Neyin kavgasını ediyoruz?

Prof. Dr. Erol Göka / Necmettin Erbakan Ünv. Öğr. Üy.
21.09.2013

Segmenter toplumumuzdaki semboller mücadelesi, Batı’daki sınıf mücadelelerinden daha pahalıya patlıyor. Sınıf mücadelesi daha reel; pazarlık etme ve sonuçta uzlaşma imkanı var. Semboller etrafında dönen segment mücadeleleri ise, duygusal bir zeminde cereyan ettiklerinden kimlik ve kişilik konularında pazarlık imkansız.


Neyin kavgasını ediyoruz?

Nasıl bir insanın kişiliğindeki olgunluk düzeyini karşılaştığı (özellikle gerilimle yüklü) olaylara karşı gösterdiği metanet, dayanma ve baş etme becerilerinde arıyorsak toplumların organizasyon gücündeki gelişme düzeyi için iktidar-muhalefet ilişkilerindeki inişli ve çıkışlı seyri tolere edebilme yeteneğine bakılmalıdır. Elbette farklı fikirler, farklı tavır ve karşılıklı tepkiler olacaktır; önemli olan tüm bunların en nihayetinde birliğimize halel gelmeyeceği bilinci ve adaletinden emin olunan bir demokrasi ve hukuk düzeni çerçevesinde cereyan edebilmesidir.Gezi olaylarıyla birlikte ve ardından ortaya çıkan bir dizi gelişme, iktidar-muhalefet ilişkilerinde havsalamızı zorladı. “Hepimizin” olan kamu malına zarar verirken gösterilen rahatlık, güvenlik güçlerine karşı “barışçı” ve “anayasal gösteri hakkı” nitelemeleri içinde değerlendirilmesi mümkün olmayan, şiddeti meşrulaştıran protestolar... Özellikle başlangıçta tüm bu yapılanları bile anlayabilir, muhalefetin umutsuzluğunun çaresizlik noktasına geldiğiyle ilgili mülahazaların içine yedirebilirdik. “Biz böyle davrandık ama nedeni iktidarın şu tutumuydu” diye başlayan açıklamaları meşru görmeye de dünden razıydık. Tahkir ve tezyif etme amacı aşikar olan kimi tepkileri, çok zorlansak da “ironik eleştiri” başlığı altına katmamız bile mümkündü. “Hükümetin dış politikasını asla tasvip etmiyoruz, bölgemizde huzuru ve barışı sağlayıcı, özgürlükleri ve demokrasiyi ilerletici bulmuyoruz!”, “Toplumun menfaatine görmediğimiz için Türkiye’nin olimpiyatları düzenlemesini istemiyoruz!” tarzındaki görüşleriyse nitelikli muhalif fikirler olarak öpüp başımızın üzerine koymaya hazırdık. Havsalamızı zorlayanlar, bunlar değildi.Başbakan’ın “diktatör” ilan edilerek inanılmaz bir öfke ve nefret yöneltilmesi, izlediği siyasetin tam aksi yönde tavır alınmasının bir reflekse dönüşmesi... Başka zamanlarda sağduyuyla pekala makuliyet çizgisinde buluşulabilecekken artık bu ihtimalin ortadan kalkması... Ülkede eski hegemonların ekonomik-medyatik destekçileriyle, Mısır’da darbeciyle, Suriye’de halkını katleden zalim yöneticiyle taraf olunması... Ülkenin ekonomik halini olumsuz etkileyecek her türlü felaket senaryolarından medet umulması... Olimpiyatları düzenleme hakkının Türkiye’ye verilmemesine dünyada en çok sevinenlerin muhalifler arasından çıkması...Gezi olaylarıyla birlikte ülkemizde ortaya çıkan tablonun, beklenen, olağan kabul etmemiz gereken “toplumsal” ve “siyasal” panoramayla izahı mümkün değil. Neresinden bakarsak bakalım bu durumda bir olağanüstülük, anormallik psikolojisini yardıma çağırmamız gereken bir tuhaflık var. Gülay Göktürk’e “Kaderde, tasada ve kıvançta ortak değiliz artık. Bir millet değiliz belki de...” dedirten bir tuhaflık. “Bir insan ya da bir topluluk, ülkesinin beğenmediği yöneticilerine, karşı olduğu iktidarına muhalefet ederken nasıl olup da toplumu birleştirdiği sanılan tüm değerler manzumesini hiçe sayar, ortak çıkarımıza olduğu varsayılan bir durumun tam tersinin gerçekleşmesi için çabalar ve bu doğrultuda en olmayacak İttifaklarda bir beis görmez?” diye sormadan edemediğimiz bir tuhaflık.Bu arada hemen, tarihsel-toplumsal psikolojimizle ilgilenen birisi olarak Gülay Göktürk’ün serzeniş dolu saptamalarını uygun bulmadığımı söylemeliyim. Biz yüzlerce yıldır olduğu gibi bugün de bir milletiz elbette ama her toplum gibi biz de birçok gururlandırıcı özelliklerimizin yanında ama “keşke şu niteliklerimiz olmasaydı” dediğimiz yanlara sahibiz. Sanki kaderde, tasada ve kıvançta artık “bir” değilmişiz hissi uyandıran, “tuhaf” dediğimiz girdaplara sürüklenmemize neden olan özelliklerimiz, işte bu “keşke olmasaydı” dediğimiz yanlarımızdan kaynaklanıyor. Keşke olmasaydı ama tarihimizde de toplumsal psikolojimizi uçlarından tutup acımasızca buran, kıvrandıran; “Neler oluyor bu millete?” dedirten benzeri tuhaf hallerimiz var. O halde var olanı analiz edip bu durumun içinden nasıl çıkacağını düşünmekten başka çaremiz bulunmuyor. 

Aklımızda tutmamız gerekenler

Nasıl olup da bazı hallerde bir toplum olma bilincinin tam aksi istikamette davranabildiğimizin cevabının bir kısmını, tarih boyunca süren segmenter toplumsal yapımızın kolektif psikolojimize yansımasında bulabiliriz. Biz, eski zamanlarda aynı kandan olmanın, akrabalığın ön-plana alındığı modern zamanlarla birlikte kimlikler, ideolojiler, yaşam tarzları ekseninde şekillenen bir takım semboller ve değerler etrafında birleşen insanlardan oluşan kümelere ya da segmentlere bölünmüş bir toplumuz. Türk toplum yapısında birincisi soy-boy tarzında sağdan sola; ikincisi aynı boy içinde ak-budun ve kara-budun diye ayrımlara yol açan yukarıdan aşağıya ikili bir segmentasyon bulunuyor. Ama yukarıdan aşağıya doğru olan ikinci segment önemli değil, çünkü büyük çatışmalar üretmiyor; ak-budun ve kara-budun arasında sınıf kavgası neredeyse hiç olmuyor. Bunun sebebi, segment-içi çatışmaların segmentler arası gerilim ve çatışmalarla nötralize edilebilmesi. Bizim “öteki”miz, uzak-yabancılar değil, genellikle diğer segmentte yer alanlar. 

İlk bakışta bu özelliğimiz, çok olumluymuş gibi algılanabilir. Ama öyle değil. Segmenter toplumumuzdaki semboller mücadelesi, Batı’daki sınıf mücadelelerinden daha pahalıya patlıyor. Sınıf mücadelesi daha reel; pazarlık etme ve sonuçta uzlaşma imkanı var. Semboller etrafında dönen segment mücadeleleri ise, duygusal bir zeminde cereyan ettiklerinden kimlik ve kişilik konularında pazarlık imkansız. Türk toplumunda Batı’da olduğu gibi sınıflar oluşmayınca, herkesi bağlayan bir toplumsal sözleşme de, sözleşme yapma geleneği de yok. Türk toplumundaki bu segmenter yapı, birliğimizin krize girdiği zamanlarda içimizden bir düşman üreterek dışarı atmaya, tüm kötülükleri onun üzerine boca etme tavrımızın ana müsebbiplerinden. “Öteki”miz, kendi içimizde olduğundan dışarıya karşı bir ortak duyguyla harekete geçmekte de zorlanıyoruz.Bu yapıyı devleti merkez alan, devletten bağımsız ekonomik, siyasal, toplumsal yapılara yer bırakmayan toplumsal ve psikolojik dinamiklerle ve sorunlarını daha ziyade şiddete dayalı yöntemlerle çözmeye çalışan davranış kalıplarımızla birlikte düşündüğümüzde tablo berraklaşıyor. Her şeyin devlet eliyle merkezden belirlenebileceğine inanılan ve tüm toplumsal süreçlerin bir kudret ve iktidar mücadelesi olarak görüldüğü kültürümüz, segment çatışmalarını daha da sertleştiriyor. “iktidar”ı ya benimsin ya kimsenin denilen bir karasevda haline getirebiliyor.Bugünkü mevcut durumda gördüğümüz tuhaflığı açıklarken tarihsel psikolojimize dayanarak yapılan bu saptamalar önemli ama tek başına asla yeterli değil. Kaldı ki toplumumuz, milletimiz sadece Türk etnisitesinden müteşekkil olmadığı gibi, zamana bağlı olarak ortaya çıkan ve analize katılması gereken birçok yeni olgu söz konusu. O halde söylediklerimize günümüzle ilgili ilaveler yapmalıyız. 

Post-Kemalist döneme girdik ama...

İran İslam Devrimi’ni izleyen yıllarda, bir Avrupa ülkesinde yapılan uluslar arası güreş müsabakalarının birinde, finalde Türk ve İranlı sporcular karşı karşıya gelmişti. Salonu tıklım tıklım dolduran seyircilerin de hemen hemen yarısı Türk ve yarısı İranlıydı ve canhıraş biçimde kendi sporcularını destekliyorlardı. İlk bakışta algılanmasa da, o zaman için bu görüntüde çok şaşırtıcı bir durum vardı. İranlı seyirciler hiç de devrime destek olan kimselere benzemiyorlar tam tersine o sıralar ülkemizde de çok sayıda bulunan ve dünyanın birçok yerine dağılmış olan İranlı mültecilerden oluştukları izlenimi alınıyordu. Ülkesinde gerçekleşen yeni siyasi duruma karşı muhalif bir tavır almalarının neticesinde yurtdışında yaşamak zorunda kalmış olmalarına rağmen İranlılar, uluslar arası platformlarda ülkelerini desteklemekten bir an olsun geri kalmamışlardı. “Ak Parti Hükümeti ne yaparsa yapsın hatalıdır ve ben onun tam aksi istikamette tavır alırım” anlayışında olan yeni “tuhaf” muhalifliği İranlıların bilmediklerini vehmediyorum. Ama onların bilgisizlikleri cehaletten değil, tarihsel psikolojilerinin bir başarısından kaynaklanıyor. Şöyle ki:İran toplumu, Sasani İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından İslamlaşma ve Türk egemenliğinde kalma, Şiileşme ve sert hanedan çekişmelerine rağmen güçlü Pers kültürü mirası üzerine Şiiliği yerleştirerek “İranlılık ruhu”nu modern zamanlarda bile her şart altında yaşatabilecek bir imkana sahip oldu. Aynı fırsatı bizim yakalayabildiğimizi söylemek ise oldukça zor. Cumhuriyet’imiz bin yıldır bu topraklarda oluşan millet mayasına dayanmak, tarihi mirasımıza sahip çıkmak yerine, yeni bir hayali ulus inşa etmek amacıyla, muhtevasını vâsilerin tanımladığı “çağdaşlık, Türklük, Müslümanlık” değerlerini eksen alan eklektik, kırılgan bir kimlik ve “Kemalizm” denilen bir resmi ideolojiyle yola çıktı. Resmi ideolojinin suni havası, toplumun çeperlerine kadar yayılmaya çalışılarak sanki aramızda milli bir birlik ve beraberlik varmış görüntüsü verildi. Ama vesayetçiliği ve hayali ulusa uymayan kimlikleri bastırmayı zorunlu kılan bu yol haritasıyla uzun süreli bir yolculuk mümkün değildi.12 Eylül 2010 Referandumu’yla birlikte resmi ideolojinin cenderesinden milleti kurtarmak, Cumhuriyet’imizi demokrasi ve özgürlüklere dayalı bir restorasyona tabi tutmamız gerektiği açık hale geldi. O zamandan bu yana “post-Kemalizm” dönemine girmiş bulunuyoruz ve henüz yolun başlarında sayılırız. Cumhuriyet’imiz tarihimizle barışabilir, vesayetçi ve baskıcı özelliklerinden arındırılarak, bu mümbit toprakların fideliğinde demokrasi ve özgürlük tohumlarının binlerce çiçek açmasıyla çok daha güçlü bir biçimde yoluna devam edebilir ya da tarihimize ve dünyanın gerçeklerine gözlerimizi kapatarak meçhul bir geleceğe yolculuğumuzu sürdürebiliriz. 12 Eylül 2010’dan beri tam da yolların çatallandığı bu kavşakta bekliyoruz. Bekliyoruz ama bu statik bir bekleme değil, pandoranın kutusunun açıldı, resmi ideolojinin sis dağılınca eski ve yeni Türkiye’den yana olanlar her geçen gün daha açık biçimde görünür hale geldiler. Bekleme ve belirsizlik, insan tekinin ve toplumların en zor katlandıkları, şiddet eğilimlerinin artarak pusuya yattığı sıkıntılı hallerdir. Böyle restorasyon dönemlerinde özellikle toplumun eskiye sahip çıkan kesimlerinde sorunları çözme becerilerinde gerilemeler görülebilir ve siyasi akla göre hareket etmek yerine kendilerini tarihsel psikolojik eğilimlerin akışına bırakabilirler. Tıpkı eski Türkiye’den yana olanların muhalefette sınır tanımadan, kendilerini sıfırın altında bir seyir izlemeye bırakıvermeleri gibi... İlk iki dönemde Ak Parti hükümetlerini yaptıkları olumlu işler nedeniyle alkışlayabilenlerin 12 Eylül 2010’dan sonra yapılan her şeye karşı çıkmalarının nedeni bu. Sıfırın altındaki muhalefeti açıklamak için genel hatlarıyla söyleyeceklerimiz bunlar. Ama dikkatli okuyucu, “Tam olmadı Hocam; bu analiziniz ancak eski Türkiye’den yana olan segmentlerin tutumunu açıklayabilir; mutedil-mütedeyyin insanlar yıllarca bu ülkede muhalefette kaldılar ve asla böyle bir tavır içine girmediler” derse, Rahmetli Menderes’in darağacındaki son sözlerini örnek gösterirse susarım. Evet, “Hayatımın son anlarını yaşadığım bu zamanda devletime ve milletime sonsuz saadetler diliyorum” diyebilen mutedil-mütedeyyin segment var, yeni Türkiye’den yana olanlar da çoğunlukla onlar. Bu segmentin durumu ve yeni Türkiye’nin kuruluşunda yapılması gerekenler bir başka yazıyı hak ediyor.

[email protected]