Mutlu adamın intiharı

Erol Erdoğan/ Sosyolog - Yazar
3.01.2015

İnsan eksiliyor, anlam azalıyor, manevi olan çevremizden uzaklaşıyor. Bütün bu eksilmeleri telafi etmek için dört elle sarıldığımız sosyal sorumluluk projeleri, insanın somut yaşam gereksinimlerini belli ölçülerde karşılaşa bile yalnızlığını bitiremiyor. Bunun için kimse çocuklarından ve torunlarından intihar, antideprasan, bağımlılık yapan madde kullanımı noktasında emin olmamalıdır. Kabul edelim ki, yalnızlık çağının insanları olarak hiç birimiz intihara uzak değiliz.


Mutlu adamın intiharı

Erol Erdoğan/ Sosyolog - Yazar

Türkiye kamuoyunu sarsan sıra dışı intiharı üzerinden fazla zaman geçmemesine rağmen Mehmet Pişkin unutuldu diyebiliriz. Muhtemelen bir süre sonra ismini hatırlamakta zorlanacağız. Hâlbuki intihar notunu içeren video, sosyal medyanın en çok paylaşılanları arasına girmişti. 
 
Pişkin’in video kaydında yer alan ifadeler üzerinden toplumda başlayan derinlikli intihar tartışması da devam ettirilemedi. Çünkü hepimizin çok işi var; yüzlerce konuya daha ‘konuşuldu’ etiketi yapıştırıp kenara koymamız gerekiyor. Hep böyle oluyor; duyarlı olmamız gereken konulara kulak kabarttıktan bir süre sonrahızlıca günlük telaşelerimize dalıyoruz ya da yeni bir konuyu tartışmaya başlıyoruz. 
 
Mehmet Pişkin’in ölümünden sonra intihar meselesi ilginç bir mevzu haline dönüştü benim için. Çünkü toplumdaki genel kanaat, intiharın huzursuzluk ve tatminsizlik sonucu ortaya çıkan ve iman eden birisinin kesinlikle başvurmayacağı bir sapma ve kriz olduğu şeklinde. Oysa imanlı değilse de sağlıklı, neşeli, varlıklı, istediğini elde edebilen bir adam intihar etmişti. Tebessüm ederek intihara giden bir insan vardı karşımızda. 
 
İntihar notunda şöyle demişti Mehmet Pişkin: “Merhabalar, bu sabah hayatıma son veriyorum. İntihar notu olarak dandik bir video bırakıyorum. Hayatıma güzellik ve ilham katan herkese teşekkür ederim. İyi bakın kendinize.”
 
Pişkin, ayrıca, intihar için hamile olan bir arkadaşının doğum yapmasını beklediğini söylüyordu. İlginç bir naiflik, değil mi? Adam intihar etmeye karar veriyor ama sevdiği birinin doğumundan sonra bunu uygulamak için tehir ediyor. Konuşmasının bir yerinde de ‘Çok güzel bir hayat yaşadım’ diyordu Pişkin. 
 
Bu intihar üzerinde düşünürken geçtiğimiz haftalarda medyaya yansıyan ilginç iki haber okudum. Zihnim, bu iki haberi Pişkin’in intiharı ile birleştirdi.
 
Modern zamanlar hizmeti
 
İlginç haberlerden ilki Avrupa’daki yeni bir sektörden bahsediyordu. Uygulamanın ilk adımları sanıyorum dört-beş yıl önce atılmıştı. Daha önce de basınımıza yansıyan bu uygulama yeniden haberleştirilmişti. Sektörün adına kısaca ‘Dedelik Servisi’ diyebiliriz. Servis, çeşitli nedenlerle ebeveynlerinden ayrılmak zorunda kalan veya onlardan uzakta yaşayan aileler ile boşanan çiftler tarafından kullanılıyor. Aileler, gazetelere ilan vererek ya da bu uygulama için kurulmuş internet sitesine başvurarak çocuklarıyla vakit geçirebilecek bir büyükanne veya büyükbaba aradıklarını bildiriyorlar. Sağlık durumu ve vakti uygun olan yaşlı insanlar da bu taleplere cevap vererek çocuklara dedelik yapıyorlar. Bazı ülkelerde özel olarak kurulmuş dedelik internet siteleri var.
 
Modern dünyanın dedeyi keşfetmesi diyebiliriz buna. Modernizm, kendini sürekli yeniliyor, tamir ediyor, açığını kapatıyor; bir anlamda kendini yeniden üretiyor. Bütün bunları da Kapitalizmle işbirliği halinde endüstriye dönüştürerek yapıyor. Geniş aileyi dağıtan modernizm şimdi çözülmekte olan çekirdek aileye, ticari kazanç da elde edecek şekilde, parlak pansuman mekanizmalar teklif ediyor. 
 
İkinci haber ise Amerika’da uç veren yeni bir sektörden bizi haberdar ediyor. Habere göre Amerika’nın Portland şehrinde yaşayan Samantha Hess adlı kadın girişimci ‘Sarıl Bana’ isimli bir şirket kurmuş. Şirketin verdiği hizmet ise sadece insanlara sarılmak. Saatlik 60 dolar seans ücreti alan Hess, her hafta on bine yakın mail aldığını söylüyor. Mutsuz ve yalnız bir dönem geçiren genç kadın, ‘bana sarılması için birine para bile verirdim’ diye iç geçirirken aklına böyle bir hizmetin insanları motive edebileceği gelmiş ve harekete geçip şirketini kurmuş. Küçük bir dükkanı olan Hess, istenirse internet sayfası üzerinden kendisine ulaşan insanların evlerine de gidiyormuş. Bugüne kadar tehlikeli biriyle hiç karşılaşmadığını belirten genç kadın, “Sarılmak dışında hiç bir yaklaşımın olmaması için tüm seansı video kaydına alıyorum.” diye de eklemiş. 
 
Gazetelerde ‘magazin’ haberi olarak yayınlanan bu ilginç girişimi, bir trajedinin sektöre dönüşme hikayesi olarak okumalıydık. Öyle olmadı, kimileri eğlenceli bir magazin haberi olarak okudu, kimileri de ‘pis batının işleri’ olarak göz atıp geçti. Hem dedelik servisi hem de sarılma hizmeti, modern zamanlarda insanın doğuştan itibaren nasıl yalnızlaştırıldığını ve bu yalnızlığın nasıl istismar edildiğini gösteren tipik bir vahşi kapitalizm hikayesi aslında. Kasım 2014’de Antalya’da düzenlenen Milli Eğitim Bakanlığı 1. Eğitim Kongresinde bildirimi takdim ederken bu iki girişimcilikten de bahsettim. Dinleyicilerin çoğunluğu inanmak istemedi. Tuhaf gelmişti onlara.
 
Dindarlık kurtuluş mu?
 
‘Dedelik servisi’ ve ‘sarılma hizmeti’nin dünyanın her yerine yayılabileceğini tahmin etmek zor değil. Çünkü insan, yeryüzünün her yerinde ‘yalnızlaşma çağı’ yaşıyor. Dindar toplumlarda daha düşük oranlı da olsa son yüzyılınbelirgin sembolü; yalnızlaşan insandır. İnsan yalnızlaştıkça kendine, şehrine, doğaya, diğer insanlara yabancılaşıyor. Yalnızlaşma ve yabancılaşma ise intihara kadar giden krizin de başlangıcı demek. Modern insan, bir taraftan havayı, toprağı, denizleri kirletiyor ve bozuyor diğer taraftan da kendini eksiltiyor. Eksilen insanın yaşamla bağlantısı azalıyor. 
Ülkemizde ve dünyada psikiyatri hasta sayısının her yıl katlanarak arttığını bilmeyenimiz yok. Psikofarmakoloji Derneği’nin Türkiye’de psikotrop ilaç tüketimi ve mevcut uygulamaların tıbbi, etik ve ekonomik sonuç raporlarında yer alan bilgiye göre Türkiye’de antidepresan tüketimi 2003 yılında 14 milyon kutu iken, 2012 yılında tüketim 36 milyon kutuya yükselmiş. Tüketimi 2014 yılı için 50 milyon kutu olarak tahmin edebiliriz. Antideprasanların dışında bağımlılık yapan madde kullanım grafiğinin de ürkütücü boyutlara ulaştığını biliyoruz. 
 
Böyle giderse, bir süre sonra “imanı olan intihar etmez” tezinin işe yaramayacağı bir zaman dilimine gireceğiz. Çünkü modernizmin insanı yalnızlaştırma ameliyesi her yeri kuşatmış durumda. Dindarlık biçimlerimiz insanın yalnızlığına çare olmuyor çoğu kere. Yeni kentleşme modellerimiz komşuluğu azalttı. Örgütlenme şekillerimiz insanı sivil-siyasi veya kültürel süreçlere dahil ederken bunu çoğu kere ailesinden kopararak yapıyor. Bayramlarımız gittikçe soğuk bir ritüele dönüşüyor; çocuklarımızın zihinlerinde bayram deyince ‘bankadan fakirlere para göndermek’ gibi bir tanım oluşmak üzere. Kariyer ve kişisel gelişim aforizmalarıyla bilim ve bürokrasi dünyamızın insanları birbirinin kurduna dönüştürülüyor. Alt üst gelir grupları arasındaki uçurum sosyal grupların ve insanların iletişimlerini ve dostluklarını engelleyici şekilde artıyor. Mezhep, cemaat, dergah, dernek-vakıf asabiyeti iyi, doğru, ma’ruf olanı değil kendinden olanı kutsallaştırıcı şekilde yaygınlaşıyor. Birçok iş, etkinlik veya proje iyilik olsun diye değil ‘ses getirsin’ diye yapılıyor.
İşte bunlar dünyayı kirleten şeyler; böyle bir dünyada insan eksiliyor, anlam azalıyor, manevi olan çevremizden uzaklaşıyor. Bütün bu eksilmeleri telafi etmek için dört elle sarıldığımız sosyal sorumluluk projeleri, insanın somut yaşam gereksinimlerini belli ölçülerde karşılaşa bile yalnızlığını bitiremiyor. Bunun için kimse çocuklarından ve torunlarından intihar, antideprasan, bağımlılık yapan madde kullanımı noktasında emin olmamalıdır. Kabul edelim ki, yalnızlık çağının insanları olarak hiç birimiz intihara uzak değiliz. 
 
Bütün bunları karamsarlığınızı arttırmak için yazmadım. Farkında olmamız gereken şudur; insanı yalnızlıktan kurtaracak olan erdeme, ruha, anlama sahip olanlar bir an önce el ele vermelidir. Ya o anlamı yaşar ve yeryüzüne yayarız ya da modernizm ‘yalnızlaştırma’ silahıyla hepimizi mağlup eder. 
Vakit daralıyor.