Nobel ekonomi ödülü bu yıl bir fıkıh alimine verildi!

Esat Arslan / Yazar
5.12.2015

Gerçek bir İslam iktisadı fıkıhçısı Kuran’ı ve sünneti bildiği kadar bu tarihsel doğayı, onun potansiyellerini, sınırlarını, nereye doğru dönüştürülmesi gerektiğini ve bu dönüşümün nereye kadar mümkün olduğunu bilebilen adamdır. Aksi takdirde Allah’ın iktisattan muradının ne olduğunu kavrama şansı bulamayacaktır. İslam kelamcısı olmak Derrida metafiziğine nüfuz edebilmek, İslam dervişi olmak Stefan Zweig’ın ruh tahlillerine hakim olmak anlamına gelir modern zamanlarda.


Nobel ekonomi ödülü bu yıl bir fıkıh alimine verildi!

Geleneksel kelamımız, fıkhımız ve tasavvufumuz sekizinci ve dokuzuncu asırlardan başlayarak sıfırdan bir dünya yaratmıştı. Bu dünya güzel bir dünyaydı. Öyle ki belli yerleri pörsümüş olsa bile 18. yüzyılda dahi Batılılar hala kelamın, fıkhın ve tasavvufun yarattığı bir dünya olan Osmanlı Barışı’na ibretle bakıyordu.

18. yüzyıldan sonra Batı dünyası için durum değişmeye başladı. Aydınlanma’yla beraber artık Batı kendi toplumunu inşa ederkenki harcı İslam dünyasından almayı bırakmış kendi yağıyla kavrulur hale gelmişti. Oysa Haçlı Seferleri’nde İslam’dan büyülenmiş Batı için durum bu değildi. 16. yüzyılda Rönesans ve Reform esnasında yaygın olan ve Erasmus’un Hıristiyanlık taassubu yüzünden karşı durmaya çalıştığı İslam hayranlığının Batı’sı da bu değildi. 18. yüzyıla kadar Batı alemine katılmış İslam harcı hesaba katılmazsa ne Rönesans’ın yeryüzünü gözlemeye tutkun ruhu, ne Reform’un Kilise’nin tanrısal otoritesini reddeden bireyci dindarlığı, ne de Aydınlanma’nın ‘doğal/fıtridin’ci tutumu anlaşılabilir. Ne de muhtemelen Fransız İhtilalinin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri. Tüm bunlar, İslam’ın yeryüzüne hediye ettiği başarıların Batı’nın kendi süzgecinden geçirdiği ürünlerden ibarettir.

Faust’taki akıl büyüledi

1789’da Napoleon’un Mısır’a girişiyle başlayan süreçte artık yapmak istediği binaya dışarıdan harç katması gereken medeniyet İslam olmuştu. Batı sadece sanayisinin ve askeri teknolojisinin gücüyle değil, bizatihi yaratmış olduğu kültürel alemin manevi cazibesiyle de genç Müslümanların beynini büyüledi. Newton fiziğindeki, Adam Smith’in ekonomisindeki, Goethe’nin Faust’undaki muazzam yaratıcı güç ve akıldı İslam’ı büyüleyen. Ve bunların eşi benzeri İslam dünyasında yoktu. Yaratıcılık ve içinde mündemiç akıl ölçü alınarak kıyaslandığında ne Cabir ibn Hayyan Newton’la ne İmam Şafii’nin Risale’si Kant’ın pratik akıl eleştirisiyle yarışabilir. Ne de Mevlana’nın Mesnevi’si Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı karşısında ayakta kalabilir.

Bildiğimiz medeniyetler arasında Batı kadar yaratıcı gücü, aklı, hayal gücünü, ahlak düşüncesini geliştirebilmiş başka bir medeniyet yoktur. Buna kuruluşundan itibaren İslam medeniyeti de dahildir. Kant’ın ahlaki aklı, Kuran’ın ve sünnetin ruhundan daha gelişkin olmasa da yedinci asırda, asrın koşullarına göre biçimlenmiş ahlak anlayışından daha üstündür. Kant’ın pratik aklına göre kimse köleleştirilemez ve kadına dayak atılamazken, Kuran ve sünnetin o dönemdeki biçimlenişine göre, her iki kurum da alabildiğine kısıtlanmasına rağmen hala hayattadır.

Bu Batı’nın özsel üstünlüğünden doğmaz. Batı, zamanda ileri bir noktada ortaya çıktığı ve geçmiş medeniyetlerin birikimini değerlendirmiş olduğu içindir ki şimdiye kadarki en gelişkin medeniyeti yaratmıştır. Onun gelişkinliğini mümkün kılan, insanlık serüveninin o zamana kadar kaydedilmiş başarılarını ustalıkla işlemiş olmasıdır. İslam medeniyeti de 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar bilinen dünyanın en gelişkin medeniyetiydi. Ve onun başarısı da kendisine kadarki insanlık serüvenini kendi potasında eritmiş olması olgusuna dayalıdır. Hint, İran, Hermes, İbrani düşünceleri Kuran potası altında eritilmiş olmasaydı, İslam tasavvufu denen muhteşem bina sadece ve sadece Kuran ve Sünnet etüd edilerek meydana çıkarılamazdı. Eğer Aristo’nun doğru düşünmek için tasarladığı ‘mantık’ denen muazzam aletinden haberdar olunmasaydı, fıkhı doğru düşünmek için fıkıh usulü diye bir alet tasarlamak muhtemelen mümkün olmazdı.

Fıkha Kant’ı aşılamak...

Batı düşüncesi tevarüs edilmeye devam edilmelidir. Klasik tefsirimize Batılı hermeneutiği aşılamak, fıkıh ilmine Kant’ın pratik aklını aşılamak, tasavvufa Nietzscheci hassasiyetler katmak asla ve kat’a hor görülmemelidir. Sufiler nasıl Hint, İran, Hermes ve İbrani birikimlerini Kuran potası altında eriterek tasavvufu inşa etmişlerse, modern zamanlarda da İslam, kendini Batı ve Doğu medeniyetlerinde üretilmiş çağdaş birikimi Kuran potası altında eriterek inşa etmelidir.

Bunu yapmak İslam’ın safiyetini bozmaz mı? Bu soru başka bir noktayı gözlerden kaçırıyor. Batı bugün için sadece yeryüzünün en gelişkin medeniyeti değildir. Batı bugün bildiğimiz toplumsal dünyayı yaratmış olan medeniyettir aynı zamanda. Bugün bildiğimiz doğa bilimi ve teknik, ekonomi düşüncesi ve çağdaş kapitalizm, siyaset felsefesi ve BM kurumu etrafında örgütlenmiş demokratik devletler, roman ve sinema sanatı vs hepsi ama hepsi Batı’nın tezgahından çıkmış ürünlerdir.

Eğer İslam dünyaya mal olacaksa, eğer ümitlerimiz üzere bir gün İslam’ın değerleri içinde bulunduğumuz dünyaya yeni bir yön kazandıracaksa, İslami bilimlerimiz, fıkhımız, kelamımız ve tasavvufumuz içinde bulunduğumuz dünyayı tanımak zorundadır. Bizim birer Müslüman entelektüel olarak Şatıbı’yi ve Wallerstein’ı beraberce okuyor olmamız yetmez, Wallerstein bizatihi Şatıbi düşüncesine eklemlenmeli, fıkıh düşüncemiz bizatihi Wallersein’la konuşur bir yapıya kavuşturulmak zorundadır. Nietzsche’nin kuvvetler düşüncesinden kelam ilmindeki ilahi isimler düşüncesine varabilmeli, İslam’ın cihad ayetlerinin Kant’ın ahlak anlayışıyla bağlantısını tartışabilmeliyiz.

İntikali korursak ne olur?

Bunu yapmazsak ve İslami ilimleri gelenekten bize intikal ettiği şekliyle korumaya çalışırsak ne olur? En başta yeryüzüne biçim verme yeteneğini kaybederiz. Batı’nın yarattığı bir dünyada, Batı’nın yarattığı bir demokrasi içerisinde Batı’nın yarattığı ekonomik kurumlara hiç ama hiç müdahale etmeyip, onları hiç mi ama hiç kendimize mesele yapmayıp, onları -pratiğe gücümüz yetmese de sırf teorik olarak da olsa- dönüştürmeden İslam ekonomisini hayata dökmeye kalkmak İslam’ın ekonomik normlarını Batı’nın yarattığı kapitalizme entegre etmekten başka bir anlama gelmez. Biz kendi içimizde İslam’ın normlarını hayata döküyoruz sanırken, aslında yaptığımız kapitalizmin kurallarına İslami meşruiyet kalıpları bulmaktan ibarettir.

Oysa doğru bir İslam ekonomisi anlatısı, yani iktisat fıkhı, içinde bulunduğu dünyayı (kapitalizmin doğasını ve işleyiş mantığını) tanıyabilmeli, bu makinenin neleri kaldırabileceğini neleri kaldıramayacağını hesap edebilmeli, nelerin İslami ideallere göre dönüştürülmesi, nelerin korunması ve geliştirilmesi gerektiğini bilmeli, hasılı eksiksiz bir iktisat fıkhı bünyesinde Batı’da üretilmiş iktisat bilimini, bu iktisadi sistemin kritiğini, İslam’ın iktisadi ütopyasının ne olduğunu ve bugünkü dünyadan İslam’ın ütopyasına geçişin neleri içerdiğini de bünyesine taşımış olmalıdır. Kısaca bugün için iktisat fıkhı sadece geleneğimizce üretilmiş İslam hukuku kurallarını bilmek ve bunu çağdaş kapitalizme adapte etmek değil, Batı’da üretilmiş iktisat bilimini, kapitalizmi eleştiren iktisat felsefelerini ve yeni bir dünyanın nasıl olabileceğini tartışan ütopistik düşünceyi de bünyesine alabilmeli ve bu alanlarda da katkıda bulunabilmelidir. Bu akıl yürütmeyi kelam ve tasavvuf ilimlerine de uygulayabiliriz

Fakat geleneksel İslam fıkhının yapısı bu söylediğim dönüşüme müsait değildir. O toplumu henüz şekillenmemiş amorf bir dünya, bir heyula olarak kavrar ve sadece ve sadece Kuran ve sünnetin özel ve tarihte üretilmiş insan eseri bir yöntemle okunuşundan türettiği kuralları bu heyulaya dayatma görevini yerine getirmiş olmak için yeterli addeder. O bu görevi modern dünya öncesinde başarıyla uygulamış olduğu için bugün de aynı görevi eksiksizce yapabileceğine inanır.

Kapitalizmin dayatması 

Fakat kapitalizmin dayatması altında İslam iktisat fıkhı, kapitalizmin kurallarına İslami meşruiyet kalıpları sağlamaktan öteye geçemez. İslami finans kuruluşlarının faizi teorik ve de jure olmasa da pratik ve de facto olarak uyguluyor olması bu durumun en mücessem örneğidir. İktisadın, siyasetin, estetik yaşayış arayışının tarihçe imal edilmiş bir doğaları vardır. Yani onlar her kuralı sorunsuzca kabul eden amorf bir dünya, bir heyula oluşturmazlar. Eğer bu dünyada yasalar uygulanacaksa, dünyanın tarihsel doğasına/fıtratına nüfuz edebilmeli ve bu doğayı dönüştürecek bir güce ve söyleme sahip olmak zorundadırlar. Böyle olunca da sadece Kuran ve sünnet okuyup onlardan gerekli hukuk kurallarını çıkardığımız zaman İslami gayeyi gerçekleştirmiş olmayız. İslami gayeyi gerçekleştirmek için eşyanın bu tarihsel doğasına da nüfuz etmeyi öğrenmiş, fıkhımıza bu doğayı tanıma yeteneklerini bahşedebilmiş olmalıyız.

Kısacası gerçek bir İslam iktisadı fıkıhçısı Kuran’ı ve sünnet’i bildiği kadar bu tarihsel doğayı, onun potansiyellerini, sınırlarını, nereye doğru dönüştürülmesi gerektiğini ve bu dönüşümün nereye kadar mümkün olduğunu bilebilen adamdır. Aksi takdirde Allah’ın iktisattan muradının ne olduğunu kavrama şansı bulamayacaktır. İslam kelamcısı olmak Derrida metafiziğine nüfuz edebilmek, İslam dervişi olmak Stefan Zweig’ın ruh tahlillerine hakim olmak anlamına gelir, modern zamanlarda. Ve ilk sufilerin yaptığı gibi tüm bunları Kuran’ın ve sünnetin potası altında eritebilmek...

Arzu-makineleri ve kemal  

Oysa bugün bizlere Allah’ın doğasını (kelam) muradını (fıkıh) ve mukaddes hazzını (tasavvuf) anlatmak isteyen ilahiyat bilimi çağdaş dünyadan, ve dünyanın yukarıda bahsettiğimiz tarihsel doğasından bihaber bir biçimde, salt Kuran ve Sünnet okumasından hareketle İslam’ı ayakta tutmaya çalışıyor. Fıkıhçılarımız Kuran, Hadis ve fıkıh usulü birikimini Allah’ın yaratmak istediği toplumu yaratabilmek için yeterli sayıyor. Ve ilahiyatçılarımız dünyanın tarihsel doğasına alabildiğine yabancı. Kuantum fiziğinin kelam ilmi açısından konumu, Agamben’in zoe-bios ayrımının ‘fıtrat dini’ olarak İslam için ne anlama geldiği ve Deleuze’in arzu-makinelerinin insan-ı kamil olma yolunda ne ifade ettiği üzerinde düşünecek tek bir kelamcı, fıkıhçı ya da tasavvuf erbabı yoktur. Oysa eğer ilahiyat bilimi eşyanın tarihsel doğasına nüfuz edebilecek bir öze kavuşturulmuş olsaydı Kuran bu potansiyellerini açığa çıkarma şansı bulacaktı. Sadece Kuran okuyarak Agamben’i keşfedemezsiniz. Fakat Kuran’ı Agamben’le beraber okuyan ilahiyatçılar yetiştirirseniz, Kuran eninde sonunda potansiyelindeki Agamben’i sizin için görünür kılar.

Çağın özbilinci postmodern dönemde parçalanmış durumdadır. Bugün ilahiyatın sorumluluğu bilimi, eleştirisi, felsefesi ve ütopyasıyla bir çağ özbilinci olmaktır. Ta ki yeryüzünün her yerinde hakikat için çırpınan fakat hakikate ulaşamamış temiz fıtratlara, temiz vicdanlara ve temiz akıllara bir yön gösterebilsin. Nasıl bir dünyanın mümkün olduğunu, nasıl bir dünyanın istenir olduğunu insanlığa anlatabilsin ve insanlara rehberlik eden bir cazibe merkezi olsun. Abbasiler kendi çağları için bunu başarmıştı. Haçlılar Abbasi İslam’ından büyülendi ve ne varsa Batı’ya taşıdılar. Öyle ki koca koca Alman kralları yeryüzünde medeniyet denmeye layık tek şeyin Abbasi İslam’ı olduğunu düşünür olmuşlardı. Osmanlılar bir nebze bunu başarmıştı. Erasmus Hıristiyan taassubuyla okumuş Batılıları Osmanlı nüfuzundan kurtarmaya çalışıyordu. Batılılar bunu Aydınlanma’dan sonra başardılar. Ve bugün en gelenekçi entelektüellerimiz bile Şafii’nin fıkıh usulünü bilmekle değil, Carl Schmitt’in egemenlik analizlerini anlayabilmekle hava atıyorlar. Fakat Abbasilik tefessüh etti. Osmanlılık da Batılılar hala ondaki çokkültürlülük idealinden büyüleniyor olsalar da 18. Yüzyıla geldiğinde tefessüh etmişti. Ve başından beri tefessühü güzellikleriyle iç içe yaşatan Batı, bugün daha önce hiç olmadığı kadar tefessüh halindedir, gerek vahşi kapitalizmiyle gerek sınır tanımaz hedonizmiyle.

Alim yeryüzü mirasçısıdır

Eğer Allah’ın bize sunduğu yeryüzü mirasçısı olma ideali bir hakikatse Müslüman alimlerin kendilerini yeryüzü mirasçısı olarak yetiştirmesi gerekiyor. Ve yeryüzü mirasçısı olmak her şeyden önce yeryüzünü tanımayı gerektirir, yani yeryüzünün tarihsel doğasını kavramayı. Zaten çağ özbilinci olmak için de önce çağın ve eşyanın doğasını tanıyan bir bilince sahip olmak gerekir. Bu olmazsa ilahiyat yeryüzünden kopuk, bir kendi kendine konuşma durumundan, bir şizofreni durumundan başka hiçbir anlama gelmez. Çünkü bu ilahiyatın ötekiyle konuşma, ötekine bir şeyler anlatma yeteneği olmaz. Ve ‘öteki’ne, hakikati ararken karanlıklarda yolunu kaybetmiş insanlara açılamamış bir ilahiyat biliminin Allah katında da pek bir değeri yoktur. Eğer İslam’ın özünün tebliğ, yani İslam’ın İslam’ı tanımayan hakperestlere ulaştırılması olduğunu söyleyeceksek...

Kısa konuşursak, Einstein, Baudelaire ve Bourdieu ilahiyat müfredatına entegre edilmelidir. Ve İslam alimi sıfatı sadece Kuran’ı ve Sünnet’i bilen adama değil, bunlarla beraber dünyevi dediğimiz bilimlerde de ehliyet kesbetmiş ve bunlarla Kuran-sünnet arasında bir diyalog kurabilmiş insanlara verilmelidir. Konuşurken Şafii’den Agamben’in egemenlik kuramlarına, oradan Sebe Suresi 14. Ayete, oradan Orhan Pamuk poetikasına, oradan Mevlana’ya oradan Nietzsche’nin Apollon-Dionysos’una, oradan Yusuf Suresi 39. Ayete, oradan iktisattaki döngüler kuramına, oradan neoliberalizme ve Maide suresinin ilk ayetlerine, oradan Bourdieu ve Şuayb kıssasına geçebilen, kısaca Deleuze ve Guattari’nin şizoid benliğini dini bir kişilik bütünlüğü haline getirmiş insanlara vermeliyiz... Aksi takdirde kendini Batılı gözler altında irdelemediği için yaşadığı sefaletin farkında olmayan ve bir zamanlar yaratmış olduğu büyük medeniyetlerin enkazı altında ezilmiş kendi cemaatimize mahpus bir şizofrenide olduğumuzun farkında bile olmadan ömür tüketeceğiz. Oysa Allah İslam ümmetinin yeryüzü mirasçısı olmasını ister. Yani yeryüzündeki en gelişkin medeniyeti İslam’ın yaratmasını... Ve vaat ettiyse yapacaktır. Yeter ki biz de isteyelim. Gerçekten isteyelim.

[email protected]