Yapılması gereken yeni bir mülkiyet dili inşa etmektir. Bu yeni mülkiyet dili “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, mülk Allah’ındır, adaleti titizlikle ayakta tutun” düsturları üzerinden oluşturulmalıdır. Bu mülkiyet dilinin merkezine emeğin ve çalışmanın erdemi ile alın terinin onuru yerleştirilmelidir.
Temel Hazıroğlu - Albaraka Türk Gen. Müd. Yrd.
Yasak bir meyve ile başladı her şey ve Adem’in yitirdiği cennetin tekrar kazanılması Adem ve oğullarının, ademoğlunun, tüm insanlığın imtihanı oluverdi.
İmtihan ‘yitik cennet’in yeniden kazanılması değildi sadece, tek Bir’den geldiği halde Bir’liğini kaybeden insanın tekrar Bir’liğini kazanabilmesi ve kendi içindeki ‘yitik cennet’ini de bulabilmesinin imtihanıydı.
Ve insan artık tarihseldi. Zaman ve mekanın sınırları içerisinde zamansız ve mekansız BİR’i arayan yolcuydu artık. Kural ihlalinin ya da sapmanın bedeli ise yalnızlıktı.
Yalnız yolculardan yolunu kaybedenler Bir’in varlığını da unuttu ve onlar için yolculuk, sonu olmayan hedonist sanrılarla beslenmiş bir yokluğa dönüştü.
Anlık ve geçici olanı reddeden ve varoluşsal yalnızlığın sudaki yansıması yerine zaman ve mekanın ötesindeki Bir’i arayanlar için ise yolculuk, sonunda kendini bulmanın ve ‘yitik cennet’e ulaşmanın bir çaresiydi.
Ve mülkiyeti keşfetti insanlar. İmtihanı unutanlar için sahip olmaktı, güçlü olmaktı, geçici olanın tanrısı olmaktı mülkiyet.
Varoluşsal yalnızlık korkusunu kendisini tanrılaştırarak gidermeye çalışan insanlar arasında birlik, eşitlik ve kardeşlik bozuldu. Ve insanlar birbirine düşüp dünyayı paylaşma ve ele geçirme kavgasına tutuştular. Bir’den uzaklaşan insanlık, yaratıcı rolüne soyununca kendisine yabancılaştı ve bizzat kendi kendisini değersizleştirerek yaratılış gayesini unuttu, insanlığını kaybetti ve hüsrana uğradı.
Birbirleriyle kavgaya tutuşan insanlık betimlemesinden hareket eden bir adam (Thomas Hobbes) “İnsan İnsanın Kurdudur” derken fıtratı bozulmuş insan tipini ‘yeni normal’ olarak selamlıyordu. İnsanı, kazanç peşinde koşan, güvenlik ve toplumsal statü arayan bir varlık olarak tanımlarken tarihsel olana hapsediyor ve görünenin arkasındaki esas yaratılış ve imtihan gayesini reddediyordu.
Bütün emekçiler birleşse...
Bir’den gelen ve ona dönmeye çalışan peygamber ADAM (Hz. Adem) geldiği yere ulaşmak için yüzlerce yıl boyunca yaptığı hatayı affettirmeye çalışırken, başka bir adam (Adam Smith) “Bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler, bırakınız geçsinler” mottosunu ortaya koyarak “güçlü olan kazanır” orman kanununu dünya ekonomik düzeninin merkezine yerleştiriyordu. Böylece, insanın üretim sürecinde tıpkı toprak gibi bir kaynak olduğu anlayışı liberal felsefenin amentüsü haline geliyordu. Yeni düzenin yeni patronu burjuva sınıfı ise dünyayı ve içindeki her şeyi - pek tabii insanları da - alınıp satılabilen bir meta ve kendilerini de mülk sahibi olarak konumlandırırken materyalist dünyanın yalancı tanrısı rolüne soyunuyordu.
Ve sonra “Dünyanın bütün emekçileri birleşin” diyordu bir adam (Karl Marks). Diyalektik Materyalizm öğretisi üzerinden bu sefer de insan emeği tanrısallaştırılarak sözde sınıfsız toplum ideali, bir ütopya olarak insanlığın önüne konuluyor ve yine Yaratıcı dışarıda tutuluyor ve yine insan tarihselliğin sınırları içerisine hapsediliyordu. Yolunu kaybeden yolcu, tonları farklı olan kapitalist tasavvurun çerçevesi içerisinde ya özel mülkiyeti ya da devlet mülkiyetini kutsayan ama her halükarda yaratılış gayesinden uzak ve fıtratına yabancılanmış bir şekilde kendine ait olmayan, zorlama bir kitabın sayfaları arasına sıkıştırılıyordu.
Bugün ister liberal isterse sosyalist tasavvur olsun, dünyanın mülk olarak algılanması ve bunun üzerinden bir zihin ve dil inşa edilmesi hak ve hakikat peşinde olması gereken insanlığın yolunu kaybetmesine sebep olmuştur. Ve bu baskın dil ekonomi politik ve pratik açıdan ya zenginlik içerisinde eşitsizlik ya da fakirlik içerisinde eşitlik sunabilen ve her halükarda çatışmacı bir tarihsel modernite inşa etmiş ve inşaatın temelini de Yaratıcının kesin bir şekilde yasakladığı faiz sütunu üzerinde yükseltmiştir.
İhtiyaçlar sınırsız mı?
İnsan ihtiyacının sınırsız olduğu ifadesinden hareket eden ve insanların ne olursa olsun kendi menfaatini maksimize ederek kendini tanrılaştırmasını salık veren bu modern dil, aynı zamanda insanı sınırlı kaynaklar üzerinde sınırsız ihtiyaçlarını gidermeye çalışan bencil ve narsist bir varlık olarak tanımlar ve sınırsız mülkiyete sahip olmayı istemesini meşru kılar. Bu bencil ve narsist insanın meşru kabul edilmesi ise kaçınılmaz olarak birlik ve beraberliği yok eden ve çatışmayı körükleyen vahşi bir kapitalizm anlayışı üzerinden yolunu kaybetmiş, umutsuz ve ümitsiz, yaratılış gayesini ve varoluş nedenini unutan sözde modern ama gerçekte azgın ve sapkın bir insan prototipi ortaya çıkarmaktadır.
Oysa dünya han, insan da yolcudur. Ana yurdundan ayrılan insan geçici ve anlık olana takılmadan sonsuz olana, Bir’e ulaşmaya çalışan ve bedeli yalnızlık olan fani bir hayatı yaratılış gayesine uygun ve fıtratını bozmadan yaşamaya çalışmalıdır. Nasıl ki yolcu yola çıkarken yanına zorunlu ihtiyaçlarından başka bir şey almazsa, fani dünyanın yolcuları da dünyayı bir mülk olarak değil bir emanet olarak görürler ve kendilerine emanet edilenleri yolculuğu selamet içerisinde tamamlayabilmek için kullanırlar.
İnsanı kaynak ve dünyayı mülk olarak gören ve buradan hareketle dünyayı ele geçirip kendi sözde tanrılıklarını ilan etmeye çalışan bu modern tarihsel tasavvura karşı meşruiyetini Bir’den alan yeni bir duruşun ortaya konulması artık kaçınılmaz olmuştur.
İnsanı ve imtihanı merkeze alarak yeni bir zihin inşa etmenin, yeni bir tasavvur oluşturmanın zamanı gelmiştir.
Evet, bizim insanlığa fıtratı tekrar hatırlatmak ve bu idrak üzerinden yaratılış gayesine uygun bir ekonomik tasavvuru oluşturmamız, yeni bir ekonomik anlayış inşa etmemiz zorunluluk halini almıştır. Bu konuda İslam insanlığa ve bizlere büyük ipuçları sunmaktadır.
Bu yeni ekonomik anlayışın ilk basamağı yeni bir iktisat tanımından geçmelidir. Bu da, sınırsız ihtiyaçların sınırlı kaynaklarla giderilmesi önermesini yanlışlayan ve gerçek ihtiyaçla sahte ihtiyaç farkını yakalayan yeni bir dil kurulması ile gerçekleştirilebilir.
Sınırsız istek ve ihtiyaç normal insanın değil yolunu kaybetmiş hedonist insanın, sınırlı kaynak ise dünyayı mülk gören insanın tanımıdır. Bu tanımların meşru olmadığı günümüz dünyasındaki çatışma ve savaşlara bakılarak da rahatlıkla gözlemlenebilir.
Gerçekte ise insanın ihtiyaçları sınırsız değil makuldür ve bu dünya herkese yetecek kadar büyük ve nimetlerle doludur.
Yaratıcı tarafından sınırları çizilen meşru daire keyfe kafidir söylemi bu anlayışın bir tezahürüdür. Bu tezahür insanda bir kanaat duygusu ve adalet anlayışı oluşturduğu gibi aynı zamanda fıtratı doğrulayan bir dünya/imtihan yeri iklimi de oluşturur. Bu iklim ise birlikte yaşamayı teşvik eder, paylaşmayı ve katılımcı bir hayatı öngörür ve destekler.
İnsanın yaratılış gayesinin yitirdiği anayurduna tekrar kavuşabilmek için imtihanını başarıyla verebilmek olduğu, hedonizmin ve geçici olana sahip olmanın insanı kendine yabancılaştırdığı gerçeğinden hareketle ilk yapılması gereken yeni bir mülkiyet dili inşa etmektir.
Bu yeni mülkiyet dili “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır, Mülk Allah’ındır, Adaleti titizlikle ayakta tutun” düsturları üzerinden oluşturulmalıdır. Bu mülkiyet dilinin merkezine emeğin ve çalışmanın erdemi ile alın terinin onuru yerleştirilmelidir. Ancak bu yeni emek anlayışı dünyayı savaş alanına çeviren ve tarih ötesiyle bağlantısı olmayan Marksist söylemin bir sapma olduğunu kabul ederek ortaya konmalıdır.
Bu yeni ekonomi politik söylemin araçlarının modern ekonomi teorisinde olduğu gibi doğal kaynaklar, sermaye, emek ve girişimci olmasının bir sakıncası yoktur. Bu üretim faktörleri nihai anlamda bir araçtır. Ancak bu günkü işleyişin problemli olan kısmı, insanın bu araçlar arasında kaybolması ve ihtiyaç duyulduğunda tüketen bir nesneye dönüştürülmesidir. Her şeyden önce ister liberal isterse sosyalist bakış açısıyla olsun modern insan tasavvuru problemin temelini teşkil etmektedir. Zira bu tasavvur insanı insan yapan niteliklerinden koparmış ve onu azgın ve sapkın bir tüketiciye çevirmiştir.
Dolayısıyla asıl yapılması gereken bu insan prototipi yerine meşru dairenin keyfe kâfi olduğu ve ihtiyaçlarının sınırsız olduğunu reddeden bir insan prototipi ortaya çıkarabilmektir.
İnsan ya da varoluşsal gayesini unutmamış asıl insan için dünya bir mülk değil bir emanettir. Her insanın ırk, din, dil, cinsiyet vb. niteliklerinden bağımsız olarak dünyada ve içindekilerde hakkı vardır. Ve bu hak doğuştan hatta ana karnındayken kazanılmış bir haktır. Bu hak devredilemez, terk edilemez ve gasp edilemez bir haktır. Dünya Allah’ın Rahman sıfatının bir gereği olarak inkarcılar dahil herkesin rızkının eşit verildiği bir yer olduğu gibi gelecek kuşaklar da dahil tüm insanlığın ortak malıdır. O yüzden onda ve onun nimetlerinde ahiretin tarlası olarak herkesin hakkı vardır.
Mal da yalan mülk de yalan
Dünya aynı zamanda gelecek kuşaklara hakkıyla bırakmamız gereken bir emanet olduğu için kimsenin imtiyazına geçemez. Dünya ve içindekiler herkesindir ve herkesin olduğu için de bütün insanlığın katılımına açık olmalıdır. Çünkü o amaçla yaratılmıştır.
Dünya ve içindeki nimetlerinde üzerinde yaşayan herkesin hakkı olduğu için bütün insanlık bu hakkını hep beraber kullanmalı ve bu nimetleri paylaşmalıdır. Yani dünya ve içindeki nimetlerin istifadesi herkesin ama herkesin katılacağı bir ekonomik anlayışla insanlığın hizmetine sunulmalıdır.
Bu anlayışın temeli insanların bir, eşit ve kardeş yaratılmasından hareketle ‘birlik, eşitlik ve kardeşlik’ duygusudur, şuurudur. Gerçek adaletin tesisi ancak böyle olur.
Bu anlayış birlik, eşitlik ve kardeşlik temelinden başlayarak hayatın bütün alanlarında ve süreçlerinde katılımı esas almalıdır.
Bu anlayış birliği, eşitliği ve kardeşliği bozmayacak ortalama bir yaşama tasavvuruna sahip olmalıdır.
Bu anlayış, insanın bizatihi Adem’in evladı olarak eşrefi mahlukat olarak onuruna ve haysiyetine yaraşır asgari bir yaşama standardına uygun hayat sürmesini teminat altına almalıdır. Bu yeni anlayış, insanlar ve toplumlar arasında derin uçurumlar ve farklar olmasına fırsat vermemeli, varlık ve her türlü kişilik özelliklerinden bağımsız olarak herkesin vasat bir ‘yaşama standardı bantı’nda kalması için bilinç oluşturmalı ve yaymalıdır.
Bu ekonomik anlayış bir başlangıç olarak gündeme gelmeli ve üzerinde titizlikle çalışılmalıdır. Bu anlayış insanı merkeze alarak süreç içinde daha çok tartışılmalı, geliştirilmeli ve derinleştirilmelidir.
Katılım ekonomisine geçiş...
Böyle bir şuur üzerinden inşa edilen bu katılımcı anlayış hem insana ve haysiyetine yakışan bir haslettir hem de bereket getiren bir tutumdur.
O yüzden bu yeni ekonomi politik anlayışa özünü izah edici ve kuşatıcı yeni bir isim bulmak zorundayız. Yani yeni bir ekonomi tanımına ve ismine ihtiyacımız vardır.
Bu yeni ekonomi politik anlayış İslam ekonomisi olarak adlandırılabilir. Ancak olumlu olumsuz bütün yapılanların İslam’a mal olma riski olduğu için bundan kaçınmak gerekir.
Bu yeni anlayışa Faizsiz ekonomi de denebilir. Ancak bu da olumsuz bir tanımlama olduğu ve sanki karşı bir reaksiyon algısı oluşturduğu için çok uygun olmayabilir.
Bu açıdan biz diyoruz ki, insanlığın/ademoğlunun bir, eşit ve kardeş görüldüğü, dünyanın ve içindekilerin bütün insanların emrine verildiği, herkesin kullanımına açık olduğu ve doğal olarak da bütün insanlığın dünya ve nimetlerine katılımının esas alındığı bu yeni ekonomik anlayışın adı Katılım Ekonomisi olsun.
Katılım Ekonomisi insanı kaynak değil değer dünyayı mülk değil emanet gördüğü ve herkesin onda hakkı olduğu gerçeğine dayandığı için dünyanın yaratılış amacına daha uygun bir anlayıştır. Bu isim dünyanın ‘yitik cennet’ yolculuğunda bir ağaç altı, bir gölgelik olduğu gerçeğinin anlaşılması ve bu gerçeğin yaşatılması için uygun bir isimdir.
Katılım Ekonomisi insanı değer dünyayı emanet görme anlayışıyla ve bunun oluşturduğu yeni bir zihinle, insanı bir yandan azgınlaştıran ve saptıran bir yandan da acizleştiren bugünkü bozguncu anlayışın yegane çaresidir. Katılım Ekonomisi insanlığın ve dünyanın yeniden kurulmasını sağlayacak, insanlığa yaratılış gayesini varlık amacını idrak ettirecek tek çaredir, tek çözümdür.