Muharrem İnce’nin ikircikli stratejisi

Dr. Ramazan Akkır / Siyaset Bilimci-Yazar
2.06.2018

İnce hükümete İsrail ile ilişkilerin kesmesini salık verdikten sonra “Hükümet İsrail ile ilişkileri kessin İsrail ile ilişkileri ben tekrar kuracağım” diyerek ABD’ye selam çakıyor. Oysa devrimci solun ve sosyalizmin anlam dünyasında küresel sistemin merkezi olan ABD, meşruiyetin değil kötülüklerin kaynağı olarak kabul görmeli değil miydi?


Muharrem İnce’nin ikircikli stratejisi

Türk siyaseti; 24 Haziran seçimlerine kilitlenmiş durumda. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Recep Tayyip Erdoğan, Muharrem İnce, Temel Karamollaoğlu, Meral Akşener ve Doğu Perinçek yarışacak. Ve bu zannedilenin aksine sıradan bir seçim değil; hem bundan sonraki siyaseti hem de Türkiye’nin gelecek tasavvurunu şekillendirecek. Seçime atfedilen büyük önemin bu iki unsura dayandığını söylemek yanlış olmaz. Türkiye ya yoluna devam edecek, ya da patinaj yapan bir ülke hüviyetine dönüş yapacak. 

Cumhur İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Erdoğan’ın temsil ettiği Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile Parlamenter sistemi savunan diğer adaylar arasındaki bu yarış birçok farklılığı içinde barındırıyor. Dört benzemezler ittifakı, havada uçuşan uçuk kaçık vaatler bu farklılıkların göstergesi olarak okunabilir.

Ucuz popülizm

Seçim sürecinin gösterdiği bir başka gerçek daha var: Siyasi aktörlerin çoğu takiyyeyi bir politika biçimi olarak benimsemiş durumda. Nedir takiyye ve kimler takiyyecidir? Sakınma, çekinme veya olduğundan farklı görünme gibi anlamlara gelen takiyyenin siyasi zemindeki karşılığı için ise ‘olduğu gibi görünmeme’ veya ‘omurgasızlığın ideolojiye dönüşme hali’ denebilir. Örnek verecek olursak CHP Yalova Milletvekili ve CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Muharrem İnce. Ucuz popülizmle tutarsızlık arasındaki sarkaçta savrulan bir isim.

Eleştiri sert bulunabilir. Ama öyle olmadığını göstermek için öncelikle şu soruları sormalıyız: Mehter yürüyüşündeki gibi iki ileri bir geri adım atan İnce’nin politik söylemi veya siyasal karşılığı nedir? Biliyoruz ki, İnce iflah olmaz bir muhalif. Adaylığını da büyük oranda bu kişiliğine borçlu. Sıklıkla CHP’nin genel başkanlık koltuğuna aday olması ancak her girdiği yarışı kaybetmesi bile İnce’nin cumhurbaşkanlığı adaylığının tartışılmasını gerekli kılıyor.  Sorulması gereken soru şudur: İnce Cumhurbaşkanlığı yarışında ipi göğüsleyebilecek siyasal donanıma sahip mi? İnce’nin birçok açmazı içinde barındıran politik söylemi ve siyasal kimliği, bu yarışın sonucunu nasıl etkiler? Daha da ötesi, ikircikli bir politik duruş sergileyen İnce’nin siyasal söyleminin tutarlılığından söz etmek mümkün mü?

Adaylığının açıklanmasından bu yana başvurduğu söylemler incelendiğinde İnce’nin, siyasi bir ideoloji olan ve halkın temsiliyetini ön plana çıkaran popülizm ile bireysel bir eylem olan kurnazlığı birbirine karıştırdığını söyleyebiliriz. Bu tutarsızlık durumu, İnce’nin miting konuşmalarında ve tv programlarında yer yer dil sürçmeleri ile kendini ifşa ediyor. Freud’un ifadesiyle, “Dil sürçmeleri bilinçaltını ifşa eder.” İnce’nin bir televizyon kanalında sarfetmiş olduğu “Özal nasıl gittiyse Erdoğan da öyle gidecek” tehdidi bilinçaltının dışa vurumu ile ideolojik genlerin ifşasını ifade ediyordu. 

Muharrem İnce ise, sanki hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti, ediyor. Antalya mitinginde söylemiş olduğu; “Birinci köprüyü Demirel yaptı. İkinci köprüyü Özal yaptı. Üçüncü köprüyü Erdoğan yaptı. Dördüncü köprüyü İnce yapar” sözü, İnce’nin başka bir açmazını ortaya çıkardı. İnce’nin söyleminde herhangi bir tutarlılık veya bütünlük bulunmamaktadır. Oysa siyasetin en gerçek finansmanı; ilkedir, ahlaktır, tutarlılıktır. İnce’nin öncelikle; ilkeli, tutarlı, etik değerlerle uyumlu ve bu uyumluluğu siyasi arenaya taşıyacak bir politik duruşa ihtiyacı var. Nabza göre şerbet veren popülist duruş, ne cumhurbaşkanlığı seçimini kazandırır ne de İnce’yi siyasetin tarihine altın harflerle yazdırır; olsa olsa politik çürümesini ve kaybını hızlandırır.  İnce’nin mitinglerini veya konuşmalarını izlerken, onun dissosiyatif kimlik bozukluğu (DKB) yani çoklu kişilik bozukluğu yaşadığı hissine kapılıyorum. Bir insanın bu kadar farklı kimlik ve söylemlere savrulması pek sağlıklı değildir. Neyse bu siyasetin değil, psikoterapinin konusu; oraya girmeyelim. Aslında İnce’nin en temel açmazı, sağa, muhafazakâr-dindar camiaya açılım politikasıdır. Denebilir ki CHP, tarihi boyunca hep bir taraflara açılmıştır; İnönü ile ‘ortanın solu’na, Bülent Ecevit ile ‘demokratik sol’a, Deniz Baykal ile Anadolu Solu’na, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘yeni CHP’si ile muhafazakar camiaya… Ancak CHP’nin çok partili hayata geçiş ile beraber yaşamış olduğu birbirinden farklı açılım süreçleri, sahici bir programa dayanmadığı gibi stratejik bir aklın sonucu da değildir. Açılımlardan herhangi bir sonuç alınmaması da bu gerçeğin göstergesidir.

Evde kılınan cuma

CHP’nin atması gereken temel adımları bellidir aslında. Sol dünyadan marjinalliğe savrulmadan, halkın yaklaşık üçte ikisini oluşturan sağ seçmenin kendilerine oy vermesini sağlayabilecek politikalar ortaya koyması yeterliydi. Nasıl olacaktı bu? Üretimci, kalkınmacı ve paylaşımcı ekonomi politikaları geliştirmek, daha demokratik, özgürlükçü, toplumun herhangi bir kesimini ötekileştirmeyen, milleti dışlamayan bir anlayış geliştirmek, zamanın ve mekanın ruhuna uygun yeni bir CHP algısı yerleştirmek sonuç verebilirdi. Ancak CHP ve CHP’li siyasi aktörler, günübirlik politikalar doğrultusunda hareket etme yoluna gitti. Deniz Baykal döneminde gerçekleşen çarşaf açılımı ile İnce’nin Hacı Bayram Veli’deki Cuma namazı gösterisi, mitinglere çıkmadan önce Fatiha okuduğunu söylemesi veya abdestsiz yere basmadığını açıklaması arasında özü itibariyle bir fark yoktu. Çarşaf açılımı ne kadar sahiciydiyse İnce’nin söylemleri de ancak o kadar sahiciydi. Özümsenmemiş söylemlerle oy devşirme çabası, dışarıya şovenizm olarak yansıdı, yansıyor.

Bu arada Hacı Bayram Camii ve Cuma Namazı demişken CHP’nin zihniyet dünyasını ele veren bir anekdot geldi aklıma. 1942 yılında Ürdün Kralı ziyaret için Ankara’ya gelir ve ikili Hacı Bayram taraflarında gezerken ezan okunmaya başlar. Kral Abdullah “Camiye gitmiyor muyuz” diye sorar Paşa’ya. İsmet Paşa’nın cevabı CHP’nin bilinç dünyasını ele verir cinstendir: “Ben laik bir devletin cumhurbaşkanıyım, camiye girmem”. Bundan dolayı olsa gerek, İnönü’nün Cuma Namazı kılıp-kılmadığını gazeteciler hep merak ederlermiş. Haliyle bir gün damadı Metin Toker’e İsmet Paşa’nın Cuma Namazı kılıp-kılmadığını sormuşlar. Toker de “Paşa irticadan o kadar korkardı ki, Cumayı evde kılardı” diye cevaplamış soruyu. İsmet Paşa’nın Cumayı evde kılmasını oğlu Erdal İnönü de doğrular. Bir basın toplantısında gazetecilerin kendi aralarında Paşa’nın dinden uzak bir hayat yaşadığını, Cumaları bile camiye gitmediğini konuştuklarını duyan Erdal İnönü’nün değerlendirmesi şöyle olmuştur: “Nereden biliyorsunuz? Babam Cuma namazlarını evde kılardı.”

Ülkenin geleneklerine, değerlerine, inancına yabancı olması bir yana CHP ile ilgili bir gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya koymalıyız: Bu ülkede din istismarı dendiğinde akla ilkin bazı CHP’liler gelmelidir. İstismar konusunda sağ partililer daha çok suçlanmasına rağmen gerçek budur. Bir tarafta İnce’nin Ramazan’da içki içtiği fotoğrafları, öbür tarafta imsakiye bastıran, Cuma namazına giden, abdestsiz sokağa adım atmadığını söyleyen İnce. İstismar başka nasıl örneklendirilebilirdi ki! Bu ikircikli tutumla murat edilen nedir? Elbette ki yaklaşan seçimlerde sağ ve muhafazakar camiadan oy devşirmek.    

Genç Parti popülist söylemi

İnce’nin bir diğer çelişkisi de tıpkı partisi CHP gibi vizyoner ve zamanın gereklerine uygun esaslı bir programının olmaması. Hatırlayınız; Kılıçdaroğlu CHP’nin genel başkanlık koltuğuna oturduğunda toplumun farklı kesimlerinde umut oluşmuştu. İdeolojiden öte sosyal ve ekonomik sorunları önceleyen bir politik duruş beklentisi vardı. Ancak keskinleşmiş CHP’lilerin barikatını aşamamış ve CHP’nin klasik siyaset biçimine savrulmuştu. Esaslı bir programının yokluğu Kılıçdarıoğlu’nun siyasi geleceğini ipotek altına aldı.  İnce de tıpkı Kılıçdaroğlu gibi programdan yoksun. Bundan dolayı, yıllar önce Cem Uzan tarafından kurulan popülist Genç Parti’nin söylemine uygun vaatlerle seçmeni ikna etmeye çalışıyor. Oysa işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk gibi sorunların kaynağına inmeden, nedenini-sonucunu ortaya koymadan maaşa ve asgari ücrete endeksli çözümler üretemeye çalışmak, sadece seçimlerde oy devşirme amacı taşır. Bunun arkasındaki niyet; oy veren seçmeni kandırmaktır.

İnce’nin ikircikli tutumu vaatlerle sınırlı değil. Meşruiyetinin kaynağı olarak milleti değil de, Batı’yı ve ABD’yi görmesinin karşısına “muhafazakâr ailenin devrimci çocuğu” tanımlamasını koyduğumuzda meselenin özü anlaşılır. Cumhurbaşkanı adayı olan “devrimci” aday FETÖ ile mücadeleyi sulandırma amacı taşıyan “Amerikalılar beni aradı, Gülen usulüne uygun istenmemiş” açıklamasını iç politikaya dönük bir mesaj olarak kabul edilse bile “Çin saygın bir ülke değildir”, “Hükümet İsrail ile ilişkileri kessin” gibi altı doldurulamaz demeçlere nasıl bir mazeret bulunabilir ki! Kaldı ki İsrail ile ilişkilerin kesilmesini salık verdikten sonra da “Hükümet İsrail ile ilişkileri kessin İsrail ile ilişkileri ben tekrar kuracağım” diyerek ABD’ye selam çakıyor. Oysa devrimci solun ve sosyalizmin anlam dünyasında küresel sistemin merkezi olan ABD, meşruiyetin değil kötülüklerin kaynağı olarak kabul görmeli değil miydi? Küresel sisteme ve o sistemin arkasındaki ABD’ye “Dünya beşten büyüktür” mottosuyla meydan okuyan Erdoğan’ın sahiciliğini bir tarafa koyun, dış politikaya ilişkin sarf ettiği beş cümledeki tutarsızlıklarıyla ve küresel sisteme selam duran tavrıyla İnce’yi diğer tarafa koyun... Hangisi daha ağır basıyor sorusu bile abes kaçmıyor mu? 

@AkkiRamazan