de bu terör ortamından siyaseten nemalanabileceklerine inanıyor.

Müzakereyi tıkayan asıl faktör, PKK’nın “statü” talebindeki ısrarıdır. “Müzakereciler”in silah marifetiyle despotik bir iktidar elde etme anlayışına karşı olup olmadıklarını çok net bir biçimde ortaya koymaları gerekir. Aksi takdirde “eski Türkiye”nin o bildik mücadeleci anlayışını tekrar hortlatmak isteyenlerin elini güçlendirmekten öte bir iş yapmış olmayacaklarını hatırlatmak isterim.

[email protected]