Müslümanca düşünmeyi yeniden keşfetmek

Dr. Celal Fedai / Şair - Yazar
1.12.2018

Türkiye’de İslamcılar, Batılıların,  Müslümanca düşünme ve yaşamayı siyasî bir proje olarak resmedip insanların ondan uzak durmalarına bir çözüm üretemediler. Bu nedenle de dünya üzerinde hakkını aramak için mücadele eden her Müslüman, ‘cihatçı’ olarak resmedilip yaftalandı. ‘Cihatçı’ dediklerini Müslümanların arasını açmak için var eden yine Batı’ydı. Aynı Batı, Hıristiyanlık maskesine soktuğu emperyalizmini dünyanın her yanına yaymaktan geri kalmıyordu.


Müslümanca düşünmeyi yeniden keşfetmek

Geçtiğimiz yüzyılın ilk yarısında Avrupa Birliği idealinin gerçekleşmesi için gayret gösterenlerden biri de André Maurois’ydı. Belçikalı Émile Verhaeren, Alman Stefan Zweig, Fransız Romain Rolland ile birlikte Maurois da Avrupa Birliği ideali için yanıp tutuşmaktaydı. Zweig, bilindiği gibi bu aşkla, Avrupa’yı Avrupa yapan değerleri, kişilikleri bir bir kaleme almıştır. Rotterdamlı Erasmus’tan Tolstoy’un ünlü bir yorumcusu olan Romain Rolland’a kadar pek çok Avrupalı kişilik onun kaleminden aktüel kılınmıştır. Zweig bunu niçin yapıyordu? Romain Rolland, Tolstoy’u yazarken niçin yapıyorsa aynı nedenle. Maurois, İngiliz romantik şairi Shelley’in yaşamını Ariel adıyla neden romanlaştırmış ise aynı nedenle. Bu neden, daima Avrupa birliği idealiydi. Ünlü Amerikalı eleştirmen Harold Bloom’un “Batı Kanonu” dediği şeyin siyasî yüzü için yani. Bu birlik, kültürel alanda yaşatıldı öncelikle. Siyasî birlik, daha sonra kendiliğinden geldi. Yüzyıl önce Avrupa kültürü için ABD’nin bir imkândan çok tehlike olduğunu söyleyen Hermann Hesse ve uzun bir zamanını ABD’de geçirmesine karşın ömrünün ahirinde Avrupa’sına dönen Thomas Mann’ı da bu isimlere katarak şunu söyleyelim: Türkiye bir Türk Kanonu’ndan söz açamadıkça dünyada bundan sonra Avrupa birliği ideali de tehlike altındadır. Zira dünya umulmadık şekilde değişmektedir. Avrupa kültürü de merkezi değişkenlik gösteren büyük bir yıkıcı hareketle karşı karşıyadır. Dünyada insan nesli ilk defa bu denli küresel çapta bir tehdit altındadır. Bu tehdit, insanları biyolojik birer yaratık haline dönüştürerek var oluşlarından temelli koparan, adını şöyle ya da böyle koymanın hiçbir şey ifade etmeyeceği şeytani bir ideolojidir. 

Bulanıklaşan mahiyet 

Avrupa kültürü de dâhil tüm kültürler birer birer yok olmakta, küresel çapta bir yozluk tüm yeryüzüne yayılmaktadır. Bugüne dek Avrupalılar bu yozluğu kendileri kontrol ettikleri için bir tehlike olarak görmediler. Zaten dünyanın diğer kültürlerini bizzat kendileri yok etmekteydiler. Şimdi tehlike onların da kapısına dayandı. Tüm bu süreçler boyunca Türk kültürü, büyük yaralar almasına rağmen umulmadık şekilde hayatını sürdürdü. Can havli haline gelince barındırdığı hayatiyeti de gösterdi. Fakat Türkiye’de nesiller nesilleri takip etmekte artık iyiden iyiye zorlanıyor. Can havli geçip de normalleşme başlayınca sıkı kişiliklerle yürüyen gayretler yerini muhterislerin Şark kurnazlıklarına bırakıyor. 15 Temmuz’un insanımızda yarattığı ateşi bir düşünelim… Fransız İhtilalı’nın fevkinde olan bu ateş de ne yazık ki Fransız İhtilali’nin yaşadıklarını yaşıyor. Mahiyeti bulanıklaşıyor. Fransız İhtilali sonrası oluşturulan “Halk Güvenliği Komitesi”, ihtilalin önemini hep canlı tutmak için yapılacakları listelerken “vasatın kolay ve çok tercih edilmiş yolu”ndan kaçınılmasını istemişti. Kolayına yazılmış şiirler, konuşmalar, tiyatrolar ve bunlarla parlamayı seçen tiplerin fayda değil zarar doğuracağını biliyorlardı. Halkın doğal gücüyle başlayan bir hareket, hırslı ve vasat kişiler elinde şahsî menfaate dönüşsün istenmiyordu. Fransa bu noktada Fransız halkının İlyada’sını yazacak entelektüellerine, şairlerine, sanatçılarına, varlığını Batı Kanonu içinde arayan Fransız Kanonu’na güveniyordu. Peki ya Türkiye? Türkiye, bu noktada kime güvenecek? Milletimiz, yine bir can havliyle yapacağını yapmıştır. Ancak tüm dünyayı saran, yukarıda sözünü ettiğimiz yozlaşma, gençlerimizi bir yörüngede hareket etmekten alıkoymaktadır. Şu halde bir Türk Kanonu’ndan söz edeceksek o canlı mıdır? Bunun Müslümanca düşünmekle arasındaki hayatî bağ nerededir? 

Mütecanis kültür 

André Maurois, Shelley hakkında yazdığı romanı Ariel’de şairin aldığı sıkı eğitimden bahsederken şöyle bir hadise anlatır. İngiliz parlamentosunda siyasîlerden biri, Enéide’in bir mısraının ortasında duralar, liberalleriyle muhafazakârlarıyla tüm meclis birden ayağa kalkıp mısraı tamamlar. Maurois bu durumu şu ibretlik tespitle sunar: “İste mütecanis kültüre güzel bir misal.” Türkiye’de maalesef böyle “mütecanis” bir kültür oluşturmak idealine sahip olamıyoruz. Eskimiş gibi görülen “mütecanis” kelimesi çok şey söylüyor bugün bizim için. Sözlüklerin “homojen”, “bağdaşık” gibi karşılıklar bulduğu bu kelime ile ifade edilen şey, milleti oluşturan bireylerin ortak metinlerden beslenmesi ve farklı yollar tutsalar da aynı ideal için gayret etmesidir. İngiltere gibi ülkelerde bu durum, liberal olma ile muhafazakâr olma arasındaki ince bir zihniyet farkına dayanır. Zamanla fark açılsa ve anlaşmazlıklar artsa da neticede İngiltere’nin yüksek çıkarları her şeyin üstündedir ve orada birleşilir. Avrupa ülkeleri I. ve II. Paylaşım Savaşları sonrasında ulaştıkları birleşmiş Avrupa idealini canlı tutmak için, yani mütecanis bir Avrupa için, Batı Kanonu’nu en aktif şekilde kullanırlar. Rotterdamlı Erasmus’un şemsiyesi altında yürüttükleri üniversite öğrencilerinin hareketliliğinden tutun da milyonlarca insanın takip ettiği spor müsabakalarına kadar her alanda “mütecanis bir Avrupa” hedefini korurlar. Türkiye böyle bir hedefe yöneldiğindeyse derhal rahatsız olurlar. “Mütecanis bir Türkiye” onların gözünde bakmak istemedikleri bir aynadır. 

Türkiye, kendini o aynada nasıl görmektedir? Kanımca bizim sorunumuz buradadır… Türk Kanonu, bin yıldır bu topraklarda “Müslümanca düşünmek ve yaşamak” etrafında şekillenmiştir. Bu düşünceyi Maveraünnehr’den buraya getirenler burada her gördükleri yenilikle kendilerini tazelemiş, eksikliklerini gidermiş ve geliştirmişlerdir. Ancak bu demek değildir ki Türkiye bir “mozaik”tir. ABD, kendisinin bir mozaik ya da başka bir ifade ile bir “Amerikan salatası” olduğunu söylemeyi terk edeli çok olmuşken Türkiye, mütecanis bir ülke olmaktan niçin geri durmaktadır? Bu soruya “evet, durmamalı” cevabını verecek olan İslamcıların, Türkçülerin, Kürtçülerin, laiklerin ayrı ayrı ve müşterek yanılgıları vardır. İslamcılık, Türkiye’de Müslümanca düşünmek ve yaşamanın, İslam’ı siyasî bir proje olarak görmeyenlerin harcı olmadığını vurguladıkça, Türkiye’nin geri kalanı ile arasını açmıştır. İslamcılığın, Müslümanca düşünmek ve yaşamanın önüne geçemeyeceği ve Selçuklu ile Osmanlı geçmişi olan bir millet için İslamcılığın, modernist marazlarından arındırılmak suretiyle bile olsa Türk Kanonu’nun ancak bir parçası olabileceği gerçeği, her nedense bir türü görülememektedir. İslamcılık, Müslümanca düşünmek ve yaşamanın önüne geçtiği anda Müslümanca düşünen ancak yaşantısı itibariyle kusurları olanları, kendinden uzaklaştırmaya başlar. Nitekim olan da budur. Türkçüler, Türklerin tarihi rollerinin Müslüman olmadan önce de sonra da kendilerini başka milletlerden üstün değil onların varlığının sorumlusu olarak gördükleri gerçeğini kavramak yerine kolaya kaçmışlar ve bir reaksiyon ideolojisi oluşturmuşlardır. Bu da onları tarihi realitenin dışında bir fantezi dünyasında pasif kılmıştır. Kürtçülerin reaksiyon ideolojilerinin oluşumunun ise kader birliği etmelerine tarihin tek başına şahitliğinin yeteceği Türklere karşı uyanması düşündürücüdür. Besbelli ki bunun da tarihî bir karşılığı yoktur. Aynı şey Araplar için de söz konusudur. İşte bu yüzden tam 200 yıl Arap aşiret reislerine, onları Türklerden koparmak için maaş bağlayan İngilizlerin, parlamentolarında İtalyan şairi Virjil’in Enéide’ini bir ağızdan söylemelerini hepimizin aklında tutması gerekir. Maalesef Müslümanlar, eksikleriyle gedikleriyle, farklılıklarıyla benzerlikleriyle Müslümanca düşünmek ve yaşamakta birleşmek yerine Batılıların kolayca manipüle edebildikleri İslamcılık, Türkçülük, Kürtçülük, laiklik gibi ideolojilerle paramparça edilmişlerdir. 

Türk devlet idesi 

Müslümanca düşünmek, Müslümanca yaşamakta kusurları, eksikleri olanlarımızın bile reddetmeyeceği, tarihî bir vazife olduğu kadar erdemi tarihçe tescil edilmiş insanî bir haldir. Tarih, bu hali yaşayanların insanlığın adil bir ömür sürmesine katkılarını yazmakla bitirememektedir. Ne yazık ki Türkiye’de İslamcılar, Batılıların,  Müslümanca düşünme ve yaşamayı siyasî bir proje olarak resmedip insanların ondan uzak durmalarına bir çözüm üretemediler. Bu nedenle de dünya üzerinde hakkını aramak için mücadele eden her Müslüman, “cihatçı” olarak resmedilip yaftalandı. “Cihatçı” dediklerini Müslümanların arasını açmak için var eden yine Batı’ydı. Aynı Batı, Hıristiyanlık maskesine soktuğu emperyalizmini dünyanın her yanına yaymaktan geri kalmıyordu. Bugün Evanjelik Pinkster hareketinin dünyanın her yanında 400 milyondan fazla taraftarı olduğu tahmin edilmektedir. Müslümanca düşünmekten uzak kalan laiklere, hiç olmazsa anlayabilecek kadar dünyevileşmemiş olanlarına, bunu anlatmanın bir yolu olsa gerektir. Tıpkı aynı dünyevileşmeden geçmemiş İslamcılara, Türkçülere, Kürtçülere anlatmanın bir yolunu bulmanın gereği gibi… 

Türkler, Kürtler, Araplar parlamentolarında kendilerini mütecanis kılan hangi şiiri terennüm etmektedirler bugün? Türkiye, bu hususla ilgili elinden geleni yapmaktadır. Ama asıl yapılması gereken Türkiye’nin kendi içindedir. Zira Türk Kanonu, Müslümanca yaşantısı eksik olsa da Müslümanca düşünen herkesi, hatta Müslüman olmayanları da kucaklayacak kadar olgunlaşmış bir İslam tasavvuruna sahiptir. Bu tasavvur, Kutadgu Bilig’de İslam’la mayalanmış Türk devlet idesidir. Yunus Emre, Mevlana, Nasreddin Hoca, Hacı Bektaş-ı Veli, Somuncu Baba, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal, Fuzulî, Nef’î, Mimar Sinan, Itrî, Dede Efendi gibi pek çok güzideyi içerir. Maalesef biz bu güzideleri yaşadığımız zamanda aktüel kılamamaktayız. Bu isimler hakkında konferans düzenleyince sanıyoruz ki gençlerimiz onlara yaklaşacak. Bunun yolu bu değildir. Türk Kanonu’nun yaşanan zamandaki kişiliklerini aktüel kılmak elzemdir. Maalesef Türkiye’de kültür, tüm dünya kültürünü yozlaştıran postmodern popüler kültürün tahakkümü altında can çekişmektedir. Bu popüler kültür, eski zamanların popüler kültürü gibi de masum değildir. Zira insanları birer tüketim nesnesi gibi görmekte ve dünyevilikten başkasına yollamamaktadır. Ondan Türk Kanonu’na gitmek mümkün olmadığı gibi Müslümanca düşünmeye ve yaşamaya da yol almak da mümkün değildir. Bugün Türkiye kadar Avrupa kültürü de bu konuda acziyet içindedir. Avrupa kültürü, ABD menşeli gördüğü bu asimetrik yoz kültüre karşı uyanış halindedir. Türkiye ise Müslümanca düşünmenin önündeki tüm engellerle birlikte bu hususu da aşmak zorundadır. Türk Kanonu, tek şey söyler: Doğru yaşayan doğrulur… 

 @CelaliFedai