Mülteciler ve koronavirüs meselesini birlikte düşünmek! 'Bir değirmendir bu dünya'

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü
27.03.2020

İlk olarak Çin'de ortaya çıkan virüsü yurt dışına yolculuk edenler hızla dünyaya yaydı. Mutluluk endüstrisi sınırlamalara başta izin vermedi; küresel ticaret ve hedonizm. Ancak netice büyük bir hayal kırıklığı. Batı demokrasilerine karşı duyulan hayal kırıklığı.


Mülteciler ve koronavirüs meselesini birlikte düşünmek! 'Bir değirmendir bu dünya'

Bir beyitinde der ki, Cahidi Ahmet Efendi, “Akil isen can gözün aç, tut kulak bu sözüme/Bir değirmendir bu dünya öğütür bir gün bizi”. Bir sel, bir deprem, bir yangın, bir salgın hastalık götürür canları, götürür biriktirdiğimiz dünya malını. Yaşadığımız son günler dünyanın bir değirmen olduğunu, istediğini öğütüp istediğini bıraktığını bir kez daha gösterdi. Marx’tan Nasyonal Sosyalistlere bütün dünyevi cennet tasarımlarının cehennemle sonuçlanması boşa değildi. Bilimin bütün parlak başarıları tabiatın getirdiği felaketler karşısında en nihayetinde çaresiz. Aslında yapıp etmelerimizin hiçbirinin bu dünya için olmadığını, ikamet ettiğimiz evin geçici olduğunu, ne yaparsak yapalım öte/aşkınlık meselesiyle bir gün karşılaşacağımızı ve bundan hiçbir suretle kaçamayacağımızı bir kez daha anlamış olduk. Batı’nın “Büyük İnsanlık” ideallerinin, bir dünya devleti hayallerinin, dünya yurttaşlığı tasarılarının her birinin boş olduğunu, aslında sadece Müslüman ve şehitlerin kanlarıyla yoğrulmuş bu vatanın evladı olduğumuzu son günlerdeki hadiselerle iyice idrak ettik.

Batı’daki temel problem

Batılı filozoflardan öğrendiğimiz, Batı’daki temel problemin aslında eksik bir tespit olduğunu koronavirüs günlerinde iyice anladık. Batılı filozoflar Batı’nın moderniteyle ortaya çıkan manevi, spiritüel krizinden bahsederler ve eleştirirlerken, Batı liberal demokratik düzeninin tamamına erdiğini, söz konusu yönetim şeklinin “kötünün iyisi” yönetim olduğunu, demokrasiden daha iyi bir tanrının olamayacağını, teknolojik ve bilimsel başarıların zirvesine ulaştığını sıkça itiraf ediyorlardı. 

Bazı filozoflar (özellikle muhafazakar kanatta bulunanlar) bu konuda az da olsa istisna teşkil eder ve büyük insanlık ideallerini, Aydınlanmacı değerleri ve idealleri, teknolojik ve bilimsel başarıları ve bunların çerçevesi olan liberal demokrasileri kıyasıya eleştirmişlerdir. Elbette liberal eğilimleri olan bir kişi olmam onu benim de eleştirmemi engellemez. Ben liberalizme gelen eleştirilerin liberal değerlerin gelişmesine katkıda bulunduğunu, kökeninde bulunan Aydınlanmacı projeden kaynaklı hastalıkları ifşa ettiğini düşünüyorum. Ayrıca liberalizm bana göre ideoloji olmaktan ziyade etik ve ekonomik bir sistemdir ve bu tartışılması gereken bir meseledir) Bu Aydınlanmacı kanadın solcu versiyonu ise modern toplumun hastalıklarını küresel düzen, kapitalizm, sınıf farkı ve emeğin sömürülmesine bağlıyor, mülkiyetin devletin elinde toplanması ve bir proleterya diktatörlüğü ile nihai çözümün gerçekleşeceğini iddia ederek komünist sistemde dünyevi bir cenneti vaat ediyordu. Bir proleterya diktatörlüğünde (yani komünist parti diktatörlüğü) sorunların nihai çözümünün bulunmadığı örnekleriyle anlaşılmışken, savaş, terör ve hastalıkla dolu bir dünyada Batı medeniyetinin gittikçe daha fazla kronikleşen hakiki bir krizle karşı karşıya olduğu bugün çok daha fazla açık hale gelmiştir. Bu sadece dinsel, ruhsal, psikolojik bir kriz değil, daha modern olmakla çözülecek bir kriz hiç değil, olsa olsa bir varoluş krizidir.

İnsan ruhundaki kriz

Biz Batı medeniyetinin hem çocuğuyuz hem de değiliz. Çocuğuyuz çünkü cedlerimiz Batı’yı model alarak Batı modeline göre modernleşmeyi devleti kurtaracak bir reçete olarak gördüler ve devletimizi, hatta toplumsal hayatı bu modele göre dizayn etmek istediler. Onun çocuğuyuz çünkü bu medeniyeti tanıyoruz. Aynı zamanda onun çocuğu değiliz çünkü Türkiye Batı’nın tamamen parçası değil. Coğrafyasıyla, kültürüyle, tarihten getirdikleri ve geleneğiyle, farklı dinsel yaşamıyla Batı’dan farklı ve Doğu’ya aittir. Bu bizim dezavantajımız değil, şansımız. Batı’ya belli bir mesafeden bakabilmemizi, onu eleştirebilmemizi sağlayan şey tam da budur. Bir Türk/Kürt/Çerkez… her zaman Avrupalı değildir, o kendi kültürüne de aittir. Batı’da insan ruhundaki krizi ve Batı medeniyetinin hastalıklarını anlayabilmemiz için de bu mesafe çok önemlidir.

Her düzen dışlayıcıdır

Batı’nın hiç de düşündüğümüz gibi olmadığını iki önemli gelişme bize gösterdi: Savaştan kaçan mültecilerin durumu ve koronavirüs hadisesi. Her düzen dışlayıcıdır. Antik Yunan’daki demokrasiyi demokrasiler için parlak bir model olarak gören bütün değerlendirmeler antik Yunan’da kadınların, kölelerin, çocukların, mülkiyeti olmayanların yönetimden dışlandığını görmezden gelirler. Bugünün gelişmiş demokrasilerinde de dışlananlar mevcuttur; akıl hastaları, hükümlüler, göçmenler vs. Her düzenin atıkları vardır. Batı siyasal düzeninin safraları bugün en fazla göçmenlerdir. Onlar Batı’nın hastalıklarından sorumlu tutulan, istenmeyenler, yaramaz, gelişmemiş, ilkel, yabani ve yetersiz olanlardır. Kültürleriyle, dilleriyle, ırkları ve dinleriyle toplumsal düzenden ayıklanması gereken yabani otlardır. Hak ettikleri yer gettolar, toplama kampları, kenar mahallelerdir. Patolojik ve kusurludurlar. Czarnowski’ye göre, “örgütlü toplum onlara bedavacı, davetsiz misafir muamelesi yapar, çoğu kez onları her türlü kötülüğün, entrikanın kaynağı, suçun kıyısında dolaşan, sosyal dokuyu sömüren kimseler olarak görür, en azından tembelliğe kılıf uydurmakla suçlar.” (Czarnowski’den aktaran, Bauman Zygmund, Iskarta Hayatlar: Modernite ve Safraları, Can Yayınları, İstanbul, 2018, s. 55) Bauman’ın da ifade ettiği gibi mülteciler mevcut düzene uyum sağlayıp, entegre olduklarında ise hak etmedikleri bir refaha kavuşmakla, sahtekarlıkla, düzenbazlıkla suçlanmışlardır. Onlara biçilen en iyi meslek zengin ve müreffeh toplumların çöplerini temizlemek, tuvaletlerini temizlemek, yani onların pis işlerini yapmaktır. Geçmişin cadıları ve şeytanları şimdinin mültecileridir. Sınırımızdan geçerek Yunanistan kapılarına dayanan mültecilere yapılan zorbalık Batı’nın gerçek yüzünü ifşa etti. Aydınlanma düşüncesinin tüm dünyaya yaydığı değerlerin pratikte hiçbir işlevinin olmadığını gösterecek şekilde, eşitlik, kardeşlik, özgürlük sloganıyla simgeleşmiş Fransız Devrimi’nin asıl yüzü olan despotizm ve darağaçları bir kez daha kendisini gösterdi. Mülteciler Batılılar tarafından sosyal atık muamelesi gördüler ve görmeye devam ediyorlar. Biz ise bu süreçte iç savaşın olmadığı, huzurlu bir vatana sahip olmanın değerini bir kez daha anladık; tuzu kuru, yediği önünde yemediği arkasında bir karışıklık çıksın diye elini ovuşturan klavye silahşörleri değil, vatanını gerçekten seven ve önemseyenler anladı.

Menşei Çin olduğu söylenen koronavirüs vakası ise demokratik Batılı devletlerin virüsle mücadelelerinde nasıl yolda kaldıklarını, güvenlik mi özgürlük mü sorusu temelinde özgürlüklerin güvenlik için nasıl tehdit oluşturduğunu gösterdi. Liberal demokrasiler en temelde sınırlı devlet, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve bireysel özgürlükler söylemiyle mümkün olduğunca siyasi otoriteyi sınırlayarak sivil toplumun gelişmesi ve kendisini ifade etmesi ilkesi üzerine kuruludur. Haklı olarak despotik yönetimlere karşı direnecek sivil kanallar oluşturmak ister. Yaşanan virüs olayı ise bu demokratik yönetimlerin özgürlük meselesini ne kadar abarttıklarını, onların ne kadar kırılgan olduğunu, önlem almakta son derece geç kaldıklarını ve başarısız olduklarını göstermektedir. Karşımıza çıkan şey bir skandaldır. Ünlü Alman politolog Carl Schmitt, “Hukuk kesinlikle bünyesinde hukuk aşan bir boyutu barındırmaktadır. Bu boyut da kendisini politik eylemde göstermektedir” demektedir (Aktaran Kardeş, M. Ertan, Schmitt’le Birlikte Schmitt’e Karşı: Politik Felsefe Açısından Carl Schmitt ve Düşüncesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015, s.25) Hukukun üstünlüğü lafı boş bir laftır çünkü Hans Kelsen’in Saf Hukuk Teorisi hoş bir hayalden ibarettir. Hukuk ve politika birbirinden radikal olarak ayrılamaz. Politikasız hukuk, tarih dışı kültür dışı, saf hukuk olamaz. Politika hukuku aşabilir ve eğer hukuk politikayı tamamen belirleyen bir şeye dönüşmüşse orada despotizm hâkim demektir. Politik karar alma olmaksızın hukuk işlevsizdir ve olağan üstü hal hukuki değil, politik bir karardır. Ve istisna hukuku belirleyebilir. Modern krizi anlamak için bu meseleyi anlamak elzemdir. Zira Batı demokrasilerinin zayıflığı ve kırılganlığı olağanüstü hal durumlarında sıkça ortaya çıkmaktadır. Olağanüstü hal uygulamalarına zamanında karar veremeyen devletler koronavirüsten çok büyük zararlar gördü.

İki küresel fenomen

Peki mültecilerle koronavirüs arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Koronavirüs ve mülteciler modern dünyamızın birbirine paralel iki küresel fenomendir. Batılı devletler mültecilere virüs muamelesi yapar ve onları giriş kapılarından sokmazlarken koronavirüsün pasaportlu küresel taşıyıcılarına engel olamadılar. İlk olarak Çin’de ortaya çıkan virüsü yurt dışına yolculuk edenler hızla dünyaya yaydı. Mutluluk endüstrisi sınırlamalara başta izin vermedi; küresel ticaret ve hedonizm. Ancak netice büyük bir hayal kırıklığı. Batı demokrasilerine karşı duyulan hayal kırıklığı. (Bu hayal kırıklığı bizim için daha büyük önem taşıyor. Düz cümlelerin kaderi soruya dönüşmektir. Batı’nın durumu buysa artık nereyi model alacağız? Kendimiz olabilecek miyiz?..) “Modernite” der Pascal Brückner, “insanların umutlarını o kadar yükseğe taşımıştır ki hayal kırıklığına uğratmaktan başka bir şey yapamaz.” Halbuki Aristoteles’in de dediği gibi, “insanın gücü ölümün kapıları önünde biter.” Koronavirüs, hayatın hedonizminden kaynaklanan bayağılığının ortasına bir bıçak gibi saplandı. Terör de bu anlamda virüsle büyük benzerlik taşır. Sistemin kalbine saplanır ve sistemi bütünüyle sarsar. Hayata, hıza bir süreliğine de olsa “dur” der. Brückner bir tespitte daha bulunuyor: “Rönesans’tan beri, değişen şey, maddi ve teknolojik ilerlemelerin ardından yeryüzündeki hayatın kefaret ya da çile olarak kabul edilmemeye başlanmamasıdır. (Brückner Pascal, Ömür Boyu Esenlik: Mutluluk Ödevi Üzerine Bir Deneme, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012, s.33 Yalnızca bu kitabını değil, Masumiyetin Ayartıcılığı başta olmak üzerine diğer kitaplarını da okumanızı tavsiye ederim)

Batı’da Hıristiyan çileciliği tersine dönerek sonraki çağda hazzı insan arayışının zirvesine yerleştirdi. İnsanın nihai hedefi mutluluk, daha doğru bir deyişle “haz” olarak sabitlendiğinde hayal kırıklığının büyüklüğü de tahmin edilemez. “Zevk hayal kırıklığına uğratır, ihtimal ise asla” demiş Kierkegaard. İnsanın son sözü özgürlük olamaz. Marjinalleştirilen intikam almak için geri döner. Albert Camus’nun Veba romanındaki gibi nasılsa bana bir şey olmaz haz dünyamdan vazgeçmeme gerek yok diye düşünüp ortalıkta dolaşanlara tekrar hatırlatalım: Ne de olsa “bir Değirmendir bu dünya, öğütür bir gün bizi.”

[email protected]