Necip Fazıl Menderes'e ne yazdı, neden yazdı?

Prof. Dr. ALÂATTİN KARACA / Muğla Üniversitesi Öğretim Üyesi
19.01.2013

İdris Küçükömer boşuna dememişti “Türkiye’de sağ soldur, sol da sağ” diye. Hâlâ küçümsediğiniz o İslâmcıların Türk siyasetindeki patlama nedenlerini çözümleyemiyor, entelektüel dönüşüm ve gelişimini göremiyor, hâlâ “Maveraünnehir nereye dökülür?” diye soruyorsunuz. “Solgun halk çocuklarının kalbine...”


Necip Fazıl Menderes'e ne yazdı, neden yazdı?

2 Ocak 2013 tarihli Haber-Türk’te “Necip Fazıl’ın örtülü mektupları” başlıklı bir haber çıktı. Ardından fırtına koptu. Konuyu bilen/bilmeyen pek çok gazeteci/yazar, Necip Fazıl hakkında yazıp konuşuyor. Konu, Üstad’ın Menderes’e yazdığı mektuplar ve örtülü ödenekten aldığı para. Doğrusu, bu konuda kitap yayımlayan biri olarak, medyada arz-ı endâm etmekten kaçındım ilkin. Ama mesele Necip Fazıl’ı aştı, özel hayata, gönüldaşlarına ve davasına hakarete kadar uzandı. Bunun gazetecilikle, araştırmacılıkla ilgisi olmasa gerek.

Nereden başlasam ki? Beyler, yeni keşfedilmiş gibi sunduğunuz N. Fazıl’ın Menderes’e -el yazısı ve Osmanlı harfleriyle- yazdığı mektupları ve başka belgeleri, Cumhuriyet Arşivi’nde bulmuş, 2009’da Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi, Mektuplarla ve Belgelerle adlı kitapta yayımlamıştık. Ancak bu kitap dışında, Erdal Şen de, 2007’de Yassıada’nın Kara Kutusu’nu açmış, bu konudaki belgelere ve şairin birkaç mektubuna eserinde yer vermişti. Ayrıca Emine Gürsoy Naskali’nin Yassıada Zabıtları I, Örtülü Ödenek Davası kitabı var. Daha önemlisi, N. Fazıl da bu konuyu Menderes’ten aldığı yardımın miktarına kadar, Benim Gözümde Menderes, Cinnet Mustatili, Bâbıâli adlı kitaplarında anlatmıştır. Sonra Sezai Karakoç’un Diriliş dergisinde 1989’da yayımladığı “Hatıralar”ında da bu konuda önemli bilgiler mevcut. Yani bunlar yeni keşfedilmedi.

Bu girişten sonra, “Günaydınım narçiçeğim” şarkısı eşliğinde günaydın, diyelim! “Üsküdar’da sabah oldu sultanlar!”. O küçümseyerek, imalı bir biçimde “bakın sizin İslâmcı Necip Fazıl’ınız neler yapmış neler!” demeye çalıştığınız İslâmcı aydınlarla, biz bunları 2009-2010’da tartışmıştık. İslâmcı yayınlara bir zahmet baksaydınız, bunları görürdünüz. Bu konuyu, hem de o küçümsediğiniz cenahtan biri olarak açmış, tartışmış ve kitabın “Ön Söz”ünde dost serzenişlere karşı “Bu menkıbe düşkünlüğü ve muhafızlığı neden!” demiştik. Yaptık, -hatta manşete attığınız mektupların daha çarpıcıları var kitapta- ama edeplice yaptık, özel hayata girmedik, Üstad’ın mektuplarını ve hakkındaki belgeleri, İslâmcı hareketin o günlerdeki imkân ve imkânsızlıklarını göz önünde bulundurarak irdeledik. Ama siz, İslâmcı cenahtaki bu sorgulama ve aydınlanmayı göremediğinizden ve kendinizi hâlâ bu ülkede tek aydın zümre sandığınızdan, bunlardan bîhabersiniz. Günaydın sarışın vakanüvisler! Ayrıca kitabın Ön Söz’ünde sizler için de “... kimileri de işine öyle geldiği için alkışlayacaklar, bak diyecekler, Necip Fazıl’a bak neler yapmış!” (s. 8) diye yazmıştık. Yanıltmadınız. Günaydın beyler, 3 yıl sonra bizim bıraktığımıza ulaşmışsınız. İdris Küçükömer, boşuna dememişti; “Türkiye’de sağ soldur, sol da sağ” diye. Günaydın “narçiçeklerim”. Hâlâ küçümsediğiniz o İslâmcıların Türk siyasetindeki patlama nedenlerini çözümleyemiyor, entelektüel dönüşüm ve gelişimini göremiyor, hâlâ “Maveraünnehir nereye dökülür?” diye soruyorsunuz. “Solgun halk çocuklarının kalbinedir, sultanım, solgun halk çocuklarının kalbine.” Sınıfta en arka sıraya atılmış çocukların bu cevabını, sağır sultanlar duydu bir siz duymadınız!

Biraz da biz konuşalım

Fazla uzatmayalım. Önce şu tarihi “muhtasar ve nezih kılmak” ve tarihte işinize gelen küçük adamları büyütmek, işinize gelmeyen büyükleri küçültmek gibi eski huylarınızdan vazgeçin. Sanatçıların iktidar sahiplerinden destek görmesi, bizde Osmanlı’dan beri var olagelmiştir. Sultanların, şairleri ‘caize’lerle desteklediğini biliyoruz, sanatın ilerlemesi için gerekliydi bu. Çünkü sanat, üretilmesi zor, üstelik pahalı, ama geliri az bir etkinlik. O nedenle devletçe desteklenmeli. Yoksa, bir Fuzuli, bir Baki, bir Mimar Sinan zor çıkardı. Burada önemli olan patronaj ilişkisinin, sanatın doğasına ve ahlâkına uygun biçimde cereyan etmesidir. Yani patron, sanatçının kalemini satın almaya çalışmamalı, sanatçıya baskı yapmamalı, sanatçı da vicdanını kiraya vermemelidir. Çünkü sanat ‘sivil’ bir etkinliktir. Ama ne yazık ki, Tanzimat’tan, Atatürk, İnönü, Menderes ve sonrası dönemlere dek, iktidarların, güçlerini pekiştirmek için sanatı/sanatçıyı yönlendirdikleri, siparişle eser yazdırdıkları ya da muhalif sanatı susturmaya çalıştıkları, bazı sanatçıların para uğruna fikir ve inançlarını değiştirdikleri, sipariş yoluyla eser yazdıkları görülmüştür. Hele yeni bir kültürün inşâ, eskininse tasfiye edilmeye çalışıldığı inkılâp ve sonrası dönemde bu patronaj ilişkisi daha da zedelenmiştir. II. Dünya Savaşı yıllarında araya uluslar arası patronların girdiği, kimi kalemlerin Almanlarca, kimilerininse Ruslarca beslendiği malûmdur.

Bu durumda asıl şu sorulmalı: Menderes hükümeti para kullanarak, N. Fazıl’a baskı yapıyor, ondan kanâat ve inançlarının hilafına eser vermesini istiyor mu, diğer yandan Üstad aldığı maddî yardım üzerine, inanç ve ideolojisinden ödün veren yazılar yazmış mı? Bu sorunun cevabı açık: Büyük Doğu, yayın hayatı boyunca davasından sapmamıştır, Menderes’i -tüm DP’lileri değil- davası doğrultusunda desteklemiştir. Daha da önemlisi şair, patronaj ilişkisi bağlamında, Menderes’e, sağlığında bir tek ‘kaside’ yazmamıştır, ancak 1964’te yazdığı “O Zeybek” adlı ağıt dışında! “Zeybeğimi birkaç kızan vurdular/Çukurda üstüne taş doldurdular” diye başlayan o şiiri, bilmem vicdanınız okumaya elverir mi?

Yassıada Mahkemesi’nde Üstad’ın Salim Başol’a âdeta haykırarak verdiği cevapla bu bahsi kapatalım:

“Başkan: Örtülü ödenekten size muazzam yardım yapılmış. Gerçi ceste ceste almıştınız, fakat yekûn olarak muazzam. Nasıl oldu, hangi sebeple hizmete mukabil aldınız?

Necip Fazıl Kısakürek: Evet, ben örtülü ödenekten para aldım, ne aldığımdan ziyade neden, ne yüzden aldığım mühimdir. Ben örtülü ödenekten methiyeci, kasideci, eski Roma cenazelerinde sahte ağlayıcılar gibi vicdan kiracısı olarak para almadım ve bunlardan hiçbirisini yapmadım. 1943’ten 1960’a kadar taştan taşa vurulan, zindandan zindana süründürülen mukaddesatçı, milliyetçi, Anadolucu, ahlâkçı bir idealin himayesi yolunda para aldım...” (Naskali, 2005: 105)

Şair ve patron ilişkisinde ben, asıl buna bakarım. Evet, yardım almalı mıydı, almamalı mıydı, o tartışılır, İslâmcı cenahta tartışılmıştır zaten. Ancak, bu ilişki, dönemin siyasal koşullarını gözardı ederek tartışılamaz. Aslolan şudur: N. Fazıl bu desteği almasa, Büyük Doğu’yu çıkaramazdı, dolayısıyla İslâmcı düşünce o yıllarda medyada temsil edilemezdi; edilemeyeceği için Büyük Doğu’dan beslenen bir ‘İslâmcı edebiyat ve sanat’ hareketi ve siyasî hareket vücuda gelemezdi ya da daha geç ve cılız doğardı. Bu gün Türk siyasetine yön veren bir çok ismin N. Fazıl’dan etkilendiği malûmdur. Bu durum, Necip Fazıl’ın, patronaj ilişkisinde, inanç ve ideolojisinden sapmadığını bir kez daha kanıtlamakta. Çünkü sapsaydı, bir kuşak üzerinde böyle derin izler bırakamazdı. İşte bu nedenle hedefte N. Fazıl.

“Silgiler silerken silinirler de”

Evet, asıl amaç bu: İtibarsızlaştırma, karalama, silme! Ancak bu, tüm sarışın vakanüvislerin, poetik ve politik egemen zümrenin yıllardır izlediği bir yoldur. Çünkü bu ayrıcalıklı zümre, konu, N. Fazıl’ın veya aynı çizgide olanların devletten yardım istemesi/alması ve verenin de A. Menderes olması hâlinde bunu kınar; hatta kendileri gibi düşünmeyen sanatçıların mağduriyetlerini görmezden gelir. Ancak kendileri aynı konumda bulunduklarında, bunu bir hak olarak görür. Örneğin bir iktidar ki, son yıllarında yoksulluk çeken millî şairi Âkif’e ancak ölümünden 7 ay önce emekli maaşı bağlayabilir, Hâmit’e ise, 7 Nisan 1924’te Vatani Hizmet Tertibinden maaş verir, 1927’de de milletvekili yapar. Asıl ikiyüzlülük budur. Âkif, yardım istese ve alsaydı neler yazmazlardı o sarışın vakanüvisler! Ama, Âkif’e yapılanı görmezden geldiler. Bir Taha Akyol, yazmıştı bu konuyu Milliyet’te. Şimdi ise, işte N. Fazıl’la ilgili yazılanlar. Söz konusu İslâmcı bir şair olunca, belden aşağı vurmalar, ama ‘öte yaka’dan olursa hakkıdır. Kimin malını, kime lâyık görmüyorsunuz beyler? Hâmit’e, Reşat Nuri’ye (Yeşil Gece’si için), Kâzım Nami’ye, İzzet Benice’ye,... gördüğünüz devlet desteğini, Âkif’e, Necip Fazıl’a, P. Safa’ya niye lâyık görmüyorsunuz? Sanatçı, devletten destek almalı mı, almamalı mı sorusundan önce bunu cevaplayın! Liyakatınızın ölçüsü ne? Arz edeceğim olay, bu ayrımın en çarpıcı kanıtıdır işte: Bir yanda Hâmit’in eşi Lüsyen, diğer yanda Necip Fazıl’ın eşi Neslihan Kısakürek, bir yanda İ. İnönü, diğer yanda A. Menderes. Benzer bir olay karşısında, kişiler ve zihniyetler değişince, nasıl ayırım yapılıyormuş görün! İşte size N. Fazıl’ın mektuplarını bulduğunuz arşivden bir belge: 10/04/1964’te Hâmit’in eşi Lüsyen Hanım tarafından “Pek Muhterem İsmet Paşa Hazretleri”ne yazılmış bir mektup:

Lüsyen Hanım’ın yazdığı

“Şairi âzâm rahmetli zevcim Abdülhak Hâmit, vefatından bir müddet önce maişet endişesine düştüğü sıralarda, zâtıâlinizden yardım rica etmiş ve alâkanız neticesinde İstanbul Belediyesince kendisine ev kirası karşılığı aylık bir yardım yapılması tensip ve emir buyurulmuştu. Hâmit beyin vefatından sonra kira karşılığı verilen bu yardım şahsıma yapılmış idi. Ayda 250 lira olan bu tahsisat 1964 İstanbul Belediye bütçesinden çıkarılmıştır.

Halen yetmiş üç yaşındayım ve dört aydır sakatlanmış vaziyette Gureba Hastanesinde yatmaktayım. Maddî imkânlarım veya çalışmağa müsait sıhhatim olmadığından almakta olduğum eski tertip dul maaşım beni geçindirmeğe kâfi değildir. Memlekete hizmeti evvelce de alîcenap bir şekilde yüksek takdirinize mazhar olmuş bulunan zevcimin ruhunu tâziz maksadı ile yardımınıza ihtiyacım vardır. Devletin beni ferdî yardımlara muhtaç etmeyeceğinden eminim. Şahsî alâkanızı rica ederim.”

Lüsyen Hanım’a, Başbakanlık adına Necdet Calp, 30.04.1964’te şu insanî cevabı veriyor:

“10.4.1964 günlü mektubunuz üzerine 25 Nisan 1964 tarihinde Guraba Hastanesi adresinize gönderilen 1500 Tl. sına ilave olarak bugün yine aynı adrese 1.000 Tl.sı daha sunulmuştur.

Belediyece 1964 bütçesinden çıkarıldığı bildirilen aylık tahsisatı telafi etmek ve Mayısta başlamak üzere bundan böyle her ay başında adresinize T. İş Bankası vasıtasıyla 250 Tl.sı gönderilecektir. Bilgi edinilmesini rica eder, saygılar sunarım.”

Bundan sonra Lüsyen Hanım, yardımı alır ve İnönü’ye 6 Mayıs 1964’te bir mektupla teşekkür eder: “Gerek Hamit beyin ruhunu şâd eden gerekse bendenizin, hayatta en çok muhtaç olduğum bir anda moralimi yükselten alicenap hareketinizi hiçbir zaman unutmayacağım.” Bence bundan insanî bir şey olamaz, devlet yapması gerekeni yapmıştır. Ama aynı devlet, parayı veren Menderes, alan da Neslihan Kısakürek olunca, şairin eşini Mahkeme’de sorguya çeker. Asıl siz bunu yazın:

Üstad, 24.06.1957’de tutuklanınca, ailesinin geçiminin sağlanması için bir miktar yardımın acilen eşine ulaştırılması ricasıyla, Muzaffer Ersü’ye şu mektubu yazar:
“...şu anda elimde çanta, Hilton Oteli’ne gider gibi zindanın yolunu tutuyorum. Evimin iki günlük geçimi bile mevcut olmadığı için Muslih Fer vasıtasıyla bana tebliğ ettiğiniz 3000 lira yardımın, Müsteşar Beyin Ankara’ya döndüğü gün, hemen aşağıdaki adrese gönderilmesini hararet ve hassasiyetle rica ederim. En küçük teehhürün evimi aç bırakacağını arz eder ve ebedî bağlılık hislerimin Başvekil beyefendiye iblağını istirham ederim.”

Yassıada zabıtlarından

Yassıda Zabıtları’ndan, bu yardımın şairin eşine ulaştırıldığı anlaşılmakta. Ama aynı devlet, Hâmit’in eşine saygılar sunarken, Neslihan Kısakürek’i bakın nasıl sorgular.

“Başkan: Bu örtülü ödeneğin kanun dışı sarf edildiği iddia ediliyor ve bazı yerlere ve bazı şahıslara devlet hizmeti sayılmayacak mahiyette ödemeler yapıldığı da ayrıca iddia edilmektedir. Sizin de bu sahada bilgileriniz varmış, bu arada size de ödeme yapılmış, ne biliyorsanız söyleyin.

Neslihan Kısakürek: Ben örtülü ödenek ismini rahmetli Recep Peker’in yaptığı 100.000 liralık tekliften öğrenmiştim. Ondan sonra evimizde ne böyle bir isim ve ne de böyle bir mevzu geçti.

Başkan: Size şahsen bir ödeme yapıldı mı?
Neslihan Kısakürek: Evet, 1957 senesinde kocam N. Fazıl Kısakürek hapiste idi. Bir gün Park Otel’den Hususi Kalem Müdürü Muzaffer Ersü tarafından bizzat evime gelerek bana bir zarf getirdi ve bana geçmiş olsun dedikten sonra gitti. Bunun içinde üç bin lira para vardı.

Başkan: Başka?
Neslihan Kısakürek: Bu kadar efendim.
Başkan: Bu da işte örtülü ödenekten. Mesela siz bir kadınsınız.” (Naskali, 2005:167)

Görüyor musunuz aynı olay karşısındaki farklı tavırları. Lüsyen Hanım’a lâyık olan, Neslihan Hanım’a sorgu ve hakaret vesilesi oluyor. Bu gün kimi gazete yazarlarının Üstad’a yaptığı da aynısıdır. Niye? Çünkü o “Simit sarıklı Anadolular”dan.


[email protected]