Müslümanlar, Museviler ve Batı’da çok kültürcülüğün krizi

Doç. Dr. Şener Aktürk / Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi
11.02.2017

ABD’de Demokrat Parti dahil, Avrupa’da sol liberallerin yüzeysel birçok kültürcü söyleme paralel olarak Müslüman azınlığa karşı bir sosyal mühendislik projesini tercih ettiğini (ABD’nin himaye ederek büyüttüğü FETÖ bunun sadece bir örneği), oysa sağ muhafazakar partilerin daha açık şekilde Müslüman karşıtlığına yöneldiğini söylemek mümkün. Böylesi yüzeysel ve sosyal mühendislik hevesli birçok kültürcülüğün düşüşe geçmesinin şayet iyi bir sonucu olacaksa bu da, Müslümanları, Musevileri, Hinduları, ve diğer azınlıkları, oldukları gibi kabul eden ve dönüştürme hevesi olmaksızın ‘hoş gören’ daha sahici bir çok kültürcülüğün inşasına imkan sağlaması olabilir.


Müslümanlar, Museviler ve Batı’da çok kültürcülüğün krizi

Bugün “Batı medeniyeti” olarak bilinen kimliğin çıkış noktası, 16. yüzyılın başı itibarıyla Katolik Hıristiyanların hakim olduğu coğrafyadır. Amerika, Afrika ve Okyanusya’da da Batılı yerleşimciler aracılığıyla yeni toplumlar inşa eden ve modern dünyaya şeklini veren tüm denizaşırı imparatorluklar (İspanya, Portekiz, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika, Almanya ve İtalya) bu coğrafyadan çıkmıştır.

Bu coğrafyanın ayırt edici özelliklerinden biri 1500 yılı itibarıyla tüm toplumun tek din (Hıristiyan), tek mezhep (Katolik) ve tek kiliseye (Vatikan) mensup olmasının sağlanmasıdır . Böylesi bir dini, mezhepsel ve kurumsal türdeşlik, o döneme dek dünyanın hiçbir bölgesinde görülmemiş olması açısından emsalsizdir. Elbette Batı dışı bölgelerde de hakim hanedan ve seçkinler belli bir din veya mezhebe mensup, yöneticilerin mezhebi de o düzende ayrıcalıklı konumdaydı. Romanov yönetiminde Ortodoks Hıristiyanlığın, Osmanlılarda Sünni İslam’ın ayrıcalıklı oluşu gibi. Fakat hanedanın yönettiği tüm halk(ların)ın aynı din ve mezhebe mensup olması, üstelik bu durumun sadece bir hanedan/krallık ile sınırlı kalmayıp, 1500 yılı itibarıyla Portekiz’den Fransa’ya, İngiltere’den Sicilya’ya kadar Katolik Hıristiyan mezhepli hanedanların yönetimindeki tüm Batı Avrupa’da böyle olması, emsalsiz bir gelişmedir. Müslüman hanedanlar arasında benzer bir çabaya girişen nadir bir örnek olarak Safevi tarikatı lideri Şah İsmail’in yönetimindeki tüm halkı Şii mezhebinin belli bir yorumunu kabul etmeye zorlaması akla geliyor. Fakat genel olarak Müslüman hanedanlar (Osmanlı, Memlük, Babür, vs.), Doğu Hıristiyan mezheplerini benimsemiş hanedanlar (Romanov, Habeş hanedanları, vs.) veya Doğu Asya ve Afrika gibi dünyanın diğer bölgelerinde hüküm süren hanedanların yönetiminde böylesine bir dini ve mezhepsel türdeşliğin zorla oluşturulduğu pek görülmemektedir. Müslüman veya Ortodoks hanedanların yönetiminde görülen cami, kilise ve sinagogların cemaatleriyle birlikte varlığını, 1500 yılı itibarıyla hiçbir Batı Avrupa ülkesinde göremiyoruz. Museviler 1290’da İngiltere’den, 1492’de İspanya’dan, 1010, 1182, 1306 ve son kez 1394’de Fransa’dan kovulmuştu. Müslümanlar ve hatta kamusal alanda Katolik olmuş gizli Müslüman Morisko’lar dahi İspanya ve Portekiz’den kovulmuş, güney Fransa’da Müslüman Fraxinetum yok edilmiş, İtalya ve Sicilya’daki Müslümanlar da Katolik olmak, tehcir edilmek, köle olarak satılmak veya öldürülmek arasında tercihe zorlanmıştı.

Mezhepsel tekelin kırılması: Laiklik ve Protestanlık

Günümüzde Batı’da çokkültürcülük üzerine bir yazıda böylesine bir tarihsel arka planı hatırlatmak yararlı olabilir. Martin Luther’in Protestan Reformu’nu başlattığı 1517’de, Lizbon’dan Londra’ya, Paris’ten Palermo’ya kadar tüm Batı Avrupa’da sadece Hıristiyan ve sadece Katoliklerden oluşan dini ve mezhepsel anlamda emsalsiz bir türdeşlik hüküm sürüyordu. Protestanlık, Katolik mezhebinin tekelini kırmış olsa bile, başlangıçta sadece farklı Protestan kiliselerine yer açan Hıristiyanlarla sınırlı bir çoğulculuğu sağlamış oldu, yoksa Musevi ve Müslümanlara yer açmadı. Protestanlık esasen bir köktendinci hareket olarak elbette Katoliklerden daha hakiki Hıristiyanlar oldukları iddiasıyla yol aldı ve Orta Avrupa’nın üçte birinin öldüğü söylenen Otuz Yıl Savaşları bu Katolik-Protestan fay hattında gerçekleşti. Fakat Protestanlar farklı kiliselere mensup oldukları ve Katolikler gibi hatasız kabul edilen bir dini öndere (Papa) ve onun yerküreyi kuşatan hiyerarşik örgütlü kilisesine tabi olmadıkları için, zaman içinde İngiltere, Hollanda ve ABD gibi Protestanların güçlü oldukları coğrafyalarda Musevilik de kamusal alanda kendine yer bulabildi. Katoliklerin nüfustaki ezici çoğunluklarını koruduğu Fransa ve İtalya gibi ülkelerde ise esas mücadele değişik Hıristiyan mezhepleri arasında değil, Katolik Kilisesi ile agnostik, ateist, deist ve kilise hiyerarşisini reddeden bağlantısız Hıristiyanlardan oluşan geniş bir koalisyon arasında cereyan etti ve laiklik “dini otoriteden özgürlük” veya “dindışı yaşam tarzlarının özgürlüğü” olarak şekillendi. Dolayısıyla, Protestan egemen coğrafyada (mesela ABD veya İngiltere) laiklikten kasıt değişik mezhep ve dindarlıkların (Katolik, Protestan ve Musevi gibi) özgürlüğü iken, Katolik egemen coğrafyada (mesela Fransa veya İtalya gibi) laiklik, Katolik kilisesine alternatif olarak, dinsiz ve dindışı kimliklerin özgürlüğü olarak anlaşılır oldu. Dolayısıyla Katolik egemen coğrafyada ortaya çıkan laiklik anlayışında, Müslümanlar dahil farklı din ve mezheplere hoşgörü son derece sınırlı kaldı. Çok kültürcülük kavramının ve somut uygulamalarının ABD, Avustralya, İngiltere, İskandinav ülkeleri, Hollanda ve Kanada gibi Protestanlığın güçlü olduğu ülkelerde ortaya çıkması doğrudan bu tarihsel gelişim çizgisinin bir sonucudur diye düşünüyorum.

Çok kültürcülüğün imtihanı: Museviler ve Müslümanlar

Çok kültürcülüğün esas imtihanı Musevi ve Müslüman dindarlığıyla karşılaşmasıdır. Dindar Museviler bir yana, asimile olmuş Yahudiler dahi pek çok Avrupa ülkesinde resmi ayrımcılığa ve hatta katliamlara ve soykırıma uğramıştır. Siyonizmin başlıca ideoloğu Theodor Herzl’ın ileri derecede asimile olmuş bir Yahudi olduğu halde (mesela 1891’de doğan oğlunu sünnet dahi ettirmemiştir) eşit vatandaş olarak kabul edilmedikleri ve sistematik ayrımcılığa uğradıkları iddiasıyla Yahudi Devleti (Judenstaat) adlı meşhur eserini yazmış olması manidardır. Kısacası, Yahudi Soykırımı’nda en uç noktasında gözlendiği üzere Avrupa 1940’lar itibarıyla kalan son gayri-Hıristiyan azınlığı da yok etmek suretiyle çok kültürcülük imtihanını kaybetmişti. 20. yüzyılın son çeyreğinde, gerek Bask, Katalan, Flaman gibi etnik ve dilsel toplulukların talepleriyle, gerekse Aborijin, İnuit ve Sami gibi binlerce yıllık yerli halkların kültürel talepleriyle, çok kültürcü toplum tartışmalarının fitili ateşlendi. Bazı Batı devletleri birden fazla dili veya Samiler gibi kutup halklarının geleneksel hayat tarzını “hoş görmek” konusunda mesafe kaydetmiş olsa da, Müslümanlar başta olmak üzere farklı dindarlık ve ibadet pratiklerini hoş görmek konusunda yine sınıfta kaldı denilebilir. Söylem düzeyinde hayli yaygın olan İslam karşıtlığından çok daha kritik olan başlıca sorun, helal et, başörtüsü, sünnet, ezan ve minare yasağı gibi örneklerde görüldüğü üzere, bazı Avrupa ülkelerinde hukuki çerçevenin, Müslümanların dini vecibelerini yerine getirmesini çok zorlaştıracak ve hatta imkansızlaştıracak derecede daraltılmış olmasıdır. 

Aşağıdan yukarıya yükselen sağ popülist İslamofobik dalga, Trump örneğinde olduğu gibi, Müslüman karşıtı bazı kararnamelere ve hatta İsviçre’de olduğu gibi anayasanın minareleri yasaklayacak şekilde değiştirilmesine sebep olabilir. Fakat belki daha da kötü olanı, böylesi krizlerde dini özgürlükler adına devreye girmesi beklenen liberal demokratik ve solcu geleneğin, bazı durumlarda tam tersine ayrımcılığı meşrulaştıracak düşünsel altyapıyı sağlıyor olmasıdır. Örneğin çoğu dini geleneğin ilkesel olarak destek vereceği “hayvan hakları” söylemi, Batı merkezli bir içtihat sayesinde Müslüman ve Musevi dindarların günlük hayatını doğrudan etkileyen bir konuda, dini usullere göre hayvanların kurban edilmesini yasaklamakta ve böylece helal veya koşer et temin edilmesini imkansız hale getirmekte kullanılmaktadır. Bunun gibi, yine çoğu dini geleneğin ilkesel olarak destek vereceği “çocuk hakları” ve “vücut bütünlüğünün korunması” söylemi, Musevi ve Müslümanların kadim sünnet geleneğinin yasaklanmasının meşrulaştırılmasında kullanılmıştır. Kamu hizmetinin tarafsızlığı ilkesinin başörtüsü, kippa, takke, Sihlere özgür sarık gibi çoğu Batı Hıristiyanlığı dışında kalan dini kisveleri yasaklamak için kullanıldığını da ekleyebiliriz. Kısacası, evrensel ve tarafsız olarak yorumlanması mümkün olan bazı ilkeler, Müslümanlar başta olmak üzere dini azınlıkların yaşam alanını daraltmak üzere araçsallaştırılmıştır. Bu ilkelerin İslamofobik bir doğrultuda araçsallaştırılmasının failinin de, sağ popülistlerden ziyade sol ve liberal seçkinler olduğunu vurgulamakta fayda var.

Seçkinci çok kültürcülük

İçerdiği böylesi açık ve örtük dini ayrımcılığa rağmen, seçkinci çok kültürcülük, tabandan gelen sağ popülist dalganın tazyikiyle, ABD, Hollanda ve Kanada gibi en kuvvetli olduğu Batı ülkelerinde dahi çökertiliyor. Neoliberal ekonomi politikalarının sonucu artan ekonomik eşitsizlik ve ‘sokaktaki Hıristiyan-kökenli’nin seçkinlere tepkisi, çok kültürcülük fikrini de hedef alıyor. Oysa uygulandığı haliyle bu çok kültürcülük, Müslüman azınlıkların içinde de ancak bir azınlık olan sol liberal kesime yönelik kısmi bir hoşgörüyü içeriyordu. Dindar muhafazakar Müslümanlar, İngiltere gibi istisnai birkaç örnek dışında, Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da en yoğun olarak yaşadıkları büyük ülkelerde siyaseten temsil edilmiyor. Nispi temsil sisteminin uygulandığı ülkelerde milletvekili aday listeleri büyük ölçüde parti yönetimi tarafından belirlendiği için, Müslüman azınlık içinde temsil gücü olanlardan ziyade, parti liderliğinin ideolojik sebeplerle tercih ettiği profile sahip Müslüman kökenli kişiler ancak milletvekili seçilebiliyor. ABD’de Demokrat Parti dahil, Avrupa’da sol liberallerin yüzeysel bir çok kültürcü söyleme paralel olarak Müslüman azınlığa karşı bir sosyal mühendislik projesini tercih ettiğini (ABD’nin himaye ederek büyüttüğü FETÖ bunun sadece bir örneği), oysa sağ muhafazakar partilerin daha açık şekilde Müslüman karşıtlığına yöneldiğini söylemek mümkün. Böylesi yüzeysel ve sosyal mühendislik hevesli bir çok kültürcülüğün düşüşe geçmesinin şayet iyi bir sonucu olacaksa bu da, Müslümanları, Musevileri, Hinduları, ve diğer azınlıkları, oldukları gibi kabul eden ve dönüştürme hevesi olmaksızın ‘hoş gören’ daha sahici bir çok kültürcülüğün inşasına imkan sağlaması olabilir.

[email protected]