Nasıl çıkarız bu işin içinden?

Vahdettin İnce / Yazar
1.10.2016

Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun lağvedilmesi kaçınılmazdır. Bu kanun kaldırılarak geleneksel tarikatların Diyanet’in denetimi altında faaliyet göstermesi sağlanmalıdır. Bu takdirde FETÖ gibi standart dışı anlayışları etkin kılmaya çalışan cemaatler ve sık sık duyduğumuz sapkın tarikatlar da engellenmiş olur.


Nasıl çıkarız bu işin içinden?

Dünya Müslümanlarının çoğunluğunun benimsediği Ehlisünnet, Şia’dan farklı olarak Hz. Peygamberden (s.a.v) sonra,  Allah tarafından tayin edilmiş bir dini ve siyasi otoriteyi kabul etmez. Bu tutum Ehlisünnette ilkeseldir. İlkesel diyorum çünkü yazının akışı içinde pratiğin bu ilkeyi zorladığını göreceğiz. Şia ise baştan itibaren bu meseleyi kendince çözmüş; peygamberden sonra on iki imamın ilahi tayin ile Müslümanların dini ve siyasi önderleri olarak seçildikleri ilkesini benimsemiştir. Ama onlar açısından da farklı bir pratiğin (mesela gaybubet dönemlerinde) gelişmesi kaçınılmaz olmuştur. Geçmişte ve özellikle günümüzde iktidar oldukları yerlerde gelişen pratiğin bu ilke içinde bir alan açmalarını, yani niyabeten de olsa beşeri bir otoriteyi ihdas etmelerini dayattığını görüyoruz, geçmişte iktidar olmadıkları zamanlarda naib-i imamlar ve günümüzde de iktidar oldukları İran’da  Velayet-i Fakih gibi kurumları oluşturmaları kaçınılmaz olmuştur. Dini ve siyasi otoritenin tayin merciinin beşeri olduğunu benimseyen Ehlisünnet süreç içinde ilahi kaynak boyutunu, buna karşılık her iki otoritenin tayin merciinin ilahi olduğuna inanan Şia da beşeri boyutu öne çıkarmak durumunda kalmıştır.

Ancak çoğunluğu oluşturan ehlisünnetin anlayışı Müslümanların hayatını doğal olarak daha çok etkilediği için bizim esas üzerinde durmak istediğimiz sünni gelenektir. Dediğimiz gibi İslam’ın siyasi ve dini geleneğine yönelik Ehlisünnet okumasına göre sadece Hz. Peygamber böyle bir özelliğe sahiptir.  Peygamberden sonra bütün dini ve siyasi otoriteler yetkilerini adına şura denilen bir yöntemle insanlardan alırlar. Şura da öyle sanıldığı gibi normları, standartları günümüzde dahi tam anlamıyla belirlenmiş bir müessese değildir. Mesela ehlisünnet nazarında raşid (doğru) oldukları kabul edilen dört halifenin her biri farklı bir şura yöntemiyle göreve gelmiştir. Hz. Ebubekir, henüz peygamberin cenazesi defnedilmemişken Benu Saide Sakifesinde bir araya gelen bazı Ensar ve Muhacirler tarafından Hz. Ömer’in ön almasıyla halife seçilmiştir ki başta Hz. Ali olmak üzere Haşim oğulları, Ensar ve Muhacirlerin büyük kısmı Peygamberin cenazesinin defniyle meşgul idiler, dolayısıyla olaya müdahil olamamışlardı. Yani tam bir konsensüs gerçekleşmemişti. Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in vasiyeti ile bu göreve gelmişti. Hz. Osman, Hz. Ömer tarafından oluşturulan altı kişilik bir şura heyeti tarafından halife tayin edilmişti ki burada bir diğer aday olan Hz. Ali ile berabere iken heyet başkanı Abdurrahman b. Avf, Hz. Ömer tarafından kendisine tanınan iki oy hakkını Osman’dan yana kullanmıştı da sonuç böyle elde edilmişti. Hz. Osman da Mısır menşeli bir halk ayaklanması ile şehit edilince Ali’ye biat edildi.

Hangi açıdan bakılırsa bakılsın sıkıntılı ve sorunlu bir süreç olduğu ortadadır. Bunun sebebi sadece uygulanan yöntemlerin eksikliği ve şuranın normlarının ve standartlarının tam olarak belirlenmemiş olması değildi elbette. Asıl önemlisi, Hz. Peygamber gibi dini ve siyasi otoritesini Allah’tan alan birinden sonra göreve gelenlerin, kendilerini bu makama layık görseler de en azından bazıları bazı Müslümanlar nazarında bu vasfa sahip olmamaları nedeniyle oluşan boşluğu dolduramamış olmalarıdır. Peygamberin vefatı ile birlikte Müslümanlar derin bir boşluğa düşmüşlerdi aslında ve bir türlü dirliği sağlayamıyorlardı. Gerçekten kriz büyüktü. Bütün otoritesini vahiyden alan bir peygamberden sonra bu vasıflara sahip olmaksızın onun yerini doldurmak imkansızdı. Ama neylersin ki böyle de bir realiteyle karşı karşıya idiler. Bu durumda yapılacak iki şey vardı: Ya realiteyi kabul edip Müslümanların dirliğinin hepten bozulmaması için düzenin sağlanmasına yardım edeceklerdi (ki Müslümanların büyük çoğunluğu böyle yaptı) ya da otoriteyi tanımayıp isyan edeceklerdi.

Nitekim Ebubekir’in halife seçilmesini duyan bazı Müslüman kabileler onu tanımamış ve başkaldırmıştı. O da bu isyanı silah kullanarak bastırmıştı ki tarihte buna ridde (dinden dönme) hadisesi denir. Aslında itikadi olarak dinden dönme söz konusu değildi. Başkaldıranlar Hz. Peygamber gibi bütün yetkilerinin kaynağı ilahi olan birinden sonra yetkilerinin kaynağı beşeri olan birini içlerine sindirememişlerdi, havsalaları almamıştı. Ebubekir isyanı bastırmak için silah kullanmak zorunda kaldı. Ama yine de bu eksiklik vicdanlarda hep hissedildi.

Silsile zorunluluğu

Neticede Müslüman zihni bu eksikliğin farkına vardı ve ilahi kaynakla irtibatını ortaya koyan argümanlara yöneldi. Peygambere ilk iman eden erkek olması, Medine’ye hicret ederken onunla birlikte mağaraya sığınan kişi olması, peygamberin kayın pederi olması, Hz. Peygamber hasta yatağında iken Mescitte Müslümanlara namaz kıldırması gibi olaylar otoritenin ilahi menşeli olmasına duyulan ihtiyacı karşılamaya yönelik argümanlar, Hz. Ebubekir’in hilafetine yönelik nebevi işaretler olarak devreye sokuldu. Diğer bütün halifeler için de benzeri argümanlar kullanıldı. Tek başına güç, insanların şuralı şurasız seçmesi siyasi otoritenin vicdanlarda kabul görmesine yetmiyordu çünkü. Nitekim güç ve hile ile hilafeti ele geçiren Muaviye de Mekke fethinden sonra Müslüman olduğu halde vahiy katipliği yapmış olduğunu ileri sürerek bu bakımdan kendisinden fersah fersah ileride olan Ali’ye rakip olmasını, sonra da halifeliği ele geçirmiş olmasını gerekçelendirmeye çalışmıştı.

Bu tutum, insanlar nezdinde kabul görmek için bir gereklilikti. İslam tarihi o saatten sonra bu kültür doğrultusunda gelişti. İnsanlar nezdinde siyasi veya dini otorite olmak isteyenler bu iki yöntemden birini ya da ikisini birden kullanmayı gelenek haline getirdiler. Elinde silah varsa emrine itibar edilirdi, ilahi bir kaynağa yaslanıyorsan sözün dinlenirdi. Abbasiler, Emevilere karşı verdikleri mücadelede hem silahı hem de ilahi kaynağa dayanan Ehlibeyt argümanını kullanmış ve netice almışlardı.

Siyasi ve dini otorite bağlamında Ehlisünnet geleneği bu tarzda şekillendi. Öyle ki her hangi bir şahıs veya hanedan iktidara gelmişse, onun geliş yöntemine bakılmaksızın, sadece muktedir ve güç sahibi olmasına, bir de bir şekilde Hz. Peygamberle ilişki kurmuş olmasına bakılarak meşruiyeti tanındı. Toplumsal örgütlenmeler olarak tarikatlar da bu geleneğin dini otorite kısmını şiar edindiler. Böylece halk nazarında kabul görmek ve sözlerini dinletmek için her tarikatın Hz. Peygambere kadar uzanan bir silsilesinin olması zorunlu hale geldi. Dini ve ilmi hayatın dinamik olduğu dönemlerde bu iki otorite tarzı itibariyle bir sistem oluştu ve zamanla da kalıcılaştı.

Müesses nizam

Müslümanlar güçlü iken, hakimiyetleri altındaki topraklar gün be gün genişliyor iken pek sorun yoktu. Şurada burada müesses nizama karşı çıkanlar, standartları çiğneyenler kolayca hizaya getirilirlerdi. İslam devletinin hakimiyeti altında geleneksel kurallara dayalı olarak şekillenmiş oldukları için kabul görmüş mezhep, tarikat ve cemaatler açısından bir müesses nizam oluşmuştu. Eğri veya doğrunun, hak veya batılın belirlenmesine yardımcı olan bir otorite söz konusuydu. Devletin genel sistemi içinde Şeyhülislamlık benzeri kurumlar bu misyonu üstlenmişti. Nitekim bu sadece Müslüman gruplar açısından değil, İslam devletinin hakimiyeti altındaki gayri müslim gruplar için de geçerliydi. Mesela Osmanlı zamanında kabul görmüş standart Yahudiliğin dışında bir takım iddialarda bulunduğu, standart Yahudiliğin dışında inanışlarla taraftar toplamaya çalıştığı şikayetleri üzerine devlet Sabetay Sevi ve adamlarını tediple hizaya getirmişti. Siyasal iktidar ise zaten babadan oğula geçen saltanat sistemiyle sorunu çözmüştü, bir tek bu iktidarın vicdanlarda kabul görmesi için dini argümanların devreye sokulması kalıyordu. O cenahtaki değişiklikler silahla oluyordu gene, ama artık yüz yılları alan bir süreç gerekiyordu sonuç almak için. Hatta o bağlamda hakem mahiyetinde ehli hal ve akd adında bir kurum da oluşmuştu.Ama modern zamanlarda her şey değişti. Ortadoğu’da dine mesafeli hatta düşman seküler sistemler hakim olunca artık dini cemaatler ve tarikatlar üstünde onlar için normlar belirleyen bir güç merkezi, bir otorite ya da Şeyhülislamlık diye bir kurum kalmamıştı. Bu da pratikte yüz yıllardır oluşmuş standartlara bağlı dini yapıların yanında standartların dışına çıkan yapıların da neşvünema bulmasına müsait bir zemin oluşturdu. İktidardakilerin artık dini bir dayanak bulmaya ihtiyacı yoktu ama bu halkın da aynı dönüşümü yaşadığı anlamına gelmezdi. Halk kitleleri nezdinde gelenek hala varlığını sürdürüyordu. Yetkisini ilahi bir kaynaktan alan dini bir yapıya itaat etmek en belirgin özelliğiydi.

Standart dışı oluşumlar

Özellikle Cumhuriyetin kurulmasından kısa bir süre sonra katı bir laiklik anlayışının egemen olduğu Türkiye’de standart dışı tarikat ve cemaatlerin, Şeyhülislamlık gibi yasal olarak standartları belirleyen bir kurumun da olmamasından istifade ederek geleneksel olarak ilahi dayanak isteyen kitlelerin bu taleplerine cevap vermek için çıtayı alabildiğine yükselttiklerine tanık olduk. Aslında bir tür arz talep söz konusuydu. Laik sistemin yer altına ittiği geleneksel dini müesseselerin zaman içinde zayıflayıp etkinliklerini yitirmeleri halkta bu anlamda bir boşluk oluşturmuştu. Yeni rejimin Şeyhülislamlık yerine ihdas ettiği Diyanet İşleri Başkanlığı ise çok dar bir alanda neredeyse sadece camilerin idaresinde görev ifa etmek durumunda bırakılması nedeniyle ihtiyaca cevap veremiyordu. Halkta bir açlık oluşmuştu. Bu yüzden tarikat ve cemaatler bu açlığı bastırmak için alabildiğine cömert davranıyorlardı. Geleneksel olarak oluşmuş silsilelerin devamı niteliğindeki yapılar gene de normlarını korumaya çalışıyorlardı.

Mehdilik iddiası

Ama halkın bu beklentisini siyasal güç ve servet anlamında ranta dönüştürmek isteyen başka yapılar sınırları alabildiğine zorluyorlardı. Mesela Kur’an’da Hz. Peygamberin son nebi oluşundan söz edildiği, bunun yanında son resul olarak nitelendirilmediği, dolayısıyla ondan sonra resul geleceği gibi bir iddiayla kendilerini resul ilan edenler ortaya çıktı. Yüz yılları bulan kurumların ve bu kurumlara ruh veren geleneğin etkisiyle halk bu en uç sapmaya yüz vermedi, ama gelenekte sıkça yer verilen mehdilik meselesi hiçbir zaman gündemden düşmedi. Bu yüzden Cumhuriyet tarihinde onlarca mehdilik vakasına tanık olduk. Halihazırda ülkemizde mehdilik iddiasıyla etrafına taraftar toplayan çok sayıda tarikat ve cemaat mevcuttur.

Bunun son örneği önceleri, Said-i Nursi’nin etkin olmaya başlayan dinsizliğe karşı bir iman kurtarma hareketi olarak başlattığı nurculuğun devamı mahiyetinde faaliyet gösteren, ama daha sonra özellikle 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimleriyle dikkatleri üzerine çeken FETÖ hareketidir. Bu hareketin en önemli özelliği, liderleri Fethullah Gülen’nin peygamberle görüştüğü iddiasına önceleri ürkekçe, ama daha sonra pervasızca dillendirmesidir. Bu örgüte bağlı televizyonlarda peygamberin bir kamyonete binişi bile gösterildi. Örgüte bağlı okullarda peygamberin geceleri koridorlarda dolaştığı öğrencilerin kulaklarına fısıldandı. Yine örgüte bağlı örgüt evlerinde sofralara bir de Hz. Peygamber için tabak bırakıldığı önceleri örgüt içinde olup sonra ayrılan birçok kişi tarafından dile getirildi.

Bu ve benzeri yapıların yukarıda değindiğimiz Ehlisünnet anlayışı doğrultusunda oluşmuş geleneğe bağlı olarak bir dini cemaat ve tarikatın ilahi bir kaynakla irtibatının olmasını doğal olarak bekleyen halkı etkilemesinin önüne geçmek için hiç kuşkusuz Diyanet İşleri Başkanlığı’nı bugünkü ürkek yapısından kurtarmak gerekir. Diyanetin etkinliğinin, bürokratik ve protokol olarak itibarının arttırılması lazımdır. Camilerin idaresini yürüten bir kurum olmaktan çıkarılarak Kur’an, Sünnet ve gelenek doğrultusunda oluşan normlar ışığında bütün dini cemaat ve tarikatları denetleyen bir konuma getirilmesi şarttır. Bunun yanında tekke ve zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun lağvedilmesi kaçınılmazdır. Bu kanun kaldırılarak geleneksel tarikatların Diyanet’in sözünü ettiğimiz denetimi altında faaliyet göstermeleri sağlanmalıdır. Bu takdirde FETÖ gibi standart dışı anlayışları etkin kılmaya çalışan cemaatler ve sık sık duyduğumuz sapkın tarikatlar da engellenmiş olur.

Yine kanunla yasaklanmış olan Şeyh, Seyyid, Mürit gibi geleneksel unvanların yeniden kullanılmasına izin verilmeli. Diyanet bünyesindeki bir yapı da hem kimlerin bu sıfatlara haiz olduğunu tespit etmeli hem de denetlemelidir. Diyanetin resmen tanıması bu sıfatlara sahip kimselere toplum nezdinde saygınlık ve itibar kazandıracağı için de insanlar nezdinde kabul görmek için mehdilik, peygamberle görüşmek gibi iddialarla ortaya çıkmaları, böylece dini hayatta fitneye sebep olmaları önlenmiş olacaktır. Buna rağmen bu tür uçuk kaçık iddialarla ortaya çıkanlar olursa o zaman da gerekli yaptırımlar uygulanmalıdır. Ama en önemlisi Diyanet’in daha etkin hale getirilmesidir.

[email protected]