Nefret ideolojisi olarak İslamofobi

Bülent Arınç / Başbakan Yardımcısı
21.09.2013

İletişim teknolojisindeki gelişmeler sayesinde sınırların kalktığı bir dünyada, kültürlerarası diyalog ve karşılıklı işbirliği alanlarının genişlediğini görüyoruz.


Nefret ideolojisi olarak İslamofobi

Bülent Arınç / Başbakan Yardımcısı

Fakat aynı zamanda farklılıklarımızı kabul etme ve birlikte yaşama düşüncesine karşı; nefret, dışlama, yabancı düşmanlığı, ırkçı söylem ve eylemlerde de ciddi anlamda artışlara şahit oluyoruz.

Kültürleri, medeniyetleri karşı karşıya getirecek anlayışlar, halklar arasında psikolojik duvarların inşa edilmesine neden oluyor.

Son derece sinsi şekilde, alttan alta ırkçılık gibi, anlayışsızlık, ayrımcılık, köktencilik, aşırılık gibi sorunlar toplumlara adeta ölümcül bir virüs gibi nüfuz etmeye çalışıyor.

11 Eylül saldırılarının ardından sadece ABD’de değil, başta Avrupa olmak üzere çok geniş bir coğrafyada topluma, İslamofobi adı altında yukarıda saydığımız sorunlar sistemli bir şekilde sirayet ediyor.

İslamofobi, aslında hem bir kavram hem de bir söylem olarak 11 Eylül saldırıları sonrasında günlük hayatımıza girmiş değildir.

Birçok araştırmacı islamafobinin köklerinin yüzyıllar öncesine dayandığı tezini savunmaktadır.

Hatta biraz kuşkucu bir şekilde bu söylemi irdeleyenler, bunun güvenlik konularında çalışan çok etkili düşünce kuruluşları tarafından, bazı politikacılar ve akademisyenlerin de yakın işbirliğiyle, henüz herhangi ciddi bir terör saldırısı gerçekleşmeden önce oluşturulduğuna dikkat çekmektedir.

Biz de bu noktadan hareketle İslamafobiyi; Batı toplumlarında yaygın olan, Müslümanlara karşı önyargıların, günümüz koşullarında yeniden harmanlanarak, İslam’ın ve dolayısıyla Müslümanların Batı toplumları için potansiyel bir tehdit olduğu algısına dayanan bir “nefret ideolojisi” olarak tanımlayabiliriz. 

Konuya bu pencereden baktığımızda, 11 Eylül ve bunu takip eden hadiseler istismar edilerek, nefret olarak tanımladığım bu ideolojinin etkinlik kazanmasına malzeme edilmiştir. 

Bir nefret ideolojisi olarak İslamofobi aynı zamanda bir baskı aracıdır da.

İslamofobi söylemi ile sistemli bir şekilde Müslüman ülkeler ve Müslümanlar Batı’ya karşı bir kompleks duygusunun içerisine itilmektedir.

İslamofobi söyleminin net bir şekilde bir baskı aracı olarak kullanılmasına Sevgili Peygamberimize hakaret içeren film sırasında tanıklık ettik.

Bir taraftan 1,5 milyarlık İslam aleminin kutsalına ağır hakaretler edildi, bu çirkinlik abidesi ifade özgürlüğü diye sunulmaya çalışıldı, diğer taraftan da masum bir şekilde bu filmi protesto edenler ifade özgürlüğü karşıtları gibi gösterildi. Şiddet içeren gösterileri biz de kınıyor ve asla kabul etmiyoruz. Fakat buradaki sebep-sonuç ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir.

Bu açıdan baktığımızda da İslamofobi’yi Müslümanlara ve İslam’a yönelik temelsiz korku, güvensizlik ve düşmanlıktan kaynaklanan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının güncel bir biçimi olarak görüyoruz. Ancak, Müslümanlara karşı önyargılar, düşmanlık ve ayrımcılık şeklinde kendini gösteren İslamofobi, bir dinin ve ona bağlı kimselerin hor görülmesine dayandığı için, ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının bildik biçimlerinden farklılaşmaktadır.

Hangi noktadan bakarsak bakalım İslamofobi bir insan hakkı ihlalidir ve Müslümanların insanlık onuruna yapılan bir saldırıdır.

Maalesef İslamofobi her ülkede farklı endişe ve reflekslerle kendini göstermektedir.

İslamofobi, el-Kaide terör örgütü ile hesaplaşma içeresindeki Amerika’da güvenlik, ağır iktisadi krizler yaşayan ve işsizlik sorunu ile karşı karşıya kalan  Avrupa’da ise ekonomik kaygılardan beslenmektedir.

Her iki sebepten de fatura Müslümanlara kesilmektedir. Bu aşırı güvenlik kaygısı Amerika’da yaşayan her Müslümanı potansiyel bir terör zanlısı, Avrupa’da ise ekonomik krizden etkilenen ve işini kaybedenlerin gözünde tüm göçmenleri, işsizliğin müsebbibi konumuna getirmektedir. Bu haksız ithamlara ve ırkçı uygulamalara karşı çıkmak, siyasilerden din adamlarına ve medya mensuplarına kadar hepimizin ortak siyasi ve ahlaki sorumluluğudur.

Maalesef bugün Müslümanların Batı dünyasında “öteki” olarak algılandığı bir dönemden geçmekteyiz. 

İslam’ın bir ırk olarak görüldüğünü ve Avrupa değerleri karşısında bu dinin daha az değerli olduğu fikrinin de yayıldığı gözlemlenmektedir.

Bireysel hak ve özgürlüklerin esas alındığı, çok kültürlü, farklı inançlara saygılı çoğulcu toplum olma iddiasındaki Avrupa’da son zamanlarda, sistemli bir şekilde,  Müslümanların Avrupa kimliğinin bir parçası olmadığı fikri yayılmaktadır.

Güvenlik söz konusu olduğunda sadece İslam’dan bahsedildiğini, bireysel haklar ve inanç özgürlüğü konusunda son derece prensipli bir duruşu olan ülkelerde bile,  Müslümanların bireysel hak ve özgürlükleri oylama yolu ile sınırlanmaya ve engellenmeye çalışılmaktadır.

Avrupa’da ırkçılık yerini İslamofobiye bırakmıştır.

Burada aydınların, medyanın da ciddi sorumluluğu bulunmaktadır. 

Kamuoyu oluşturucuları, entelektüeller, diplomatlar ve akademisyenler İslamofobi düşüncesinin karşısında yürekli bir şekilde durmak yerine yaşananları görmezden gelme gafleti içerisine düşmüştür.

İslam söz konusu olduğunda Batı medyasının haberlerinin taraflı olduğunu görmekteyiz. Oysa medya küresel etkisiyle mütenasip bir şekilde soğukkanlı hareket etmeli, itidali elden bırakmamalıdır. Olayları tam olarak analiz edip, net bilgilere ulaşmadan, peşin yargılar ile hareket etmek yerine, objektif bir yaklaşım sergilenmelidir.

Maalesef hem Avrupa hem de Amerika medyasında rastladıklarımız bizi ümitsizliğe sürüklemektedir. 

Medya İslam ve Müslümanlar ile ilgili olaylara ya kayıtsız bir tutum takınıyor, ya da yanlı bir yaklaşım içerisine giriyor.

Almanya’da bir Neo-Nazi gurubunun on yıl boyunca cinayetler işlemesi ve sonrasında ortaya çıkan gerçekler medya yöneticilerine bir ders olmalıdır. Aralarında Der Spigel gibi son derece saygın kuruluşların da bulunduğu medya, bu cinayetleri “Döner Cinayetleri” başlığı ile küçümseyerek sayfalarına taşımasaydı belki bu suç çetesi daha işin başında çökertilecekti.

Bu davanın Almanya’da geçtiğimiz aylarda görüşülmeye başlaması sırasında da skandal olarak tanımlayabileceğimiz uygulamalara şahit olduk. Türklerin öldürüldüğü davanın duruşmasını izlemek için Türk gazeteciler salona alınmadı. Kamuoyu baskısı sonucu ancak üç hafta sonra Türk gazetecinin duruşmayı izlemesine izin verildi. Üzülerek belirtmek istiyorum ki, her fırsatta, insan hakları, özgürlükler, bireysel haklar, kültürel çeşitlilik gibi evrensel değerlerin savunucusu olduğunu dile getiren Batı medyasının İslam ve Müslümanlara yönelik kullandığı dil son derece sorunludur.

İlkel, kökten dinci, İslamcı, aşırı dinci, hoşgörüsüz, otoriter, militan, orta çağdan kalma, kadınlara baskı yapan, radikal, acımasız, saldırgan, ataerkil, geri, zorba, yenilik istemeyen gibi ifadeler sistematik bir şekilde İslam ve Müslümanlar için kullanılmaktadır. Hatta son zamanlarda, militan İslam, İslamcı, aşırı dinci imamlar, radikal İslamcı din adamı, cihatçı hareketler, İslam faşizmi ve Kuran faşizmi gibi terimlerle karşılaşılmaktadır. Nazizim ve komünizm bile İslam ile karşılaştırılmaktadır. Medyanın bu tutumunun, Avrupa ve Amerika’da yaşayan Müslümanların entegrasyonuna zarar vermesi kaçınılmaz olacaktır. Bu yanlı ve yaralayıcı ifadelerin radikalizmi körükleyeceği, marjinal gruplara elverişli ortamlar hazırlayacağı unutulmamalıdır.

Avrupalı dostlarımız farkında mıdır bilemiyorum; bugün Avrupa’da yükselen yabancı düşmanlığı ve ırkçı söylemler Avrupa toplumların en temel dinamiğini oluşturan “açık bir medeniyet” anlayışını yok etmeye başlamıştır. 

Siyasetçiler şimdilik yükselen bir değermiş gibi görülen yabancı düşmanı aşırı sağ seçmenin oyunu kazanabilme kaygısı ile hareket etmemeli, aşırı söylemlere karşı kararlı bir duruş sergilemelidir.

Özellikle güvenlikten sorumlu kurumlar, tüm dikkatlerini Müslüman toplulukları izlemek, onları her an suç işleyecek potansiyel suçlular olarak yaftalamak yerine, etnik veya dini azınlıkları hedef olan ırkçı şiddete karşı durmalıdırlar.  

İslamofobiya artık Avrupa’da nerede ise bütün partilerin oy alabilmek için arkasına sığındığı bir neo-liberal ideoloji haline gelmiştir.

Popüler kültür ürünlerinde, örneğin sinema filmlerinde, dizilerde, müzikte, bilişim dünyasında, medyada, fotoğraflarda, karikatürlerde, hatta kimi zaman bilimsel olması gereken yazı, makale ve yorumlarda son derece ince, bilinçaltına hitap eden bir ırkçılığın ve ayrımcılığın empoze edildiğini üzülerek izliyoruz.

İslam ve Müslüman kavramlarının Batı dünyasında olumsuz ve kötüleyici çağrışımlara sebep olacak şekilde üretildiğine şahit oluyoruz.

İslam ve terörizm kavramları yerli ve yersiz son derece sorumsuz bir şekilde yan yana getiriliyor ve bu şekilde ayrımcılık körükleniyor.

İslam dünyasında bazı ülkelerin yerel kıyafetleri, sakalları, örtüleri, hatta kullandıkları bazı kelimeler bir terör aksesuarıymış gibi lanse ediliyor.

Toplumlara pompalanan antipatiler derin kaygıların ortaya çıkmasına, toplumların birbirine şüpheyle bakmasına sebep oluyor. Güven yerine korku ve şüphenin hakim olduğu bir toplumsal algı oluşuyor.’

Biz hiçbir semavi dinin teröre pirim vermeyeceğine inanıyoruz. Nasıl ki, Hıristiyanlık ve Musevilik terör ile yan yana getirilemezse aynı şekilde yüce dinimiz İslam’a da bu iftira yakıştırılamaz. Biz anti-Semitizmin de bir insanlık suçu olduğuna inanıyoruz. Aynı şekilde Hıristiyanlara yönelik ön yargıları, ayrımcılığı ve ırkçı tutumları reddediyoruz.

Ayrımcılığın bütün türleri gibi İslamifobia da bir ırkçılık türüdür ve bir nefret suçudur.

Akıl ve vicdan sahibi herkesin bu suça karşı durması bir insanlık görevidir.

Dünyada hiçbir terör eylemi ve terör örgütü o eylemi yapanların ya da o örgütün mensuplarının dini inançlarıyla değerlendirilmezken maalesef bazı terör eylemlerinin ardından 1,5 milyarı aşkın nüfusa sahip İslam dünyası hedef gösterilmekte, rencide edilmektedir. Sorumluk makamında olanların, özellikle devlet başkanlarının, medya yöneticilerinin, sivil toplum örgütlerinin gittikçe yükselen bu ciddi tehlike karşısında çok daha duyarlı davranmaları gerekmektedir.

Sadece kıyafetlerinden, konuştuğu dillerden, kültürel alışkanlıklarından dolayı hiç kimse suçlanamaz, yaftalanamazlar.

Terör saldırıları ile insanları katleden, toplumların güvenliğini tedirgin edenler dinleri ne olursa olsun yalnızca birer katildirler.

Ben buradan İslam ülkelerinin de ciddi bir özeleştiride bulunması gerektiğini düşünüyorum. 

Barışı, huzuru, sevgiyi hakim kılmak amacındaki İslam dininin temel ilkeleri ve tarihsel pratiği ortadayken, İslam ülkelerinde yaşan olumsuz tablo, demokrasi, hak ve hukuk konusundaki ihlaller hepimizin daha dikkatli ve sorumlu davranmasını gerektiriyor.

İslama karşı yapılan kara propagandayı boşa çıkarmak, yanlış algıları düzeltmek  ve ön yargıları kırmak için İslam dünyası olarak bizlerin adım atması gerekiyor. Müslümanlarla ilgili yanlış algılamaları gidermek için herkesten daha çok biz çaba göstermek zorundayız.

İslam ülkeleri ve müslümanlar, başta terör olmak üzere, faili kim olursa olsun, İnsanlığa karşı işlenen suçların karşısında net bir tavır almalıdır.

Aynı şekilde Batı dünyası da başta ABD ve AB olmak üzere kendi topraklarında hızlıca ve sinsice ilerleyen İslamofobia karşısında ciddi tedbirler almalı ve bu tehlikeli tırmanışı da engellemelidir. İnsanlık ancak birbiri ile konuşabildiği ve birbirini anlayabildiği zaman huzura kavuşur.

Sorumluluk sahibi her bir birey, yalnızca İslamofobia konusunda değil insanlığa karşı işlenen her türlü haksız fiil ve girişime karşı duyarlı ve ilkeli olmak zorundadır. Yirmibirinci yüzyılda bu hepimizin ortak insani, ahlaki ve siyasi sorumluluğudur.