O mektepten geçenler hep bir deste gül derdi

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
8.05.2021

Hacı Abdurrahman Açar, tarikat-ı Nakşibendiye'nin nefis terbiyesi, uhuvvet halesi olduğunu bize öğreten bir muallimdi. Eğer bize öncülük eden bu zatlar olmasaydı belki bizler de bölgede var olan cahiliye geleneğini takip edip incir çekirdeği meselelerle birbirimize girecektik.


O mektepten geçenler hep bir deste gül derdi

Osmanlı topraklarındaki en dikkate değer kurumsal tasavvuf geleneği Nakşibendiliktir. Sünni İslam inancının en önemli taşıyıcı yapılarından birisi olan bu geleneğin piri Muhammed Bahaeddin Şah-ı Nakşibend'tir. Anadolu'daki bu geleneğin en bilinen temsilcisi ise Süleymaniyli Mevlana Halid-i Bağdadi'dir. Bağdadi, vaktiyle Hindistan'da bulunan Abdullah Dehlevi'den ders almış ve Nakşiliğin tüm kollarını temsil edecek bir icazet ile bu coğrafyaya teşrif etmiştir.

Bugün Balkanlar'dan Yeni Delhi'ye kadar onun izine rastlamak mümkündür. Özellikle Batı kaynaklı etnik ayrımcılıkların ve milliyetçiliklerin gürbüzleşmeye başladığı dönemlerde İslam'ın temel ilkesi olan "uhuvvet/kardeşlik" duygusunun korunması için olağanüstü bir rol üstlendiğini görüyoruz.

İttihad-ı ümmet prensibi

Dahası benim doğduğum yöre için özellikle de Şanlıurfa'da bu damar son derece belirleyici bir parametredir. İster dini yaşam biçimini benimsemiş olsun ister benimsememiş olsun fark etmez, insanların bu geleneğe özel bir ilgilerinin olduğunu görmek gerekir. Denilebilir ki bölgede her bir ailenin bir din büyüğü, bir şeyhi ve hayatında dini değerlere gerekli özenin gösterilmesini tavsiye eden bir mihmandarı vardır. Çoğu zaman bu gönül bağı aynı zamanda bir kan bağına da dönüşür. Bağlı olunan dergah, aileden birisine özel bir paye verince bu herkes için bir onur vesilesi olur.

Osmanlı'nın muhteşem sultanlarından Yavuz Sultan Selim tarafından Urfa merkeze kamu görevlisi olarak gönderilmiş olan ailemiz, nam-ı diğer Hartavizadeler de bu yapılanmanın kurucu aktörlerinden birisi olmuşlardır. Mevlana Halid'in halifelerinden olan Hartavizade Hafız Muhammed Selim, hem aileye hem de çevresine ışık tutan bir rehber olmuştur.

Dahası imparatorluğun sosyolojisini yeniden güçlendirecek sihirli bir formül arayışında olan Sultan II: Abdülhamit bu alanın, farklılıkları kardeşlik paydasında birleştiren işlevsel bir "uhuvvet" halkası olduğunu fark eder ve konuya özel bir ihtimam gösterir. İttihad-ı ümmet için tasavvuf üzerinden yürütülen çalışmalar nitekim meyvesini de verir. Ancak imparatorluğun mukadder olan dağılması engellenemez. Ve imparatorluktan sonraki yeni devletin kurucu elitleri bu yapıların tamamını yasaklar ve öncü isimlerini de dağıtırlar.

Herkes kendi kabuğuna çekilir ama o dergahların kandilleri sönmez. Dar bir çevrede devam eden faaliyetleriyle geleneğini muhafaza etmeyi başarırlar. Nihayetinde de su yolunu bulur ve bu damar yeniden canlanmaya başlar.

Bizim ailemiz için de aynen öyle oluyor ve bir ulu çınar, unutulan ve kaybolmaya yüz tutan o mektebi yeniden açıyor. Şeyhlerin Şahı Mehmet Selim Bilgiç, ailede ve yörede sönmek üzere olan o manevi aşkı yeniden bir kor haline getirdi ve benim babam da o ateşin bekçilerinden birisidir. Bir avuç derviş, o irfan mektebini halen Selim Efendi'ye duyulan aşk ateşi ile ısıtmaya devam ediyorlar. Ama artık çoğu göçtü.

Siyah kuğu

Daha önce de bu sayfada yazmıştım, benim için tartışmalı olan o meşhur soruya, "tasavvufun şeriata uygunluğuna" dair akli ve nakli karinelerden verilecek olan cevaplardan hiçbirisi bizzat gördüğüm o siyah kuğu kadar ikna edici olmayacaktır sanırım. Selim Efendi'nin (Bavé'nın) nasıl bir uhuvvet tohumu ektiğini gözlerimle gördüm. Nefis terbiyesinin insanı nasıl medenileştirdiğini, Nakşiliğin nasıl bir ahlaki damar olduğuna defalarca şahitlik ettim. Tarihin tanıklık edebileceği büyük aşkların canlı şahidiyim. Peygamber sevgisinin, Kuran'a saygının, İslam'a teslim olmanın müşahhas örneklerini somut olarak ben gördüm. Tasavvuf için yüreğimde açılan odanın baş köşesinde haza bir mümin oturmaktadır. İmanın ışıltısı ile defalarca gözlerim kamaştı. Hurafeye itibar edilmeyen, bidatları lanetleyen, Kelam-ı Kadim'in buyruğundan şaşmayan, sünnet-i seniyeyi rehber edinen ve icma ile kıyasın çerçevesine her daim sadık kalan, riya ve gösterişe asla tenezzül etmeyen, enaniyeti en büyük felaket olarak gören ve kendi halinde sıradan, basit bir yaşamı olan bir şeyhten, bir ulu çınardan bir dervişten bahsediyorum.

Evet ben o kutlu pınarın başında çok bulundum. Babam elimizden tutar bizi her an o çeşmeden kana kana içmeye götürürdü. İsterdi ki hem o kutlu pınardan içelim hem de onunla yıkanalım. Ve biliyorum ki ruhlara şifa olan bir ecza vardı o dergahta. Kendi adıma itiraf etmeliyim ki ben o kutlu pınarın başında ihtiyacım olduğu kadarını içmiş değilim. Eğer öyle olsaydı yolumuza diken saçan "şeytanlarla" baş etmek bu kadar eziyetli olmazdı.

Selim Efendi Adıyaman merkezde mukim bir kamu görevlisiydi. Çocukluğumun en sevinçli anları babamla Jawa motosikletle Adıyaman'a olan yolculuklarımızdır. Huzura giderken, motosikletin rüzgarıyla adeta uçuyor hissine kapılırdım. Bilirdim ki biz ona varınca o dua olup üzerimize yağardı. Onun dizinin dibindeyken bambaşka bir âleme kapı aralamış olurduk. Envai çeşit yemeklerden tatlılara, oyuncaklardan kıyafete kadar her konuda ilkleri yaşardık biz o dergâhta. O dergah her daim veren bir eldi bizim için. Bizim meşrebimizin alameti farikası cömertlik ve şeriata bağlılıktır derdi.

Psikolojik olarak haz veren bu yolculuğun fiziki imkanları ise bir o kadar zor ve meşakkatli idi. Fırat Nehri, Şanlıurfa ile Adıyaman'ı adeta ayırmak için çağlar ötesinden akıp geliyordu. Biz Kahta'ya varınca karşı kıyıya gidecek kayığı beklerdik. Fırat'ın azgın sularını küreklerle çekilen, kırık ve dökük olan bir kayıkla geçmek kolay değildi. Ama karşı kıyıda bizi bekleyen "huzur" için her riski almaya değerdi. Zira oraya varınca birden yüreğimiz genişler, içimize bir ferahlık dolardı. Çünkü bizimle "feyz" arasında artık hiçbir engelin kalmadığını hissederdik. Biz o kapıyı araladık mı ev sahibimiz bize dua olup yağardı biz ise hayatımızın en zevkli anlarını onun torunları ile yaşardık. Bazen tahammül edilemez yaramazlıklarla huzuru bozduğumuz oluyordu ve ebeveynlerimiz bizi ikaz edince o, "Burası çocukların özgür olduğu bir mekândır, dikkatli ve edepli olması gereken birisi varsa o da buraya gelen dervişlerdir, sofilerdir" derdi.

Meşale sönmeyecek

Biz onunla aşkın tadına varamadan aramızdan ayrıldı. Ama giderken bizi kendisi ile aynı pınardan beslenen bir uluya teslim etti. Selim Efendi, ailemizin yolunu aydınlatan ve yüreğini ısıtan meşaleyi Hacı Abdurrahman Açar'a bırakmıştı ve geçtiğimiz salı günü o da ayrıldı aramızdan. Elbette o meşale hiç sönmeyecek ama her giden yüreğimizde büyük yaralar açıyor. Bizler hep gidenin kıymetini sonradan anlıyoruz ve pişmanlıklarımızın para etmeyeceği bir çaresizliğin içindeyiz.

Tavizsiz teslimiyet

Bu kulunuz onunla daha çok hemhal oldu. Ama biliyorum sac demirinden silah namlusu olmaz ve benden bir halt olmadı. Dönemin en can alıcı konularına ilgi duyan, dünya Müslümanlarının durumunu bilmek isteyen, tevhidi bir akaidi her şeyin başı olarak gören, İslam'ın evrensel ahlaki değerlerini kendisine şiar edinen, dünya Müslümanlarının birliği için uykusu kaçan birisinden bahsediyorum.

Yanına giden dervişlerine, akrabalarına ve dostlarına öylesine sevecen, öylesine samimi ve ilgiliydi ki herkes gayri ihtiyari ona Hacibaba diye hitap ederdi. Sahiden de bir baba gibiydi bizim için. Harçlığı olmayanın da derdini dökeceği birisiydi, ailevi sorunları olanın da. Moro İslami Kurtuluş Cephesi'nin başarısı için de uykusu kaçan birisiydi Ahmet Efendi'nin çocuğunun okul başarısı için de.

Tavizsiz ve amasız bir teslimiyetle Kuranı Kerime bağlılığın, emanete sadakatin, merhametin, cömertliğin, cesaretin ve vefanın adıydı o. Bir ömür boyu bize hep "şuurlu bir mümin olmayı" telkin etti. Ömrünü, adeta dervişlerine vakfetti. Yemedi, içmedi, dünyalık işleri tamamen hayatından çıkardı, gecesini gündüzüne katarak hep biz muhiplerini (evlatlarını) kötülüklerden kurtarmak için çalıştı.

Beşeri ideolojilerin insanları son derece kolayca savurduğu bir coğrafyada köklerimize ait değerlerle bizi bir kez daha tanıştırdı. Ancak İslam ile izzet ve şeref kazanılacağını, atalarımız olan Osmanlı'yı var eden sihirli formülün "nizam-ı alemin daire-i adalette" olduğunu, tarikat-ı Nakşibendiye'nin bir nefis terbiyesi, büyük bir uhuvvet halesi ve aynı zamanda da devlet otoritesinin üzerinde bir kamu eli ve vicdanı olduğunu bize öğreten bir muallimdi.

Eğer bize öncülük eden bu zatlar olmasaydı belki bizler de bölgede var olan diğer geleneği (cahiliye geleneğini) takip edip incir çekirdeği meselelerle birbirimize girecektik. Dar bir çevrede kim bilir hangi mazlumun başını ağrıtacak işlerin peşinde koşuyor olacaktık.

Mevlana Halid'i Bağdadi'nin halifesi olan ceddimiz Hartavizade Hafız Muhammed Selim (Şeyhefendi) hazretlerinin bize bıraktığı tasavvufi miras esasında ailemizin gizli hazinesi, sırrımız ve mahremimizdi. Bu sırrı alenileştiren ve ifşa eden ilk had bilmez ben oldum. Sahip olduğu geleneksel değerlerden dolayı devletin kurucu ideolojisi ile arası hem fiziken hem de ideolojik olarak açık (uzak) olan, yolu, suyu, elektriği ve imkanları olmayan kuş uçmaz kervan geçmez bir yörede doğup büyümenin ördüğü tüm bariyerleri onların bıraktığı miras ile aşan aile fertlerinin minnettarlığı ve kişisel olarak sahip olduğum statünün şükran ifadesi olarak bunu söylemeyi bir görev bildim.

Bize hem tarihimizi hem de kendi kimliğimizi aydınlatan bu mektebin bir ışığı daha söndü. Ömrünün son yirmi yılını gözleri görmeden geçirdi. Rabbim seksen yıl bana dünyanın tüm güzelliklerini seyredecek iki göz vermişti. Şimdi onları benden aldı. Ama daha başka büyük lütuflarının olduğunu daha yakından öğrendim bu sayede diyerek tevekkül ve dua ile tamamladı ömrünü.

Hacibaba'mız gitti ama bize bir babadan fazlasını yaptı. Dünyanın diğer coğrafyalarındaki müminlerle ortak bir duygu sahibi olmaya giden yolun kapısını aradı, bizler ellerimizi uzattığımız karanlıklardan avuç dolusu aydınlıklarla o coğrafyanın insanlarına karıştık. O mektepten geçenler hep bir deste gül derip geçtiler.

O bize derdi ki Kelam-i Kadim Kur'an-ı azim-ü şandan, sünnet-i seniyeden ve İslam ahlakından asla ayrılmayın. Bizim yolumuzun tek bir gayesi var, rıza-i bariyi kazanmak ve İttihad-ı İslam için çalışmaktır. Muhiddin-i Arabi'yi, İmam-ı Gazali'yi, Niyazi Mısri'yi, Şehabeddin Süreverdi'yi, Fuzuli'yi, Nabi'yi, Yunus'u, Seyyid Kutub'u, Hasan El Benna'yı, Mevdudi'yi, Ali Şeriati'yi, İmam Humeyni'yi, Muhammed Bakır El Sadr'ı, Sait Ramazan el Buti'yi, Cemaleddin Afgani'yi, Gülbettin Hikmetyar'ı, Şeyh Şamil'i, Raşid El Gannuşi'yi onunla tanıdık biz.

O gitti ve arkasında hasretle yüreği yanan, gözü yaşlı, boynu bükük ama zihni açık ve dünyaya anlam katacak tükenmez bir hazineye sahip bir yığın "yetim" bıraktı.

Hartavizade Hafız Muhammed Selim'den sonra Hacı Mehmet Selim Bilgiç'in o kıraç topraklarda açtığı irfan mektebinin yaşayan tek postnişini salı günü aramızdan ayrıldı. Onu defnettiğimiz an anladım ki sahiden de irfan pınarımız kurumuş, hayat boyu unutmayacağımız nasihatler dinleyebileceğimiz bir büyüğümüz yok artık.

Evet, o yolun meşalesini taşıyan çok değerli dostlarımız var hamdolsun ama "kişiye özel" bir şubemiz vardı ve o da göçtü gitti aramızdan. Hacibaba'nın vefatı Tarikat-ı Nakşibendiye'nin Halidiye Mektebi'nin bizim aile için açılan şubesi kapandı. Büyük bir ayrıcalığı kaybettik. Bizim coğrafyada bu mekteplerin kapanmasının hangi sonuçları doğurduğunu hepimiz yakından biliyoruz. Ülkede bugün yaşadığımız duygusal kopuşların asıl nedeni de o kardeşlik halesinin dışına tek tek itilmiş olmamız değil midir?

Son olarak, Hacibaba'nın biz gönüldaşlarına, dervişlerine ve hizmetçilerine en büyük vasiyeti, Kutb-u Müceddidi Zaman Hartavizade Hafız Muhammed Selim Efendi'nin yanına, Dabakhane Camisi'nin haziresine defnedilmekte. Şükürler olsun ki onun bu vasiyetini yerine getirebildik. Oğlu Dr. Saadettin Açar, en büyük fedakarlıkta bulunup yüce gönüllüğünün gereğini yaptı ve vasiyetin yerine getirilmesi için çok büyük katkı sağladı. Bu konu için emek veren Kültür Turizm Bakan Yardımcısı sn. A. Misbah Demircan'a, eski dönem Milletvekili sn. Hamide Sürücü'ye, TBMM İdare Amiri sn. Halil Özcan'a, Şanlıurfa Vakıflar Bölge Müdürü sn. Mehmet Ali Palalı'ya, Diyarbakır Vakıflar Bölge Müdürü kadim dostum sn. Metin Evsen'e ve diğer tüm ilgililere minnettarız.

Ama bu işin esas olur kararnamesini imzalayan sn. Reis-i Cumhurumuz Recep Tayyip Erdoğan'ın gösterdiği alicenaplığın ve kadir kıymet bilen tutumunun bir ömür boyu unutulmayacağını hassaten belirtmek isterim. Ailemize ve Hacibaba'nın sevenlerine lütfettiği bu iyiliği her daim bir gül gibi göğsümüzde taşıyacağız. Müteşekkiriz ve minnettarız, bizi efendimize mahcup etmediniz rabbim de sizi her iki dünyada mahcup etmesin.

[email protected]