Muhalefetten ihanete giden yolun tarihçesi

Koray Şerbetçi / Yazar
13.01.2018

Birinci Meclis’i üstün kılan özellik, bünyesinde farklı siyasi görüşler olmasına rağmen ülkeyi tehdit eden dış düşmana karşı bu ayrılıkları bir yana bırakarak bütünleşebilmiş olmasıdır. Ama tarihimizde bunun aksi tutumları görmek de mümkündür. Bu tutumun en belirgin olanı Sultan II. Abdülhamid döneminde yaşanmıştır.


Muhalefetten ihanete giden yolun tarihçesi
Tarih boyunca bütün toplumlarda bir iktidarın varlığı ve o iktidardan hoşnut olmayan, iktidara alternatif politikalar üreten muhalif siyasi oluşumların mevcudiyeti normal bir olgudur. Ama tuhaf olan siyasi iktidara muhalefet etmek adına başka ülkelerle işbirliği yapmaktır. Bu tutum lafı çevirmeden söylemek gerekirse tam anlamıyla siyasi körlüktür. Maalesef Türk tarihinde bu tür tablolara rastlamak müm-kündür. O sebeple Necip Fazıl Kısakürek 1956 senesinde: “Bugün bizdeki muhalefet, iktidarı düşürme şartıyla vatanı düşürmeye bile razıdır” tespitinde bulunmuştur.
 
Bu doğrultuda I.TBMM olarak adlandırılan 1920-1923 yılları arasında görev yapmış ve Milli Mücadele’yi yürütmüş Meclisin neden tüm siyasi taraflarca kabul gördüğü de anlaşılabilir. Zira I. TBMM ülkenin sosyolojisini siyasete tam anlamıyla yansıtmış bir meclistir. Bunun yanında I. TBMM’yi üstün kılan özellik, bünyesinde farklı siyasi görüşler olmasına rağmen ülkeyi tehdit eden dış düşmana karşı bu ayrılıkları bir yana bırakarak bütünleşmiş olmasıdır. Ama tarihimizde bunun aksi tutumları görmek de mümkündür. Bu tutumun en belirgin olanı Sultan II. Abdülhamid döneminde yaşanmıştır. Ne mi olmuştur? Bakalım:
 
1902 yılı. Paris’te büyük bir kongre toplanıyor. Toplanan bu kongre iddialı bir isimle açılıyor: Ahrar-ı Osmaniye yani Osmanlı’nın özgürleştirilmesi kongresi. Adı iddialı olmasına karşın fikir, ideoloji ve program bakımından karmakarışık isteklerin politik panayırıdır bu toplantı. Toplananların belki de tek ortak yönü vardır, o da iktidardaki Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’e muhalif olmak. Ama bu muha-lifler, etnisitelerinden dinlerine, mezheplerinden hedeflerine kadar ayrı telden çalmaktaydı. 70 delegenin sadece 47’si Türk görünümlüy-dü. Bu garip kongrede kendine Jön unvanı vermiş Türkler, Osmanlı’ya karşı savaşan Taşnak ve Hınçak adlı Ermeni terör gruplarıyla omuz omuza vermişti.
 
Mevzu tek bir mesele üzerinde dönüp duruyordu: Abdülhamid’i asıl alaşağı edebiliriz? Bu konuda kimsenin kuşkusu yoktu ama yöntemler farklıydı. Ama en garip yol önerisi, kendilerini muhaliflerin liberali olduğunu söyleyen İngilizci kanattan geldi; Sultan Abdül-hamid’in eniştesi, firari Mahmud Celaleddin Paşa’nın oğlu Prens Sabahattin’in başını çektiği gruptan. Bu grubun başında bulunan Prens Sabahattin, Edmond Demolins diye bir Batılı sosyal bilimcinin Science Social görüşüyle büyülenmişti. İngiltere’den ‘her derde deva’ bir formül bulduğuna inanmıştı. Türkçe’ye “fenn-i içtima” diye tercüme ettiği bu basit sosyal bilim teorisine göre İngiltere ve ABD’nin gelişme sırrı, bireyi destekleyici ve cesaretlendirici bir aile ve okul eğitim modeliydi. O nedenle İngiliz aile ve eğitim modeli katıksız transfer edilmeliydi ki Osmanlı kurtulsun.
 
‘Dışarıdan yardım almak şart’
 
Katıksız bir liberalizmi savunan Prens Sabahattin, iman ettiği İngiliz modelinin tersine tuhaftır ki Osmanlı ülkesi için darbeli, yukarı-dan aşağı inen müdahaleci bir kurtuluş hayal ediyordu. Prens Sabahattin grubu; müstebit yani diktatör dedikleri padişahı yıkmak için basın yayın faaliyetinin yetmeyeceğini, askerî müdahalenin yapılması gerektiğini öne sürüyordu. Bu teklif Taşnak ve Hınçak adlı Ermeni terör gruplarını fazlasıyla mutlu etti. Türklerle bu konuda seve seve işbirliği yapmaya karar verdiler. Bu konuda atılacak en büyük adım, askerî birlikleri ihtilal için ayartmaktı. Ama en acı olanı, Osmanlı beldesine özgürlük getirilmesi için yabancı devletlerden yardım isten-mesiydi. Ermeni komitacılar bunu da büyük bir mutlulukla kabul etti. Ama tek farkla; adres olarak Rusya’yı gösterdiler. Daha sonra Prens Sabahattin’in teklifi ile doğal olarak bu işin ancak İngiltere’nin gölgesinde başarılacağına karar verildi.
 
Şimdi artık diktatör diye karaladıkları padişahı yıkmak için ‘hürriyet’ (!) projesi başlatılabilirdi. Komitenin başını Prens Sabahattin, İsmail Kemal ve Fazlı Bey çekiyordu. Tabii önce ayaklanacak asker lazımdı. İmparatorluğun uzak eyaleti Trablusgarp Valisi Recep Paşa akıllarına geldi. Yaveri Şevket Bey ile Malta’da bir görüşme ayarladılar. Anlaşmaya göre tatbikat yapma bahanesiyle birkaç tabur asker Libya’nın Sirte Limanı’na götürülecek, oradan gemilere bindirilip İstanbul’a çıkarılacak ve darbe gerçekleşecekti. Peki gemiler nereden bulunacaktı?
 
Bunu da Fazlı Bey halletti. Çok tuhaf bir şekilde beş sene önce savaşta mağlup olup Atina önlerine kadar çekilen Yunanistan hükü-meti, Osmanlı beldesine ‘hürriyet’ gelmesini istediğinden(!) üç tane gemi tahsis edecekti darbeci askerleri taşımak için. Ama asıl garanti tabii ki İngiltere’den geldi.
 
‘Hürriyet’ getirecek gemiler 
 
Projeyi İngilizlere anlatmak üzere Londra’ya giden İsmail Kemal, hiç bekletilmeden Dışişleri Müsteşarı Lord Sanderson tarafından kabul edildi. Lord, planı dinledikten sonra derhâl harekete geçeceklerini, kararı bildireceklerini söyledi. İki gün geçmişti ki İsmail Kemal, müsteşarın evine davet edildi. Orada kendisine İngiliz Dışişleri Bakanı’nın mektubu okundu. İngiltere garanti veriyordu. Ama ihtiyatı elden bırakmayın mealinde bir şeyler de söylemeyi ihmal etmiyordu İngiliz bakan. Komite para meselesini de yine İngiltere ile çözüyor-du. Devletin kefil olmasıyla İngiliz banker Sir Ernest Cassel bu darbe planı için 10 bin altın kredi verdi. Ama en önemlisi ‘hürriyet’ geti-recek gemilerdi. İngiliz Dışişleri, İstanbul’da darbenin başlamasıyla birlikte Akdeniz’deki İngiliz donanmasının Beşike Limanı’na gele-ceğini ve darbeye destek vereceğini vaat etmişti. 
 
Şimdi basit bir toplama işlemi yapar gibi denklemi kuralım: Bir küskün paşa artı iki tabur asker artı kanlı bıçaklı olduğunuz Yunanis-tan hükümetinin vereceği üç gemi artı bir İngiliz bankerden alınan yüklüce kredi artı İngiliz donanmasının desteği artı İngiliz Dışişle-ri’nden alınan destek artı Osmanlı hükümdarının alaşağı edilmesi eşittir Osmanlı’ya ‘hürriyet’ gelmesi. Anlaşılıyor ki bu formülün içinde herkes vardı ama bir tek millet yoktu. Ne mi oldu? Nasıl olduysa oldu, Recep Paşa caydı ve plan yattı. 
 
Belki plan yattı ama sırf iktidara muhalif olmak adına kendi milletinin ve memleketinin düşmanlarıyla işbirliği yapabilenlerin ibretlik levhası kaldı günümüze. 
 
@koray_serbetci
 
Kaynakça: 
-Esad Efendi, Üss-i Zafer, Kitabevi Yayınları
-Süleyman Kocabaş, İngiliz Tuzağı, Vatan Yayınları
-Koray Şerbetçi, Osmanlı’nın İngilizle İmtihanı, Nesil
Yayınları
-Aşıkpaşazade Tarihi, Gökkubbe Yayınları
-Levon Panos Dabağyan, Osmanlı’da Şer Hareketleri ve Abdülhamid Han, IQ Kültür Sanat Yayıncılık
 
YENiÇERiLER DE GÖZLERiNi KARARTMIŞTI
 
19. yüzyılda Sultan III. Selim batmakta olan Devlet-i Aliyye’yi kurtarmak için bir takım reformlara başlamıştı. Ama her siyasi hamlede olduğu gibi III. Selim’in ıslahatları da bir muhalefetle karşılaştı. Dönemin en önemli yeniliği, işlevini yitiren Yeniçeri Ocağı’na karşı modern bir ordu olan Nizam-ı Cedit’in kurulmasıydı. Fakat önceleri “Ocak devlet içindir” ilkesine inanan Yeniçeriler zamanla devlet içinde devlet olmuş ve “Devlet ocak içindir” gafletine düşmüşlerdi. İşte Esad Efendi’nin Üss-i Zafer’de anlattığı bir diyalog, Yeniçerilerin iktidardaki III. Selim’e muhalefet adına ne kadar körleştiklerinin hatta ihanete savrulduklarının kanıtıdır. Anlatıldığına göre muhalif bir Yeniçeriye latife olarak “Nizam-ı Cedid olur musunuz?” denilince, Yeniçeri hiç tereddüt etmeden “Hâşâ, Moskof (Rus) olurum, Nizam-ı Cedid olmam” diye cevap vermiştir. Kendi ülkesinde kurulacak yeni orduya katılmaktansa ülkesinin can düşmanı Rus’un yanında durmayı tercih eden Yeniçeriler, 1821 Mora İsyanı’nda Rumlara “Sizinle ittifak ile bu Yezidleri katledelim” diyecek kadar gözlerini karartmıştı.
 
SEN ÖTEDEN BEN BERiDEN
 
 
Takvimler 1443 senesini gösterirken, Osmanlı orduları Balkanlar’da Avrupa karması Haçlı kuvvetini durdurmuş ama geri çekilen orduyu takip etmek isteyince, üstünlüğü kaybedip bozguna uğramışlardı. Tabi bu yenilgi Avrupa’da Türkleri Balkanlar’dan atma umudunu doğurmuştu.Hem Avrupa hem de Osmanlı yorgun olduğundan istemeye istemeye oturup bir anlaşma yapmış ve 10 yıl savaşmayacaklarına dair biri Kur’ân-ı Kerim üzerine, öteki İncil üzerine yemin etmişti. Bu ahde güvenen Sultan II. Murat da tahtı, rızası ile 12 yaşındaki oğluna bırakıp Manisa’da emekliliğe çekilmişti.
 
Tam bu barış sağlanmışken, Müslüman Türk Karamanoğlu hükümdarı İbrahim Bey, Katolik Macar kralına bir elçi yollayıp ne diyor biliyor musunuz? Aktarayım: “Sen öteden, ben beriden yürüyelim. Rumeli senin, Anadolu benim olsun. Osmanlı’yı ortadan götürelim.” Peki ne oldu? Çok tuhaf bir ittifak cephesi kuruldu. Katolik Macar, Polonya, Papalık, Transilvanya, Töton şövalyeleri ile Ortodoks Sırp birliklerinden oluşan bir ordu öteden yürümeye başlarken, Müslüman Karamanoğlu birlikleri de beriden Ankara-Kütahya yöresini yakıp yıkıyordu. Sultan Murat, huzuruna gelen Karaman elçisini, “Kâfir ile işbirliği edip taht arzusuna düşenler, bu fesadın yanlarına kalacağını mı zanneder?” diye kovmuştu. Ama sonuç ne oldu? II. Murat bu fesadı yanlarına bırakmadı ve Karaman beldesinin bir ucundan girip öte ucundan çıktı. Karaman beyleri Toroslara kaçıp af dilediler. Yine din kardeşliğinden Osmanlı tarafından affedildiler. ‘Öteden’ gelenler de Varna’da ağır bozguna uğrayıp dağıldı. Ortada Koca Hıdır adlı bir Yeniçeri tarafından mızrağın ucuna takılmış bir Macar kralı kellesi kaldı sadece.