Mülteci krizinin politik çözümü

Büşra Akın Dinçer - Zorunlu Göç Çalışmaları ve OXFORD Üniv.
26.09.2015

Sınırlarını kendilerinin belirlediği kanun yapısını tanımayan Avrupa, bugün geçiştirmeye çalıştığı veya ötelediği mülteci krizinin tam ortasına düştüğünün farkındadır. Zira mültecilerin hakları gözetilmez ve ortak bir zeminde çözüm aranmazsa, hayatları pahasına yola çıkan mülteciler Avrupa’nın belirlediği sınırları tanımayacaktır.


Mülteci krizinin politik çözümü

Kısa bir süre önce Avrupa Konseyi’nin Suriyeli mülteciler için atadığı özel bir komisyon Türkiye’de bulunan Gaziantep ve Kilis mülteci kamplarını ziyaret etti. Ziyaret öncesi Avrupa Konseyi’nde ciddi bir endişe vardı. Bu endişe, konsey üyesi ülkelerin Türkiye’ye mülteciler konusunda yardım etmesinde yaşanan eksiklikler ile ilgiliydi. Türkiye’ye gelen bu komite endişelerin odağındaki bu sorunu ele almak ve yerinde bilgi toplamak için oluşturulmuştu. Mülteci kamplarındaki ziyaretlerin ardından komite, Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nda da görüşmeler gerçekleştirdi. Bu görüşmelerde İngiliz bir diplomat “eğer ülkeler Türkiye ile işbirliği yapmaya ve mülteciler için daha fazla adım atmaya yönelmezlerse, Türkiye bugün sergilediği misafirperverliği daha fazla devam ettiremeyecek duruma gelebilir” ifadelerini kullandı. Çok geçmeden de mülteci krizi Avrupa’nın kapısına dayandı.

Avrupa ülkeleri bugüne dek görmezden geldiği mülteci sorununa ilişkin zorunlu adımlar atmaya başladı. Ancak sorun çoktan büyük bir krize dönüştü. Türkiye ise mülteciler konusunda Suriye iç savaşının ilk gününden itibaren ‘insani’ politika izleyerek önemli sayıda -ki bu sayı Türkiye’yi en çok mülteci alan ülke konumuna getirdi- mülteciye kapılarını açtı. Peki II. Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük mülteci krizinde Türkiye’nin uluslararası hukuk sistemine göre sorumluluğu neydi? Türkiye 1951 Birleşmiş Milletler Mülteciler Sözleşmesine tabi olan ülkelerden biri ve bu sözleşmenin “coğrafi limitler” maddesine bağlı. Bunun anlamı şu; uluslararası hukuka ve anlaşma sorumluluklarına göre Türkiye sadece Avrupa’dan gelen kişilere mülteci statüsü verebilir. Diğer tüm coğrafyalardan gelenler ise “geçici sığınmacı” statüsündedir. Öyle ki Türkiye’nin sözleşmede belirtilen “coğrafi limitler” maddesine bağlı olması birçok insan hakları örgütü ve uluslararası kuruluşlarca günümüze kadar eleştiri malzemesi olarak kullanılmıştır. Ancak Türkiye’nin Suriye’de izlediği mülteci politikası bu eleştirilere son noktayı koymakla birlikte süreci büyük bir sorun sarmalı haline getiren Avrupa’ya önemli bir ders verdi.

Türkiye tek başınaydı

Mülteci sorunun çözümü için harekete geçen Türkiye, Birleşmiş Milletlerdeki hukuki eksikliği kendi içindeki politikalarıyla gidermiştir. Türkiye, BM’ye ihtiyaç duymadan, çıkardığı yasalar ile mültecilere karşı kendi hukukunu üretiyor. 1951 sözleşmesinde “limit” maddesine bağlı olmayan Avrupa ülkeleri, tamamen aykırı bir tavır gösterirken; Türkiye, hukuki yükümlülüğü olmaksızın limitleri aştı ve aşmaya devam ediyor. “Sığınmacı” ve “mülteci” tanımlarının uluslararası standartlarda pratiğe dökülmediği, kağıt üzerideki tanımlarının hiçbir anlam ifade etmediği, Avrupa’nın mültecilere olan tutumuyla gözler önüne serildi. Türkiye’ye bakıldığında ise mülteci sorununda ülke içerisinde geliştirdiği hukukunun, uluslararası hukuka göre çok daha fazla etkili olduğunu net şekilde görebiliriz. Bir ülkenin son yılların en büyük insani krizini tek başına sırtlaması, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komisyonu (BMMYK) tarihinde bir ilk olarak ifade edilebilir.

Aslında 1951 Sözleşmesine göre her ülke kendi sınırları içindeki mültecilerden sorumludur. Örneğin; İngiltere, Almanya ya da Fransa kendi sınırlarına girmiş mültecilerden sorumludur. Ancak sorunun temeli olan Avrupa ülkeleri, sorumlu olduğu mültecilere kapılarını açmıyor. Bunun yanı sıra Avrupa ülkeleri Türkiye gibi mülteci alan ülkelere destek için harekete de geçmiyor. Ancak uluslararası sistem mülteci krizlerinin çözümünde, ön saflarda bulunan ülkelere verilen desteğe dayanıyor. Fakat hukuk ve yasalar bu konuda ne yazık ki önemli boşluklardan oluşuyor. Kanunlar ‘işbirliği yapın’ diyor ama bunun hiçbir bağlayıcılığı yok. Yani Avrupa ülkelerinin hukuken “Türkiye’ye yardım etmiyoruz, etmeyi de istemiyoruz” söyleminde bulunma özgürlüğü var.

‘Sınır dışında demokrasi’

Bu noktada arabuluculuk yapan ve tarafsız bir yapı olarak inşaa edilen Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ülkeleri teşvik eden ve sorumluluğu dağıtan bir göreve sahip. BMMYK, her yıl belli bir bütçe oluşturarak yardımların dağıtılmasını sağlıyor. Ülkeler arasında görüşmeler yaparak bütçe oluşturuyor. Ülkeleri sorunlar karşısında birlikte hareket etmeye ve desteğe teşvik ediyor. Ancak çok etkili olduğu söylenemez. Bunun sebebi ise BM’ye fon sağlayan ülkelerin BM’nin uluslararası çalışmaları üzerinde siyasi etkiler oluşturuyor olması. Bu durum BMMYK’nın kuruluş amacına oldukça ters düşüyor. Örneğin Fransa, Birleşmiş Milletler düzeyinde yaptığı yardımlarda “sadece Hıristiyan dinine mensup olanlar” maddesini açık olmasa da satırlar arasında şart koşabiliyor. İngiltere BM’nin mülteciler için oluşturduğu “Relocation Scheme” yani “Yeniden Yerleştirme Programına” katılmak istemediğini net şekilde ifade edebiliyor. Raporlarında Türkiye’yi Ortadoğu’da sınıflandıran BM, konu mülteciler olduğunda ise Türkiye’yi Avrupa’nın bir parçası olarak gösteriyor ve böylece Avrupa’daki mülteci rakamlarını artıyor. Sonuç olarak BM’ye bakıldığında sadece insani yardım odaklı olmadığını görebiliyoruz ve BM’nin doldurması amaçlanan “sınırlar dışında demokrasi” sağlayan bir yapının eksikliği ortaya çıkıyor.

Bizleri asıl endişelendirmesi gereken ise mülteci krizine çok küçük bir vizyon ve kısa dönemle bakan ülkeler. Fakat ülkelerin öngöremediği geçmişte yaşanmış mülteci krizlerinin kısa dönemde sona ermediği gerçeğidir. Kenya’daki Kakuma Kampı 1992 yılında Sudan’lı mülteciler için inşaa edilmişti. 23 senelik kampta halen 200 binden fazla mülteci yaşıyor. Yine Kenya’da bulunan Dadaab kampı ise bir başka örnek. 1991 yılında kurulan kamp günümüzde 350 binden fazla mülteci barındırıyor. Masum sebeplerle kurulan bu kampların Kenya örneğinde olduğu gibi ülke içinde daha sonra çok farklı etkileşimlere neden olabileceği ortada. Suriye iç savaşında ise beşinci yıla girmekteyiz. Altı ayı geçmiş her mülteci sorunu uzun vadeli görülmelidir. Türkiye, Lübnan ve Ürdün gibi komşu ülkelerin paylaştığı sorumluluk eğer zamanında Avrupa ülkeleri tarafından omuzlansaydı bugün Akdeniz’de meydana gelen toplu ölümler gerçekleşmiyor olacaktı. Ancak Avrupa bunun aksine Lübnan ve Ürdün başta olmak üzere bu coğrafyayı mülteci krizinde arka bahçesi olarak kullanmayı amaçladı.

Suriye mülteci krizine bakıldığında neye ihtiyacımız olduğu açıktır. Öncelikle Suriye’de savaşın bitmesine ihtiyaç var. Şimdiye kadar gösterilen çaba hep başarısız oldu. Politik sebepler nedeniyle çalışmalar genişletilmiyor. Çünkü başta Rusya olmak üzere bölgede siyasi çıkarlar yürüten birçok ülke arasında vizyon sorunu yaşanıyor. Fakat oluşan bu tablo bile çabaların iki katına çıkartılıp savaşın son bulması için mücadele etmeye işaret ediyor. Çatışma sorununa ve çözüm konusuna daha fazla odaklanılması gerekiyor. Çünkü bu mülteci sorunun aslında temelini oluşturuyor. Eğer mülteci probleminden endişemiz varsa, önce bu ülkelerde huzurun oluşmasına yardım etmeliyiz. Batı ülkelerini insani yardıma çekmenin tek çaresi ise politik ikna ve çıkar ilişkisidir.

Avrupa’nın mülteci telaşı

Politik ikna bu süreçte Türkiye tarafından oldukça aktif bir şekilde kullanılan bir yöntemdi. Türkiye 2.5 milyon Suriyeli için yaptığı 7.6 milyar dolarlık yatırımda sadece 418 milyon dolar gibi bir dış yardım almasına rağmen hiçbir zaman Avrupa ülkelerinin kapısını çalmadı. Türkiye bundan ziyade, mülteci sorununun ciddiyetine dikkat çekerek önlem alınmaması durumunda bu sorunun Avrupa ülkeleri için ciddi bir problem olacağına dikkat çekti. Avrupa ülkeleri ise sınır kontrolleri ve göçmen politikalarını sert bir şekilde artırarak yanlış yönde önlem almaya eğildi. Sonuç olarak gelinen nokta bugünkü tabloyu oluşturdu. 19 Nisan 2015 tarihinde Libya kıyılarından sadece 30 km uzaklıktaki bir mesafede 900 mültecinin bulunduğu bir botun batması insani krizin ulaştığı boyutun ciddiyetini gösteren ilk sinyallerden biri oldu.

Tüm bu gelişmeleri bir arada değerlendirdiğimizde bütün sistemin aslında hukuktan ziyade politik işbirliğine dayandığı ortaya çıkmaktadır. Kanunlar çözümün bir parçasıdır ama çok küçük bir parçası. Gerçek çözümler bulmak için kanunların ilerisine geçebilmek gerekiyor. Türkiye hukuki olarak sınırlarını gözetseydi ve bugünkü Avrupa ülkelerinin tavrını 2011 yılından bu yana 900 kilometreden fazla olan Suriye sınır hattında uygulasaydı iç savaşın bilançosu çok daha farklı olurdu. Günlerdir Avrupa ülkelerini mülteci krizinde telaşa düşüren ise artık politik işbirliğinin kaçınılmaz olduğu gerçeğidir. Sınırlarını kendilerinin belirlediği kanun yapısını tanımayan Avrupa, bugün geçiştirmeye çalıştığı veya ötelediği mülteci krizinin tam ortasına düştüğünün farkındadır. Zira mültecilerin hakları gözetilmez ve ortak bir zeminde çözüm aranmazsa, hayatları pahasına yola çıkan mülteciler Avrupa’nın belirlediği sınırları tanımayacaktır.

[email protected]