Mültecilere Tanrı misafiri olarak bakabilmek

Dr. Hatem Bazian / İslamofobi Araştırma ve Belgeleme Projesi Müdürü
12.09.2015

İçimizdeki bastırılmış veya bize uzak bir anlatıyı tamamlama ihtimali olan bir yabancıyı, erkek veya kadın, karşılamanın kendi insanlık öykümüzde çok derin kökleri var. “Tanrı misafiri” değerinin günümüzde de geçerli bir anlamı olduğunun farkına varılmalı ve bu dünyada bulunan her ruhun haysiyet, adalet ve rızkı hak ettiği unutulmamalı.


Mültecilere Tanrı misafiri olarak bakabilmek

Akdeniz’deki mülteci katliamı, dünyanın bir kısmında devam eden büyük ıstırabı bize tekrar hatırlatıyor, eğer bir hatırlamaya gerek duyuyorsak. Sefalet, acı ve ölümle dolu bir insan seli Akdeniz’in etrafındaki ülkelere vuruyor. Sadece geçtiğimiz birkaç gün içerisinde haberler Avusturya’da bir kamyonda bulunmuş 71 ceset, Libya sahillerinde alabora olmuş bir gemiden çıkan 200’ün üstünde ölü ve Birleşmiş Milletler’in tahminlerine göre Akdeniz’de sadece bu yıl kaybolan 2,500 hayatı konu edindiler; ancak hiç şüphesiz gerçek rakam çok daha yüksek. Kötü koşullardaki botlar denizlere açılmaya devam ediyor ve BM ve Avrupa Birliği’nin söz konusu krizi “yönetme” toplantılarına rağmen ufukta bu durumun sona ereceğine dair bir emare görünmüyor.  

Tedirgin edici bir gerçek olarak, mülteci sayısı giderek artacak çünkü siyasi kargaşa, ekonomik istikrarsızlık, süregelen şiddet ve savaş hali, bu insan selinin temel sebebi olarak hala orada duruyor. Mültecilerin geldiği, aralarında Afganistan, Burma, Irak, Suriye, Libya, Mısır, Somali, Nijerya, Senegal, Orta Afrika Cumhuriyeti, Tunus, Eritre, Yemen ve Filistin’in de olduğu ülkelerde uzun süredir savaşlar ve ekonomik çöküş devam ediyor.

Bu krize geliştirilen karşılık, hep bölük pörçük; plansız ve sorunun kökenine inmekten çok sınırların güçlendirilmesi ve etrafının çevrilmesine odaklanmış durumda. Almanya, İngiltere ve Fransa’da mülteci karşıtı hissiyatlar, yerel ve ulusal seçimleri kazanmak için göçmen karşıtı politikaları oy aracı olarak kullanan yabancı karşıtı sağcı kanatla birlikte zirveye çıkmış halde. Elbette ki Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya gibi Güney Avrupa ülkeleri ciddi bir ekonomik krizin pençesindeler ancak gemilerin çoğu onların limanına geldikleri için bu krizde başı çekiyorlar.

Savaşların çocukları

Devam eden savaşlar ve ekonomik istikrarsızlık, 45 milyondan fazla insanı emniyet ve güvenlik arayışına itti. Aileler, kabileler, kasabalar ve köyler atalarının topraklarını terk etmeye zorlandı ve birçok yerde diktatörlerden kaçarken Akdeniz’de boğulup, kaçakçılar tarafından sömürüye uğradılar. Kadınlar için ise seks kölesi olmak artık son derece olağan bir tehdit haline geldi.

Çoğunluğun kanaatinin aksine mültecilerin büyük kısmı Türkiye, Pakistan, İran, Cezayir, Lübnan, Ürdün, Etiyopya, Kenya ve diğer komşu ülkelerde ağırlanıyor. Avrupa ve ABD’nin mülteci krizinin asıl yükünü çektiği popüler varsayımı ise Batılı dar kafalı sağcı siyasilerin abartıp ortaya sürdüğü bir mitten ibaret. Gerçekte ise Avrupa’da sığınan mülteci sayısı 300.000. Bu sayı Türkiye’nin hem Suriye hem Irak’taki savaş dolayısıyla kapılarını açtığı insan sayısının kıyısına yaklaşmıyor bile, üstelik söz konusu olan Avrupa ve ABD’nin dâhil olduğu ancak insani sonuçlarına yönelmeye henüz hazır olmadıkları iki çatışma. Benzer bir şekilde sadece Ürdün 1 milyondan fazla Iraklı mülteciyi kabul etti, Suriye’deki savaştan kaçanlara yakın bir sayı... Ürdün ayrıca 1948 ve 1967’de zorla sürülen birçok Filistinli için de bir barınma noktası olmuştu.

Uluslararası toplumun şu ana kadarki tepkisi sadece olay sonrası önlem alarak gıda ve iptidai barınma olanakları geliştirmekle sınırlı kaldı ancak henüz ciddi anlamda çok yönlü ve bütüncül bir eylem planı tasarlamak için bir girişimde bulunulmadı. Sonuç olarak, ABD ve Avrupa’nın, bir yanda Çin ve Rusya’ya baskı kurma adına petrol ve doğal gazın kontrolünü ele geçirmek için bölge ülkelerini yağmalayıp yıkması, öte yanda İsrail ve İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez Ülkeleri’nin çıkarlarını koruma çabası sıradan insanların harcanabilir olduğu anlamına geliyor.

Doğal kaynak savaşları

Doğal kaynaklar için yapılan büyük savaşlar, pazarlar üstünde kurulan hâkimiyet ve uzun dönemli çıkarları koruma çabaları, dağlara ve denizlere doğru akan insan selinin baş etkenleri. Mesela ABD’nin Rusya’nın canını yakmak için sıradan insanları Soğuk Savaş’ı kazanmak uğruna harcama kararı sonucu, 1979’dan beri oradan oraya savrulan Afgan toplumunu bir düşünün. Kozlarını paylaşmak için Afgan ringine çıkan iki süper güce karşı ‘Büyük Oyun’da bir Afgan’ın hayatının ne değeri olabilir ki? 6-8 milyon Afgan’ın yerlerinden olmasıyla sonuçlanan keşmekeş ve istikrarsızlık küresel siyasi düzenle de bağlantılı ve bu düzen tarafından biçimlendirildi. Vahşi DAİŞ gerçeğinin izleri o günlere kadar sürülebilir. Dinin “amaç uğruna her şey mubah” şeklindeki karşı-stratejik kullanımı aslında ilk olarak o bölgedeki komünist-milliyetçi hareketlere karşı ortaya çıkmıştı.

Çatışma bölgelerinden ve ekonomik çöküş yaşayan ülkelerden akın akın gelen isimsiz, simasız ve ‘harcanabilir’ insan materyali, uluslararası toplumun hala var olduğunu ve diriltilebileceğini varsaydığımız vicdanı için kara bir lekedir. Batı’nın askeri operasyonları, öldürücü sonuçlar doğuran özelleştirmeler, yolsuzluğa batmış neo-liberal politikalar, ekonomik kemer sıkma programları ve diktatörlerin desteklenmesi insanların daha güvenli ve iyi bir hayat için sınırları aşıp denizlere açılmalarının temel sebepleri. Ölüm ve yıkıma vakfedilen kaynaklar insan ihtiyaçlarına vakfedilip sorunlarının çözümlerinde kullanılsaydı, her gün karşımıza çıkan bu sefaleti görüp donakalmazdık.

Yabancı düşmanlığı

Batı’ya yabancı düşmanlığından ve güvenlikçi anlayıştan uzak mutlak bir tutum değişikliği ve üstünde durulan sorunlarda ciddi bir odak kayması gerekiyor. Sınırlara silah yığmak yerine insan merkezli çözümler ve sorunların asıl kaynağına inilmesi icap etmektedir. Silah satmak, pazar payını büyüterek “petrolü, altını ve elması ele geçirmek”, sadece mülteci krizini büyütmeye yarıyor. Ancak bu sel bu şekilde devam ederse bir çığa dönüşür, hiçbir duvar ve sınır bu çığın karşısında duramaz. Acilen mültecileri zarar görmekten kurtararak,onlara güvenli ve emniyetli alanlar sağlayacak bölgesel ve küresel mülteci merkezleri açılmalı. Batı eğer her gün tanık olduğumuz sefaleti durdurma konusunda samimi ve ciddiyse, o halde çatışma bölgelerine silah akışının azaltılması bu işin olmazsa olmazıdır.

Gemilerle sınırlara açılan mültecilerin veya karaya vurmuş çocuk cesetlerinin görüntülerini gözümüzün önüne getirdiğimizde, onlarda sanki benzer bir kaderi paylaşmışlar gibi kendi kardeşlerimizi, annelerimizi, babalarımızı, akrabalarımızı görelim. Irk, etnik köken, dil ve kültürel farklılıklar üzerinden kışkırtılmaya çalışılan korkuları kabul etmek yerine, bütün insanlığı düşünüp duygudaşlık kurmalıyız. İçimizdeki bastırılmış veya bize uzak bir anlatıyı tamamlama ihtimali olan bir yabancıyı, erkek veya kadın, karşılamanın kendi insanlık öykümüzde çok derin kökleri var. “Tanrı misafiri” değerinin günümüzde de geçerli bir anlamı olduğunun farkına varılmalı ve bu dünyada bulunan her ruhun haysiyet, adalet ve rızkı hak ettiği unutulmamalı.    

 

NOT:: Bu yazı, turkeyagenda.com sitesinde 2 Eylül 2015 tarihinde yayınlanmıştır.