Müslüman ülkeler güven indeksinde neden geride?

Prof. Dr. İskender Öksüz - Yazar
7.12.2013

Yalan, İslâmiyet’te çok ama çok ciddî bir günahtır. O kadar ki doğrunun cennete, yalanın cehenneme götüreceği ifade edilir. Bu kuvvetli yasak niçin kültürümüzde yok? Niçin biz de Müslüman ülkeler de Güven İndeksi’nde, Yolsuzluk İndeksi’nde diplerde geziniyoruz?


Müslüman ülkeler güven indeksinde neden geride?

İliştirilmiş”. Bu tabiri ilk defa Amerikanlar, Çöl Fırtınası harekâtında cephede görev yapan gazeteciler için kullandılar*. Amerikan gazetecilerinin sivil kıyafetlerle ortalıkta dolaşmalarından hoşlanmadılar, onlara üniforma giydirip birliklere “iliştirdiler”. Bizde de bir hayli zamandır siyasîlere ve bürokratlara iliştirilmiş “iş adamları” vardır. Bürokrat ve siyasi nereye, iş adamı oraya. Tayin İzmir’e mi, o da İzmir’dedir. Sonra Adana’ya mı? O da Adana’dadır... Ahmet Bey orman işlerine mi bakıyor? Bizim iş adamı derhal odun müteahhidi olur. Sonra Ahmet Bey denizciliğe tayin edilir. Aynı anda bizimkinin tersane işine girdiğini görürsünüz. 

Bunlar -belki de insafsız- anekdotlar. Anekdotla eğlenilir ama bilim yapılmaz. Bu işin bir ispatı, bir istatistiği yok mu? Rüşvetin belgesine ulaşamaz mıyız?

Ulaşılması gayetle kolay bir araştırma var. Dünyanın birçok ülkesinde her yıl “Uluslararası Şeffaflık (Transparency International)” denilen bir SKT, bürokrasilerdeki yolsuzluğu ölçüyor. Bu ölçmeleri, 0’dan 100’e değişen bir indekse vurup yayınlıyor. İnternet’te bulabilirsiniz. (Bu İnternet hakikaten başa bela!) İndeksin adı “Algılanan Yozlaşma İndeksi” veya “Algılanan Yolsuzluk İndeksi” diye tercüme edebileceğimiz “Corruption Perception Index”.  

Bu araştırmada halka, “Geçen bir yıl içinde ücretsiz almaya hakkınız olan bir kamu hizmetini alabilmek için rüşvet verdiniz mi?” gibi somut vakıaya dayanan sorular da yöneltiliyor. Fakat daha ziyade, “Rüşvet vermeden iş yapılamaz kanaatinde misiniz?”,  “Kanaatinizce bazı çıkar grupları kamu kaynaklarından haksız menfaat sağlamakta mıdır?” gibi kanaatler sorgulandığı için indeksin adında “Algılanan” vasıflandırması kullanılmış. Anketle yetinilmiyor. Uluslararası alanda iş yapan müesseselerden de bilgi toplanıyor. 

Müslüman yalan söyler mi?

Sonuçlar Güven İndeksi’ndekilere paralel. Ancak güven indeksi altmış küsur ülkede ölçülürken yolsuzluk indeksine 170’in üzerinde ülke dâhil. Biraz da bu sayede biz sonlarda kalmaktan kurtuluyoruz. Tepede, 80-90 puan arasında Danimarka, İsveç, Norveç ve Finlandiya yerlerini korumuş. Fakat yanlarına Yeni Zelanda, İsviçre gibi ülkeler eklenmiş. Türkiye 49 puanla Malezya ile Küba arasında 57. sırada yer alıyor. 49 geçer not değil. Türk memuru yolsuzluğa, hırsızlığa bulaşmaz... mı? Bütün diğer Türk Cumhuriyetleri de bizim arkamızda yer tutmuşlar. Müslüman rüşvet almaz, yetim hakkı yemez... mi? Bizim üstümüzde Müslüman ülke olarak Katar, Birleşik Arap Emirlikleri ve Brunei Sultanlığı var. Bunlar bağımsızlıklarına son elli yılda kavuşmuş, nüfuslarının toplamı İstanbul kadar üç ülke. Dünya Müslümanlarının hemen tamamı en rüşvetçi, yolsuzluğun en yaygın olduğu ülkeler arasında ve bizim de altımızda. Mısır, İran, Suudi Arabistan, Endonezya... Hep oradalar. Eski komünist ülkelerle birlikte rüşvetçiler ve kamu hırsızlarıyla birlikte oturuyorlar.

Yani? Müslümanlar rüşvetçi, nüfuz taciri de öbürleri mi namuslu? Hayır. Ahlâksızlığın dinden ve milliyetten büyük çapta bağımsız olduğunu görüyoruz. Bağlantı var. Ama dinle, milliyetle değil, kişi başına millî gelir ile ve gelir dağılımı ile. Güven indeksi hesapları için bu bağlantı (ilgileşim=korelasyon) hesaplanmış. Fert başına millî gelir arttıkça ve gelir dağılımı daha eşitlikçi hale geldikçe insanların bir birine güveni de artıyor. Gelir mi dürüstlüğe sebep oluyor, dürüstlük mü geliri arttırıyor... Yoksa her ikisine birlikte etki yapan üçüncü bir amil mi var? 

Benim kanaatimce doğru cevap sonuncusudur. Güven ve ahlâk bunalımı, tarımın hâkim olduğu eski ekonomiden endüstri ve bilginin hâkim olduğu yeni ekonomilere geçişe başlamış, fakat bu geçişi henüz tamamlamamış ülkelerde ortaya çıkıyor. Kır toplumunda sıkıntı yok. Köklü şehir toplumunda da. Problem ikisinin arasındaki, araftaki nüfustan kaynaklanıyor. Bugün artık gelişmişler dışında bütün dünya “araf”. Çünkü “eski cemiyet”in tek başına hâkimiyetini sürdürdüğü ülke pek kalmadı.

“Türk’üm Özür Dilerim” kitabımı okuyanlar hatırlamıştır. Bu yine Prof. Dr. Orhan Türkdoğan hocamızdan öğrendiğimiz “yoksulluk kültürü”... Belki daha doğrusu “yoksulluk kültürsüzlüğü”. Eski toplumda köyün de şehrin de oturmuş kültürü var. Cemiyetin kendi iç murakabesi var. Bütün bunlar en eski tarım toplumunda da, artık eski diyebileceğimiz sanayi toplumunda da en yeni bilgi veya malumat toplumunda da var. Cemiyetin iç murakabesinin olmadığı yer, bunların arasında kalan kesimler. Şehre gelmiş, fakat henüz şehirli olamamış insanlar. Mahalle baskısı her zaman kötü değil anlaşılan.

O halde gözlemimizin izahı şöyle: Kişi başına geliri yüksek ülkelerin oturmuş şehir toplumları var. Geçiş toplumlarında kişi başına gelir düşük, araf ahalisinin nüfusu yüksek. Geçiş toplumlarında eski ekonomide gelir düşük, yenisinde yüksek olduğundan bu vakıa da istatistiklere gelir dağılımında eşitsizlik olarak yansıyor. Gelir farkı ve gelir dağılımı farkı diye gördüğümüz sebebin sebebi var: Araf nüfusu farkı...

Geçen yazımda ele aldığım güvensizliğin ve bu yazıda incelenen yolsuzluğun önemli bir bileşeni, şüphesiz “yalan”dır. Yalan bu kadar yaygın olmasa Türkiye’nin güven notu bu kadar düşük olmazdı... Güven ve yolsuzlukta Müslüman ülkeler bu kadar kötü not aldığına göre herhalde Müslümanlıkta yalan büyük günahlardan değildir. Değil mi? 

On yıllar önce bir Arap arkadaşımı, bir Amerikalıya, şunu söylerken duydum, “Biliyorsun, ben Müslüman’ım, yalan söyleyemem.” Çok şaşırdım. Hani, “Ben Müslüman’ım, domuz eti yiyemem” der gibi söylüyordu ve benim geldiğim kültürde böyle kuvvetli bir ifadeye yer yoktu. Hoş, onun kültüründe de yoktu. Ama bunu söyleyeni yakından tanıyordum ve samimiyetinden emindim. Sebep oldu araştırdım... Yalan İslâmiyet’te çok ama çok ciddî bir günahtı. O kadar ki doğrunun cennete, yalanın cehenneme götüreceği ifade ediliyordu. 

Şimdi öldürücü soru şu: Bu kuvvetli yasak niçin kültürümüzde yoktu? Niçin biz de Müslüman ülkeler de Güven İndeksi’nde, Yolsuzluk İndeksi’nde diplerde geziniyorduk? Biz ne biçim Müslümanlardık ki sevaplara da günahlara da gayetle seçici yaklaşıyorduk? Düşünün ki güven sıralamasında sonlarda yer alan bizlerin ve yalnız bizlerin peygamberinin lâkabı “güvenilir”dir: Muhammed el-Emin! Bizler sözde ona benzemeye çalışırız. Fakat İskandinavlar’dan, İngilizler’den, Japonlar’dan ve neredeyse cümle OECD insanlarından daha az benzeriz!

Yalanın da cinsleri var. Sık karşılaşılan cinslerinden biri saldırgan ve pervasız yalan. O kadar pervasız ki, mesela böyle yalan söyleyen siyasi, yaptığı halde yapmadım derken saldırganlaşır: Biz bunu yapan şerefsizlerden değiliz! Sonra yaptığı meydana çıkınca bir an dahi duraklamadan aynı hızla yoluna devam eder ve ertesi gün başka bir konu için benzer beyanlarda bulunur: Biz şunu yapan şerefsizlerden de değiliz. Halbuki hem birinciyi, hem de ikinciyi yapan şerefsizlerdendir. Ama siyasetçidir ya. Yalan da şerefsizlik de ona mübahtır sanki.

Pervasız yalan icra suçu gibi bir şey. Bir de bildiği doğruyu, söylemesi gerektiği halde söylememek yalanı var. Bildiği yolsuzluğu açıklamamak. Hırsızlığı yapan “bizden” ise susmak... Bu da ihmal suçuna paralel.

Kabahatten büyük özür!

Nihayet doğrularda seçicilik bir başka yalan tarzı. Bir konudaki gerçeklerden işimize gelenleri bangır bangır söylerken gelmeyenlere karşı sessiz kalmak. Bunu daha çok muhalif ve muvafık klavye erbabı yapar. Muvafıksanız, iktidarın sevabı varsa yazılır. Günahı varsa susulur! Muhalifseniz tam tersi. Bir yerde sıkıştırıp sorsanız: Yahu senin tuttuğun o adamın hayatta hiç mi hatası olmadı? Şöyle cevap verecektir: “Şimdi sırası mı? Düşmana cephane vermeyelim.” Ne derse desin yalancıdır. Ahlâklı değildir.

Psödo bilimde bu çok yaygın. Ortaya bir iddia atarsınız. Sonra o iddiayı destekleyen bütün delilleri ard arda sıralar ve dinleyicinizi- okuyucunuzu ikna edersiniz. Buraya kadar mesele yok. Yalancılığınız, bildiğiniz halde dillendirmediğiniz delillerdir. İddianızı zayıflatan, geçersiz kılan delilleri söylemezsiniz. Buna yakın zamanda Cumhurbaşkanlığı’ndan ödül alan Daron Acemoğlu’nun Osmanlı’ya aşağılayıcı yaklaşımı karşısında, kendi tabirlerini kullanarak “istihraççı (extractive) bilim” demiştim. Bir sürü farklı vaka dururken, sadece sizi destekleyenleri bir maden gibi çıkarıp “bu gerçeğin hepsidir” diye takdim etmek.

Anglosakson hukukunda mahkemede  “Doğruyu söyleyeceğime” diye yemin edilmez. “Doğruyu, doğrunun hepsini söyleyeceğime ve doğru dışında hiçbir şeyi söylemeyeceğime” diye edilir. Keşke siyasilerimiz de siyaset yapan klavye erbabımız da bu yemin doğrultusunda davranabilseler. 

Belki hatırlarsınız, Amerikan Başkanı William (Bill) Clinton için azil süreci başlatılmıştı. Konu, başkanın, Beyaz Saray stajyeri Monica Lewinsky ile oynaşmasıydı. Oynaştığı için mi azli istenmişti? Hayır. Olay kendisine sorulduğunda, “hayır yapmadım” cevabını verdiği için. Başkanın çapkınlığı kendisini ve ailesini ilgilendiriyordu. Fakat halka yalan söylemesi... Mahkemede yalan söylemesi... Yukarıdaki Anglosakson yeminini etmişken yalan söylemesi! İşte bunlar ciddî ihlallerdi. Azle kadar gidebilecek suçlar. Temsilciler meclisi, yani ABD’nin asıl karar mercii azil kararı aldı. Clinton Amerikan tarihinde meclisin azil kararı aldığı ikinci başkandır. Fakat kararın icraya konabilmesi için Senato’nun 2/3 ile onayı gerekiyordu. Bu çoğunluk sağlanamadı ve Clinton azilden kurtuldu. 

Dönelim öldürücü soruya: Müslüman ülkeler güvende ve yolsuzlukta nasıl oluyor da sınıfta kalıyor?

İnsanların ahlâksızlıklarını kendi kendilerine nasıl izah ettiklerini tahmin kolay değil ama muhtemelen şöyle rahatlıyorlar: Yalan harp halinde, düşmana karşı mubahtır.  Demek ki ahlâksız Müslüman sizi kazıklamakla kalmıyor, içinden sizi bir de kâfir ilan ediyor. Ülkesini soyuyorsa, ülkesinin “darülharp”, yani küfür ve şirk ülkesi olduğuna inanması lâzım. Götürülecek mal büyükse buna da ikna oluveriyor.

Bunlar kabahatten büyük özürler. 

Benim daha farklı bir cevabım var. Ta baştaki soru neydi: Bir insan nasıl hem sosyalist hem rüşvetçi, yalancı, hırsız, v. s. olabilir? “Sosyalist” yerine “liberal”, “milliyetçi”, “Müslüman”, “sağcı”, “solcu”, velhasıl insanların değer atfettikleri herhangi bir sıfatı koyabilirsiniz. Veya şerefli yüksek makamları. Başkan, v. s... Benim cevabım şu: Bir insan yalancı ise bütün diğer sıfatlar bu sıfatın altında kalır. O artık en evvel ve her şeyden evvel yalancıdır. Rüşvetçi ise, hırsız ise de artık sadece bu sıfatlarla anılmalıdır. Diğerlerinden vazgeçmiştir; diğer rütbelerinin tamamı sökülmüştür.

[email protected]

*İngilizcede kullanılan kelime “iliştirilmiş”ten daha kuvvetli, “embedded”dir; gömülmüş, çakılmış anlamlarına daha yakındır; fakat bizim basın “iliştirilmiş”i tercih etti.