Neneşteyi bilen, tanıyan var mı?

Abdurrahim Karadeniz / Yazar
4.07.2020

Biz çocukken köyümüzde, buğday nişastasına neneşte denir, lohusalara neneşteden pelte pişirilip götürülürdü. Dökülen pelte henüz sıcakken tabağa bir dal da fesleğen koyulurdu. Çünkü fesleğenli peltenin lohusayı çabucak sağalttığı bilinirdi. Fars nişastasını önce neneşteleştirip Türkçeleştirmiş sonra da unutmuşuz.


Neneşteyi bilen, tanıyan var mı?

Türk diline kimse bakmaz idi

Türklere hiç gönül akmaz idi

Garibnâme/Âşık Paşa

Karantina günleri başlarken durağanlaşacak hayatı, kısmen canlandırabilmek için balkondaki kapalı bölmeye iki güvercin alınır. Kuşlar, kısa sürede yumurtlar. On sekiz gün sonra yumurtaları, içerden, âdeta torna tezgâhında kesilmiş gibi zanaatçı yavrular kesip ortaya çıkar. Sokaktaki hayat durağanlaştıkça balkonda farklılaşan, değişip gelişen bir canlılık vardır. Yavruların renkleri, şekilleri tam güvercine benzemeye başlamışken minik zanaatçılar hastalanıverir. Üstelik babalarının da hastalandığı gözlenir.

Yemdeki tarım ilacı

Hastaların hâli, mahallenin deneyimli kuşçusuna danışılınca ‘Yemden!’ denir. Kuşlara verdiğimiz yemlerde bolca tarım ilacı var. İki kanat bir kuyruk, dayanamıyor bu kadar ilaca. Ne yapılacak peki? Sirkeli suyla yıkanacak buğday. En azından sonradan atılan ilaçlar temizlenir.

On iki bin yıllık geçmişiyle yerleşik medeniyetin, tokluk ve uygarlık sembolü buğday, sirkeli sularla yıkanır. Güneşlere serilir kuruması için. Islak buğdaylar güneşlere serilince, çocukluktan kalma keskin bir kokuyla burun buruna gelinir. Çocukluğun yaz sonlarında nineler, anneler, hısım akraba, konu komşu toplanır; buğdayla uğraşılır, sonra da dam üstlerine neneşteler serilir... Tanıdık koku, neneşte kokusudur.

Gel gelelim evde neneşteyi bilen, tanıyan yoktur. Derhâl sözlüklere bakılır: Güncel Türkçe Sözlük, Tarama Sözlüğü, Derleme Sözlüğü’nde neneşte bulunamaz. Fakat Güncel Türkçe Sözlük’te nişasta için: “Tahıl tanelerinden, mercimek, bezelye vb. bakla türleri veya patates gibi birtakım yumrulardan özel yöntemlerle çıkarılan una benzer bir madde...” açıklamasının altında: Buğday nişastası. Mısır nişastası. Patates nişastası. Pirinç nişastası, gibi örnek cümleler sıralanmıştır.

Lohusaya ikram

Biz çocukken köyümüzde, buğday nişastasına neneşte denir, lohusalara neneşteden pelte pişirilip götürülürdü. Dökülen pelte henüz sıcakken tabağa bir dal da fesleğen koyulurdu. Çünkü fesleğenli peltenin lohusayı çabucak sağalttığı bilinirdi. Fars nişastasını önce neneşteleştirip Türkçeleştirmiş sonra da unutmuşuz. Artık lohusalara puding götürülüyordur. Ama değişmiş bir sözcük, başkalaşmış bir duygunun, başkalaşmış bir yaşantının göstergesidir. Acaba pudingin de sağaltıcı etkisi, bir şu kadar yıldır, deneyimlenmiş midir? Neneştenin boşluğunu doldurabilmiş midir?

Hiç kuşkusuz mesele, her ikisi de Türkçe olmayan, neneşte-puding kıyaslaması yapmak değil. Ernst Cassirer’in dediği gibi insan tamamen fiziksel bir evrende değil sembolik bir evrende de yaşar. Dil, mit, sanat ve din sembolik dokuyu oluşturan çeşitli bağlardır. Düşünce ve deneyimde kaydedilen ilerleme, bu sembolik dokuyu güçlendirir ya da zayıflatır. ... Çünkü kavramsal dilin yanı başında duygusal bir dil, bilimsel ya da mantıksal dilin yanında, şiirsel hayal gücünün dili vardır.

Yine neneşte-puding ikileminden yola çıkarak ‘diller arasındaki ayrılıklar, adlandırma ayrılıklarına indirgenebilir. Hatta ‘ikinci bir dil öğrenmek demek, yalnızca eski ad dizelgesine her noktada koşut yeni bir ad dizelgesi öğrenmek demektir’ diye düşündüğümüzde mesele, büsbütün farklılaşıp derinleşir. Kelimeler hayat pratikleridir. Ve ‘bir ulusal kültür pratiği olmadığı sürece dil, hareketsizleşir.’

Dil ve psikoloji

Dille psikolojiyi birbirini tamamlayan iki yarım gibi düşündüğümüzdeyse üretemeyen bir dili konuşanların psikolojisini, nihayet sosyolojisini hayal edebilir; düşünsel ve yaşamsal dinamiklerden ne kertede kopulacağını düşünebiliriz. Ayrıca bir ‘dil dizgesinin doğası gözönüne alınmadan, bir bilgi biçiminin kazanımı ya da kullanımıyla hiçbir bilim dalı kendisinin verimli olduğunu düşünemez.’

Kelime ölünce...

Diller, binlerce yıllık geçmişleriyle çok büyük organizasyonlar. Ama ‘o dilleri konuşan halklardan daha fazla yok olur’lar. Zira dil, kelimelerle; kelimeler, gelenek ve göreneklerle, düşünceyle gündelik hayata dâhil olup hayata, kendi tarihsel anlam derinliğini katar. Gelenek, kelimeyi beslerken kelime de geleneği yaşatır. Kelime ölünce, ölen kelimeyle birlikte sürüp gelen düşünüş biçimi, yaşantı şekli de önce zihinlerden sonra gündelik hayattan çekilir. Böylece önce ağızlar ve yerel diller, sonra ulusal diller, nihayet dünya kültürü, giderek daralır. Oluşan boşluğa başka bir kültür yerleşmez. Çünkü boşluk hissedilmez. Öteki kültür, hayatı öteleyerek, daraltarak kendine yer edinir. Böylece ‘Dilin de kültürün de binlerce yıl süren, insanların ruhunda aynı anda vuku bulan oluşumu’ sekterleşir.

Pek çok dil; ekonomik, kültürel, politik, dinî veya başka sebeplerden dolayı kaybolmuştur. Bir dilin kaybolması için mutlaka azınlık dili olması da gerekmez: Avrupa’da çoğunluk dillerinin çoğunun yerini, doğudan çeşitli dalgalarla göç eden azınlıkların dilleri aldı. Dillerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması, bugün, insanlığın en büyük kültürel meselelerinden biridir ve muazzam bilimsel ve insanî sorunlar çıkarmaktadır.

Amerikanlaştık

Zira bugün dünyada konuşulan yaklaşık üç bin dilden ancak yetmiş sekizi bir edebiyat ortaya koymuştur. Bu yetmiş sekiz dilden yalnızca beş ya da altısının uluslararası bir okur kitlesi vardır.  

Doğu’dan gelen toplumlar, Avrupa’nın çoğunluk dillerinin en azından bir kısmını tarihin bir evresinde yok etmiştir. Günümüzde ise görsel, işitsel, medyatik iletişim; önce yerel ve bölgesel hayatı derinden sarsıyor. Bu etkinin, ulusal kültüre yansımaması mümkün mü?

Julya Kristeva, bir söyleşisinde, yabancının yazgısının esasen ana katilliğine bağlı olduğunu düşündüğünü söyler. Kristeva’ya göre yabancı, ana dilini terk eden kişidir. O, ocağını terk eder ve yeni bir kimlik edinir. Bir tür yeniden doğuştur bu ve ölümün varlığı demektir.

Kişi, kelimelerini yitirince memleketinden, yurdundan ayrılmadan da kendine yabancılaşabilir. Böylesi yabancılaşmalar sinsi, zamana yayılan cinsten ama fark edildiğinde yakıcı. Unutulmaz valimiz Recep Yazıcıoğlu, 1997’de Kırıkkale Üniversitesindeki söyleşisinde böylesi yakıcı bir anısını paylaşmıştı:

Tokat’ın bir dağ köyüne gittik. Köyde bir nineyi ziyaret ettik. Nine, bize cacacola ikram etti. Anacığım, hiçbir ikram olmasaydı da gönlümüz hoştu ama maden ikram edeceksin ekşi bir ayranın yok muydu? Olmaz mı oğlum, var tabii. Ama sizin gibi misafirlere ayran ikram edilemez ki!

Recep Yazıcıoğlu’nun yürek yangınını Adonis’e yorumlatalım:

Entelektüel düzlemde, gündelik yaşam düzleminde başka bir kültür inşa etmekteyiz, dünya bu yolda. Kelimenin kötü anlamında Amerikanlaştık. Yaratıcı entelektüel boyut geriliyor, ne yazık ki bir çöküş söz konusu. Uluslararası pazar, dünya pazarı ile bu kültür arasında bir ittifak var.

Pazara bağlı kültür

Yeni kültür, esasen pazara bağlı. Bu, her şeyi öldürüyor, her şeyi değiştiriyor, bütün değerleri... İnsanın belli bir ilkelliğe geri döndüğü yeni bir evreye girmekteyiz. Gözün ve kulağın kültürü var yalnızca. Bu yüzden dillerin çizdiği farklı düşünce ve hayat coğrafyaları hızla tektipleşiyor.

Dil, kendi dışında oluşan ‘gerçeklik’in insan zihninde ‘yansıtılması’na olanak sağlayan basit bir araç değil, doğrudan o ‘gerçek’in kuruluşunda bulunan toplumsal bir pratik olarak hayatı kurar. Bu hayatın içinde biz, dil sayesinde yalnızca ne olduğumuzu anlamaya değil, kendi durumumuzu bütünlüklü biçimde tasavvur etmeye de imkân buluruz.

Aslında her şey, neyi öğrenmek, neye ulaşmak, nasıl görünmek, nasıl olmak istediğimize bağlı. Fakat istek, bize bağlı değil. Zira yaşadığımız dünyada merkez yok, çevre yok, köy yok, şehir yok. Hem her yer çevre, hem her yer merkez. Hem çevredeyiz, hem merkezde. Hızla küreselleşerek yabancısı olduğumuz bağlaşık bir bütüne daha fazla katılıp hiç tanımadığımız çok çok küçük bir azınlığın evren kuşatmasının öksüzleri mi oluyoruz?

[email protected]