Muhalefetin etik zaafı

Süreyya Su - Sosyolog Yazar
5.04.2014

İnsanlara umut vaat eden, iktidara aday güçlü bir muhalefete ihtiyaç var. Bunun için de ötekine gerek duymadan kendi farkını olumlayan bir ontolojik anlayışa ve karşıtlık üzerinden öfke üretmek yerine rekabet üzerinden değer üreten bir etik anlayışa sahip siyasal öznelere ihtiyaç var. Seçim sonuçlarını böyle de okuyabiliriz.


Muhalefetin etik zaafı

Bugüne kadar hiç görmediğimiz ölçüde gerilimli geçen bir seçim sürecini geride bıraktık. Seçim sonuçları, AKP’ye oy verenler nezdinde bir rahatlama sağladı. Çünkü seçim sürecinde ortaya çıkan gerilimin bir nedeni kazanılmış bir takım hakların, güvenin, refah ve konforun kaybedilebilmesine dair bir kaygıydı. Yeterli bulalım ya da bulmayalım, AKP iktidarında kazanılmış demokratik haklar var, herkeste farklı ölçülerde olsa da bir kendine, ülkesine, geleceğine güven var, refah dağılımında sorunlar olsa da herkesin gelirinde ve standardında bir yükseliş var, altyapı yatırımlarında ve hizmet sunumunda bir gelişme var. AKP dışında hiçbir parti bu gelişmeyi devam ettirecek bir vizyon, proje, yetenek ve güç potansiyeli göstermediği için de toplumun büyük bir kesiminin AKP’siz, özellikle de Erdoğan’sız bir Türkiye’ye mümkün gözüyle bakmaları söz konusu olmuyor. CHP ve MHP hala AKP öncesi bir Türkiye’nin temsilciliğini yapıyorlar ve aldıkları oy aslında insanların siyasal olmaktan çok ideolojik angajmanlarından kaynaklı öfke ve nefretlerinin bir dışavurumundan başka bir anlama tekabül etmiyor. Ama burada sorun seçmende değil, partilerin, insanların ideolojik angajmanlarını siyasal olarak dışavurmalarını sağlayacak imkanlar sunamamaları, bilakis ideolojik angajmanları destekleyici tarzda hakaret ve hamasetten beslenen bir polemiği sürdürmeye devam etmelerindedir. Her türlü illegal yolla yapılan karalama kampanyasından çıkar ummaları ve ucuz vaatlerle insanları kandırma çabaları elbette başarısız bir sonuç verdi. Bir tarafta insanların alım güçlerini artıran ve daha da arttırmayı vaat eden bir siyasal lider varken, diğer tarafta “mazotu bir lira yapacağım ya da ulaşımı bedava yapacağım” diyen liderler nasıl ikna edici olabilir ki? Başkasını kötüleyerek kendisinin iyi olduğuna inandırmaya çalışmak da zaten ahlak felsefesi açısından sakat bir yoldur. Bundan sonra seçim kampanyası yürütenlerin biraz ahlak felsefesi okumalarının elzem olduğu çok açıktır. Çünkü önümüzde çok önemli iki seçim daha var ve AKP’ye oy vermeyenlerin her seçimde aldıkları yenilgiyle hınç ve öfkeleri daha artıyor. Esas önemlisi seçim sonrasında muhalefet, seçim üzerinde şaibe düşürmeye, topyekun insanların demokrasiye olan inançlarını sarsarak demokratik olmayan yollara sevketmeye çalışıyor ki bu, toplumsal barış ve huzur için büyük tehdit arz etmektedir. Her yenilgide muhalefetteki ana akımın kendini sorgulamak ve siyasal bir restorasyona gitmek yerine ısrarla siyaset ve etik dışı yöntemlerden medet umması bir ahlak zaafına işaret ediyor. Başbakan Erdoğan, seçim sonuçları netleştikten sonra yaptığı balkon konuşmasında önemli bir tespit yaptı: “Artık eski Türkiye yok, eski muhalefet tarzıyla yönetim biçimi olmaz. Yeni Türkiye’nin milleti kucaklayan bir muhalefete ihtiyacı var. Kamplaştırıcı, kutuplaştırıcı değil, 77 milyonun hepsine aynı dille konuşan muhalefete ihtiyacı var”.

İmamlar ve öğretmenler

Gelinen nokta açıkça göstermektedir ki, Türkiye’de, ısrarlı manipülasyonlarla yaratılmaya çalışılsa da, bir yönetim krizi, bir iktidar sorunu yoktur; ancak bir rasyonel eleştiri sorunu ve dolayısıyla muhalefet krizi vardır. Acilen bu krizin üzerine gidilmelidir ve Türkiye’de gerçekten güçlü ve insanlara umut vaat eden bir muhalefetin bina edileceği politik, epistemolojik, ontolojik ve etik zeminin ne olabileceğine dair bir araştırma yapılmalıdır.

Şerif Mardin, Türk modernleşmesine dair analizlerinde, “modernist” elitlerin Türkiye halkının sosyal ve etik kodlarını oluşturan İslami değerler sistemini hoyratça bozarken, yerine seküler bir değerler sistemi koyamadığını söyler, haklı olarak. İmam pejoratif bir kategoriye tenzil edilirken, öğretmen bir rol modeli olamamıştır. Sadece asker, toplumda sindirici bir gücün tecessüm ettiği bir hükümran özne olurken normatif değil, buyurgan bir düzen inşa edilmiştir. Böyle bir düzende zaten siyasal bir muhalefetin gelişeceği rasyonel ve etik bir zemin olamazdı. Muhalefetin zemini, modernist elitlerce atılan İslami değerler sistemine sahip çıkarak muhafaza eden toplumdu ve bunun neticesinde siyaset “devlete karşı toplum”un mücadelesi olarak gelişti. Siyasal partiler de ya devletin meşru “ideolojik aygıtları” olmak ya da toplumun gerçek temsilcileri olmak gibi bir tercih arasında kaldılar. Tercihini toplumdan yana yapanlar hep kazandılar, ama devletten yana olanlar olağanüstü haller dışında hep kaybettiler. Bugün de tercihini toplumdan yana yapmayan siyasal aktörlerin, aslında kazanmayı umdukları başarıyı Türkiye’de bir olağanüstü hal yaratmakta aradıklarını görüyoruz. 17 Aralık’tan bu yana yapılan operasyonlar, Türkiye’de bir olağanüstü hal yaratmayı ve böylece kurumları çalışamaz duruma getirerek siyasete müdahale etmeyi ve seçmen iradesini manipüle etmeyi amaçlıyordu. Ama toplum iradesi eskisinden daha güçlü olduğu için bu proje başarılı olamadı.

Her siyasal partinin başarılı olup iktidara sahip olmak için birbirleriyle mücadele etmesi elbette doğaları gereğidir. Ama bu mücadelede kullanılan araçlar ve yanında durduğunuz taraf çok önemlidir. Siyaset yaparken yanında durduğunuz taraf toplum olmalıdır, devlet değil. Burada devlete karşı toplum üzerinden muhalefetin meşru zeminini tayin ederken, anarşist bir teorik bakışa sahip olmadığımı, devletle kastettiğimin tam olarak “topluma karşı devlet” olduğunu belirtmeliyim. Bu minvalde, demokrasinin ve hukukun önündeki en büyük engel “topluma karşı devlet” olmuştur. Dolayısıyla siyasetin de önündeki en büyük engel devletin ideolojik aygıtları olan partiler ve sivil toplum kuruluşlarıdır.

Eğer seçmenin tercihlerini nelerin belirlediğini bilemezsek, seçimin sonuçlarını tümüyle yanlış anlarız. AKP seçmeninin tercihini önemli ölçüde istikrar ve kazanımların kaybedilmesi endişesi, büyümenin devamı isteği belirlemiştir. Her ne kadar, son yerel seçimlerde kampanya AKP ve diğer partiler arasında değil, Başbakan Erdoğan ve Gülen Cemaat’i arasında bir mücadele üzerine kurulmuş olsa da, AKP seçmeninin tercihinde Cemaat düşmanlığının belirleyici ve birincil etken olduğunu söylemek pek doğru değildir. Ama diğer partilere oy verenlerde AKP ve özelde Başbakan Erdoğan nefretinin belirleyici olduğunu söyleyebiliriz, yoksa alternatif projelere destek gibi siyasal tercihlerin değil. Çünkü devletin ideolojik aygıtları olan siyasal partiler ve bazı sivil toplum örgütleri, toplumda hükümetin icraatlarından duyulabilecek olası memnuniyetsizliği kitlesel öfkeye dönüştürecek bir söylemle insanlarda “yanlış bilinç” oluşturuyorlar. Marx’tan biliyoruz ki, üretim güçlerini elinde bulunduran sınıf, toplumsal gerçekliği, tıpkı bir mercekten düz bir yüzeye bir görüntünün yansıması gibi, tersinden gösterir. Bu yüzden de, toplumsal sınıflar gerçekten çıkarlarına uygun olanı anlayamazlar ve “yanlış bilince” sahip olurlar. Türkiye’de de hala üretim araçlarının büyük kısmını elinde bulunduran sermaye sınıfı medya, siyaset ve sivil toplum aracılığıyla yaptıkları manipülasyonla kendi menfaatlerini toplumun menfaati gibi göstermeye çalışıyor ve yanlış bilinç uyandırıyor. Bu yanlış bilinç Hegelci bir “köle-efendi” diyalektiğinden destek buluyor.

Mevcut siyasal manzaraya teorik bir gözle baktığımızda, Türkiye’de muhalefetin olumsuzlamadan öte, “olumsuzlamanın olumsuzlaması” şeklinde anlaşıldığını görürüz. Bu yüzden rasyonel bir eleştiri geliştirebilme gücünden yoksun, her ne koşulda olursa olsun redde dayalı bir muhalefet var karşımızda. Bu da ister istemez siyaseten haleti ruhiyesi bozuk bir kitle üretiyor. Halbu ki, Türkiye’de gerçekten iktidarı ele geçirmeye aday ve insanlara umut vaat eden bir muhalefet için mutlu bir ruh hali ve bir “olumlama” felsefesi gereklidir. Oysa Türkiye’de muhalefet köle-efendi diyalektiği üzerinden kendi öznelliğini üretmektedir.

‘Öteki’ni olumsuzlamak

Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde iki formül vardır: Efendi “ben iyiyim; öyleyse sen kötüsün” der, köle ise “sen kötüsün; öyleyse ben iyiyim” der. Bu diyalektikte, köle olumsuz yargıdan (sen kötüsün) olumlu yargıya (öyleyse ben iyiyim) hareket ederken, efendi, kendisiyle ilgili olumlu yargıdan (ben iyiyim) başkasıyla ilgili olumsuz yargıya doğru hareket eder. Öyleyse, değerlerin kökeninde yatan farktır, fakat farkları yaratmanın iki ayrı yolu vardır: Biri olumlayıcı biri de olumsuz. Olumlayıcı ve soylu yol efendinin yoludur. Efendi kendisini olumlar ve kendisini iyi olarak tanımlar; sonra kölenin bayağılığını tanır ve köleyi kötü olarak adlandırmada kendisinin köleden farkını olumlar. Köle, tersine efendisine kızar ve onu kötü olarak adlandırır. Kölenin başlangıç edimi bir tepki, efendi üzerine olumsuz bir değerlendirmedir ve kendisini iyi olarak ilan etmesi basitçe bir ikinci tepki, bir ikinci olumsuzlamadır. Yani, efendi, “ben iyiyim, öyleyse o kötüdür” derken köle, “o iyi değildir, öyleyse ben de iyi olmayan değilim” demektedir. Kölenin mukayesesi dolambaçlıdır: o, bir olumlamaya varmak için iki olumsuzlamaya gereksinim duyar. Köle, düşüncesi Hegel’inki gibi çelişme ve olumsuzlama yoluyla ilerleyen ve yalnızca bir “olumsuzlamanın olumsuzlaması” aracılığıyla olumlamaya ulaşan gizli bir Hegelcidir. Köle tıpkı Hegel gibi, efendiliği anlayamaz, çünkü efendinin iktidarı arzuladığını ve kölenin katında tanınmayı, kendi karşıtında kendi gücünün bir temsilini aradığını varsayar. Fakat bu, kölenin efendilik kavrayışından başka bir şey değildir. Ancak güçsüz olanlar iktidarı arzularlar ve tepkisel olanlar başka birinin katında kendi güçlerinin onaylanmasına ihtiyaç duyarlar. Efendi ise sadece kendi farkını olumlar. Öyleyse biri fark ve olumlama aracılığıyla, diğeri çelişme ve olumsuzlama aracılığıyla fark üretir.

Teoriden pratiğe geçersek, Erdoğan’ın seçim kampanyasında kendisiyle ilgili olumlu yargıdan diğerleriyle ilgili olumsuz yargıya doğru bir tercih sunarken, muhalefettekilerin, onunla ilgili olumsuz yargıdan kendileriyle ilgili olumlu yargıya doğru bir tercih sunduklarını söyleyebiliriz. AKP seçmeni nezdinde Erdoğan ile ilgili olumlu yargı çok güçlüdür, bu yüzden bu yargıyı pekiştirerek diğerleriyle ilgili olumsuz yargıya gitmek kolay olmuştur. Çünkü AKP seçmeni nezdinde diğerleri ile ilgili dolayıma bile ihtiyaç duyurmayacak bir olumsuz yargı zaten mevcuttur. Bu durum Gülen Cemaati için de geçerlidir. Gülen Cemaati Masonik bir örgütlenmeyi tercih ederken, toplumla arasına aslında mesafe koymuş ve buyurgan bir tarzla tek taraflı işleyen bir çıkar ilişkisi kurmuştur. Bunun neticesinde toplumda bir yandan teveccüh görse de, diğer yanda müphem bir yapı olarak sürekli kuşku üretmiştir. Ta ki, kendisiyle ilgili kuşkuları destekleyici bir fiil sergilediği anda da gösterilen tüm teveccüh geri alınarak, en azından uzak durulması gereken bir özneye dönüşmüştür. Nitekim, önümüzdeki süreçte Gülen Cemaati’nin giderek yalnızlaşması ve marjinalleşmesi olası görünüyor.

‘Kendi’ni olumlamak

Öyleyse, AKP’ye muhalefet edenler, onunla ilgili olumsuz yargıdan kendileriyle ilgili olumlu yargıya gitmek yerine, dolayıma gitmeden önce kendileriyle ilgili olumlu yargı oluşturma gereğini görmeleri gerekir. Çünkü kendilerine oy veren çoğu seçmen nezdinden bile, kendileriyle ilgili olumlu bir yargı olduğunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Gezi olaylarının da kanıtladığı gibi, ne CHP’nin ne MHP’nin ne de Gülen Cemaati’nin orada muhalif bir duruş sergileyen insanların taleplerini siyasal bir dile tercüme edebilecek bir temsil kaabiliyetleri yok, zaten aradan sızma teşebbüsleri dışında bir kabul de görmediler. Yapabildikleri tek şey AKP’ye karşı öfkeyi birer dışavurma aracı olmaları; yani “AKP olmasın da ne olursa olsun” dendiği yerde bir işlev görüyorlar ki bu da üzerinde durdukları zeminin aslında siyaset dışı bir yer olduğunu gösteriyor. Diğer yanda da, herhangi bir rasyonel ya da bilinçli siyasal eleştiri ve tepkiyi temsil etmedikleri, kitlesel bir öfkeyi temsil ettikleri anlamına geliyor. Zaten kendileri de ajitasyon yaparak kitlelerin öfkesinden bir yıkıcı hareket üreterek siyasal istikbal sağlamaya çalışıyorlar ki bu devam ederse Türkiye’yi çok tehlikeli sulara götürür.

Daha önce de belirttiğim gibi, değerlerin kökeninde yatan farktır; ama etik dışı yollarla ötekini kötüleyerek kendinin farkını üretmek mümkün değildir. Olabilecek tek şey, “yok aslında birbirimizden farkımız” diyerek kötüler arasından birini tercihi telkin etmektir. Burada da artık değerden söz edilemez, geçerli olabilecek tek şey çıkardır. Türkiye’de insanlara umut vaat eden iktidara aday güçlü bir muhalefete ihtiyaç var. Bunun için de ötekine ihtiyaç duymadan kendi farkını olumlayan bir ontolojik anlayışa ve karşıtlık üzerinden öfke üretmek yerine rekabet üzerinden değer üreten bir etik anlayışa sahip siyasal öznelere ihtiyaç var. Seçim sonuçlarını böyle de okuyabiliriz.

[email protected]