Müsâdeme-i efkârdan bârika-i hakikat doğsun diye

Prof. Dr. Mustafa Öztürk/Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fak.
26.04.2014

Bu kavgada haklı taraf hükümettir; çünkü hükümet olmanın menatı siyaset, işlevi ve misyonu da halktan ödünç aldığı yetkiyle yönetmek, devlet çarkını işletmektir. Cemaatin ise siyasi motivasyon ve muhtevalı bir kavgada dinî kavram/sembolleri kullanması çok pespaye, müptezel bir tarz ve üslupla Hz. Peygamber’in araçsallaştırılması, Ali Bulaç örneğindeki gibi, Kur’an’da Mekke halkının müşrik çoğunluğuna işaret eden ‘ekserü’n-nâs’ terkibindeki medlulün AK Parti’ye oy verenlerle özdeşleştirilmesi gibi örnekler cemaatin en temel dinî kaynaklar ve referansları düpedüz bir istismar aracı olarak kullandığını, Gülen’in bildik vaaz retoriğiyle cemaat tabanını mutlak itaat ve biat üzere konsolide etmeye ve dolayısıyla dine afyon işlevi gördürmeye çalıştığını imler.


Müsâdeme-i efkârdan bârika-i hakikat doğsun diye
Değerli arkadaşım ve tarihselci yoldaşım Prof. Dr. İlhami Güler 20 Nisan Pazar günü Açık Görüş’te yayımlanan “İslam’da Ulema ve İlahiyatçılarımız” başlıklı makalesinde 17 Aralık’tan bugüne yaşanan olaylar bağlamında 110 İlahiyatçı akademisyenin ortak bildiri yayımlanmasını ulemanın saygınlığına yakışmayan bir tavır takınmak ve siyasi iktidardan yana taraf tutmak olarak yorumladı. Ayrıca hükümet ile cemaat arasında yaşanan kavganın teolojik kökenli olduğunu savladı, bu arada “İlahiyatçı akademisyenlerin Bildirisi ve İlahiyat Akademyası” (Star Açık Görüş, 13 Nisan 2014) başlıklı makalemizdeki görüşleri de eleştirel bir analize tabi tuttu.
 
Öncelikle Sayın Güler’in geçmiş asırlardaki ulemaya izafe ettiği saygınlığın tam olarak neye karşılık geldiği ve bu saygın duruşun ne zaman, nerede ve hangi âlimlerce temsil edildiği meselesinin izaha muhtaç olduğunu belirtmek gerekir. Bu konuda zikredilen Ebû Hanife örneklemesi ise hâl-i hazırdaki siyasal bağlam içerisinde anlamlı bir karşılığı bulunmadığından anakronistiktir. Kaldı ki İmam Ebû Hanife’nin hem Emevilere karşı ayaklanan Zeyd b. Ali ve taraftarlarına, hem de Abbasilere yönelik kalkışmalara maddi-manevi destekte bulunduğu, siyasi otorite ile muhalifleri arasında hakem rolüne soyunmaktan öte besbelli siyasi taraf tuttuğu, başka bir ifadeyle, siyasi alandaki kavgaya tarafsız kalmayıp belli bir safta yer aldığı iyi bilinmektedir. İmam’ın hangi saiklerle böyle bir pozisyon aldığı bu yazıdaki izlek açısından bahs-i diğerdir; bugün tartıştığımız mesele itibariyle onun bitaraf değil, bir taraf olması önemlidir. Bu bağlamda Güler’in Mevlana’ya mukabil zikrettiği İbn Teymiyye’nin saygın âlim duruşu hakkında da kısa bir izah gerekir. Evet, İbn Teymiyye Moğollara karşı savaş fetvası vermiştir; ama aynı İbn Teymiyye hem Franklar ve Moğollar ile işbirliğine girmekle itham edilen Kisrüvan Şiîlerine karşı düzenlenen sefere iştirak etmiş, hem de gölge metaforuyla halifenin rolünü anlatırken, gölgenin iyi ve kötü yönleri olmakla birlikte tümden gölgesiz kalmanın ümmet/millet açısından tam bir kaosa yol açacağına dikkat çekmiştir.
 
Sayın Güler’in değerlendirmesine göre bugün hükümet ile cemaat arasında yaşanan kavga teolojik kökenlidir. Ancak ben bu görüşte değilim; bana göre kavga bütün bileşenleriyle siyasi içerikli bir iktidar kavgasıdır. Bu kavgada haklı taraf hükümettir; çünkü hükümet, adı üstünde hükümettir, yani hükümet olmanın menatı siyaset, işlevi ve misyonu da halktan ödünç aldığı yetkiyle yönetmek, devlet çarkını işletmektir. Peki, malum cemaatin apaçık bir taşeron rolünde sivil alanın dışına çıkıp doğrudan siyasi alana müdahil olması, reel-politiğe burnunu sokarak hükümetten rol çalmaya çalışması, hatta tümden onun rolünü devralma teşebbüsünde bulunması garabetini nasıl izah etmek gerekir? Cemaatin tamamen siyasi motivasyon ve muhtevalı bir kavgada dinî kavramlar ve sembolleri kullanması bu kavganın teolojik temelli olduğunu göstermez. Bilakis çok pespaye, müptezel bir tarz ve üslupla Hz. Peygamber’in araçsallaştırılması, Ali Bulaç örneğinde olduğu gibi, Kur’an’da Mekke halkının müşrik çoğunluğuna işaret eden “ekserü’n-nâs” terkibindeki medlulün 30 Mart’ta AK Parti’ye oy veren yüzde 45’lik seçmen kitlesiyle özdeşleştirilmesi gibi örnekler cemaatin en temel dinî kaynaklar ve referansları düpedüz bir istismar aracı olarak kullandığını, bu arada F. Gülen’in bildik vaaz retoriğiyle cemaat tabanını mutlak itaat ve biat üzere konsolide etmeye ve dolayısıyla dine afyon işlevi gördürmeye çalıştığını imler. Böyle bir manzara karşısında ahlâkî ve vicdani sorumluluk sahibi bir İlahiyatçı akademisyenin cemaati eleştirmesi, siyasi taraf olmak ya da siyasi bir şiveyle konuşmak şeklinde değerlendirilemez.
 
Sayın Güler cemaatin kendi ülkesine ve devletine karşı ihanet içerisinde değil, gaflet ve dalalette olduğu kanaatindedir. Fakat ben bu konuda da farklı kanaatteyim; zira gaflet ve dalalet kimi zaman farkında olmaksızın da vuku bulabilir, yani bir fert veya grup kendince iyi niyetle ve doğru bir iş yaptığı düşüncesiyle de gaflet ve dalalete düşmüş olabilir. Lakin gerek uluslararası mihraklarla ilişki biçimlerinin, gerekse son günlerde ortaya çıkan mektupların tanıklık ettiği üzere cemaatin Türkiye’deki siyasi iktidarı yıpratmak adına gemi azıya alıp ülkenin ve devletin topyekûn zarara uğramasında hiçbir sakınca görmemesi dikkate alındığında, son derece bilinçli ve istençli bir ihanet olgusunun inkâr edilemez gerçekliği kendiliğinden anlaşılır. Kanımca bu tarz bir ihanet Osmanlı tarihindeki Şahkulu/Şeytankulu Baba Tekeli tecrübesine benzetilebilir. Karizmatik bir dinî şahsiyet olduğu söylenen Şahkulu Osmanlılara alternatif/paralel bir idare kurmayı amaçlamış, etrafına adam toplarken ilahi iradenin kendisinde tecelli ettiği yolunda propagandalar yapmış ve birbiri ardınca kazandığı başarılar sebebiyle geniş bir kitlenin nazarında kendisinin beklenen kurtarıcı olduğu yönünde bir algı yaratmıştır.
 
Yeni Şahkulu ihaneti
 
17 Aralık sürecinden bu yana cemaati kıyasıya eleştirmem, yeni bir Şahkulu ihanetiyle karşı karşıya olduğumuzu düşünmem sebebiyledir. Bu düşüncemin gerekçesi, yıllar yılı devletin kapısında besleme gibi yetişen ve kusursuz bir besleme tipolojisi sergileyen cemaatin son kertede, “Besledik büyüttük danayı, şimdi tanımaz anayı” sözünün fehvasınca hem kırk yıllık tarihinde kendisinden en fazla destek ve himaye gördüğü siyasi figürü sırtından hançerlemesi, hem de kendi millet ve devletine ihanet etmesi, bu arada sırf iktidar emeline kavuşmak için bütün dinî değerleri aşındırmakta hiçbir beis görmemesidir. İşbu düşünceye binaen yazıp çizdiklerimin Şiî-Sünnî savaşına benzer bir savaşın fitilini ateşlemek veya uzunca bir geçmişten bugüne kadar gelen Alevi-Sünnî gibi teolojik fay kırıklarına yeni bir kırık daha eklemek diye değerlendirilmesi pek isabetli değildir. Kaldı ki devletin anahtarı cemaat denen taşeron örgütün eline geçmesi halinde kuvvetle muhtemeldir ki kırılacak fay hattı bile kalmayacaktır.
 
İlhami Güler “İktidarlar genel olarak sevmese de ben, eleştirilerimi iktidara yaranmak için değil yardımcı olmak için yaptım; yaparım. Daha önce 28 Şubat sürecinde olduğu gibi, iki binli yılların başından itibaren de iktidar karşısında da Sayın Başbakan’ın repliği ile dik durdum; Ak Parti iktidarını hem siyasi ve fikri olarak destekledim, hem de eleştirdim” demektedir ki bu noktada Güler’in hakkını teslim etmek gerekir. Özellikle 28 Şubat sürecinde laikçi kesimin her fırsatta manipüle ettiği Atatürkçülükle ilgili eleştiri yazısı dik duruşun en güzel örneklerinden biridir. Ancak ben de kendi adıma söylemeliyim ki 26 Aralık’tan bugüne cemaat aleyhine yazdığım bir dizi yazı da hükümete yaranmak gibi süflî bir niyet ve maksada matuf değildir. Yine Güler’in yaranmak için değil, yardımcı olmak için iktidarı eleştirmesi gibi, ben de 17 Aralık sürecinden bir-iki yıl kadar önce yayımlanan Çağdaş İslam Düşüncesi ve Kur’ancılık adlı eserimde AK Parti’nin iktidar yıllarında yeniden güç kazanan Necip Fazılcı muhafazakârlığın giderek ürkütücü bir hâl almaya başladığı ve özellikle “tarihselcilik, modernistlik” gibi isimlerdirmelerle anılan ekolü zındıklıkla müradif saydığı yönünde uzun boylu tenkitte bulunmuş, bu arada muhafazakârlık baharının en çok cemaate yaradığını vurgulamışımdır.
 
Değerli dostum Güler’in “17 Aralık’tan sonraki süreçte İlahiyatçı akademisyenlerin tepkisizliğini sorgulamadan önce, hükümet üyelerinin, milletvekillerinin, bakanların ve bürokratların kahir ekseriyetinin manidar suskunluklarını sorgulamak gerekir. 17 Aralık’tan 30 Mart’a Cemaat aleyhindeki kampanyayı Sayın Başbakan’dan başka kim götürdü?” şeklindeki analizinin özellikle siyaset ve siyasetçi tarafına iştirak ettiğimi söylemeliyim. Bence siyasetçilerin suskunluğunu reel politiğin ince hesap, strateji, denge, ivaz, beklenti, korku gibi sayısız motivasyonla işleyen çapraşık ve karmaşık düzeni içerisinde izah etmek gerekir ve bu konuda Melih Gökçek’in itirafı fikir verebilir. Ancak AK Parti çatısı altındaki tanınmış siyasi figürlerden çok önemli bir kısmının 17 Aralık sürecinde ortalıktan kaybolup Başbakan’ı yalnız bırakmış olması cemaatin dinî değer ve sembolleri adeta mermi gibi kullandığı bir vasatta bizim de susmamızı veya olup bitenlere seyirci kalmamızı gerektirmez.    
Öte yandan, hükümet ve cemaat arasında yaşanan kavgada cemaati eleştirmek ne AK Parti’ye koşulsuz siyasi destek, ne de bu partiyi İslam ve İslamcılıkla özdeşleştirmek anlamına gelir. Tam bu noktada İslamcılığın reel politik düzlemde İslamcılık diye isimlendirilmediğini de belirtmek gerekir. Yasin Aktay’ın analiziyle, siyasal parti düzeyinde Milli Görüş olarak adlandırılan hareket, seksenli yıllardan Aralık 1995 seçimlerine kadar adil düzen tasavvuru üzerinden kendisini ifade etmiştir. Oysa bu tür ifade biçimlerinin İslamcılığı imleme ihtimalinin bile Türkiye’nin yakın geçmişinde partilerin kapanmasına sebep olduğu bilinmektedir. İşte böyle bir vasatta yasal bir parti olmaya karar veren AK Parti İslamcı bir nitelemeden ısrarla kaçınmaya gayret etmiştir. Buna karşılık hem sistem nezdinde meşru sayılan, hem de kendisiyle halk arasında, içerdiği anlam itibariyle özel bir mutabakat bulunan bir dil ve ifade biçimi olarak muhafazakârlığı ön plana çıkarmıştır. Türkiye’deki reel politiğin gereklerine harfiyen uymayı iktiza eden bu muhafazakâr söylem, bir hareketin kötü yola düşen bir elemanının kendini aileye layık görmemesi gibi bir tezkiye de içermektedir. AK Parti kendisinin İslamcı olmadığını söylemeye çalışmakla tüm politik tercih ve icraatlarından İslam’ın tenzih edilmesi gerektiğini ve aynı zamanda İslamcılığa yük olmama iradesini de belirtmek istemiştir.
 
Muhafazakar seçkincilik
 
Sırası gelmişken son yılların Türkiye’sinde İslamcılığın önemli ölçüde muhafazakârlığa evrilmesine de kısa bir bahis açmak gerekir. Bilindiği üzere mevcut siyasi iktidara yakınlığıyla bilinen bazı televizyon kanallarındaki dinî içerikli birçok programda sabah-akşam Mevlana güzellemesi yapılmaktadır. Bu durum muhafazakârlığın mistik karakterli bir İslam anlayışını terviç ve teşvik etmesiyle alakalıdır. Osmanlı tecrübesinde dinî kültürün tasavvuf ağırlıklı olması Anadolu ruhunun mistik bir din yarattığına inanılmasını sağlamış ve buna bağlı olarak Anadolu mistisizmi Türk hissiyatına en uygun din olarak algılanmıştır. Mevlana, Yunus, Şeyh Galip gibi isimlerin Türk muhafazakârlarınca sembol isimler olarak telakki edilmesi, özellikle Mevlevîliğin Anadolu İslam’ının ürettiği yüksek bir kültür olarak görülmesi bundan dolayıdır. Bir analize göre Kemalizm’in yaratmaya çalıştığı Batıcı ve seçkinci aydın sınıfına karşı Mevlevîlik kültürü, divan şiiri, tasavvuf musikisi ve aşk estetiği gibi kavramlar ekseninde muhafazakâr bir seçkincilik oluşturulmaya çalışılmıştır.
 
Son dönemin Türkiye’sinde dinî düşüncenin muhafazakârlık lehine ciddi bir dönüşüm geçirmesinin ve bu dönüşümün tahmin edilenden daha kolay ve rahat bir şekilde gerçekleşmesinin temel nedenlerinden biri Türk muhafazakârlığında din ve dinî değerleri pratik yaşam tarzını tamamlayan bir renk olarak araçsallaştırma damarının her zaman güçlü ve etkili olmasıdır. Türk tipi muhafazakârlıkta din hayatın birçok rengi arasında bir renk, bir estetik unsurdur. Yani din, kültürün cüz’i bir parçası ve kültürel bütünlüğün içinde bir dekor olarak güzeldir. Azı karar, fazlası zarardır.
 
Muhafazakârlık bahsini bir yana bırakıp sözü sonlandırmak gerekirse, bir İlahiyatçı akademisyen olarak bugün benim durduğum yer, ahlâkî ve vicdani muhasebeyle doğru olduğuna inandığım bir yerdir. Hükümete yakın birçok televizyon kanalında hâlen vetolu ve yasaklı olmama rağmen bugün böyle bir pozisyonda durmam, kendimce doğru bildiğimi hem çekinmeden hem de ödül ve taltif beklemeden açıkça söyleme prensibinden mütevellittir. Hükümet, cemaat ve İlahiyat konusuna dair son ifadelerimi içeren bu yazıyı yazma amacım ise çok değerli dostum İlhami Güler’le kıssatün lâ tentehî olmaya namzet bir polemik edebiyatı üretmek değil, müsâdeme-i efkârdan bârika-i hakikat doğmasını ümit etmektir.