Okullarda hukuk ve adalet dersi

Prof. Dr. NİYAZİ ÖKTEM/Doğuş Üniversitesi Hukuk Fakültesi
8.12.2012

Hukuk olgusunun kültür boyutunu oluşturan felsefe, sosyoloji, tarih, psikoloji gibi konular gerek eğitimde gerek uygulama sürecinde ihmal edilmektedir. Bu tür hukukçular, hukukun evrensel boyutunu, adalet kavramını, insan haklarına saygıyı unutmakta, tıpkı bir ‘elektrik teknisyeninin’ yaptığı gibi teknik bir görevi yerine getirmekten ileri gidememektedir.


Okullarda hukuk ve adalet dersi

Adalet ve Milli Eğitim Bakanları önümüzdeki ders yılından itibaren okullarda hukuk ve adalet derslerinin konulacağını müjdeledi. Ülkemizdeki hukuka ilişkin sorunların temelinde yatan faktörlerin başında Türk insanının ve de hukukçularımızın önemli bir bölümünün etik değer ve adalet bilincine ulaşamamaları gelmektedir. Bu tür bilinçlenmeyi kültür ve felsefe ağırlıklı bir eğitim geliştirebilir.

Hukuk olgusunun kültür boyutunu oluşturan felsefe, sosyoloji, tarih, psikoloji gibi konular gerek eğitimde gerek uygulama sürecinde ihmal edilmektedir. Ülkemizde hukuka yöneltilen haklı eleştirilerin gerisinde yatan ana sorunsal, ağırlıklı olarak bu savsaklamanın sonucudur. Böyle bir hukuksal yapılanma anlayışı hukuk kültüründen uzak kalan hukuk teknisyeni ruh ve mantığının ürünüdür. Düşünen, irdeleyen, kültürle donanımlı hukukçular istenmemektedir. Hukukçu vazedileni uygulayan basit bir teknisyen olmalıdır.

Bu tür hukukçular, hukukun evrensel boyutunu, adalet kavramını, insan haklarına saygıyı unutmakta, tıpkı bir ‘elektrik teknisyeninin’ yaptığı gibi teknik bir görevi yerine getirmekten ileri gidememektedir.

 Hukukun kültür boyutu hem eğitimde hem yargı organlarında, hem de yüksek yargı mercilerinde son zamanlara kadar dikkate alınmamıştı. Yüksek Yargı kuruluşları son yıllarda bu bağlamda çok önemli adımlar attılar. TC Anayasa Mahkemesi 2011 yılında geleneksel Anayasa Yargısı Sempozyumunu hukuk felsefesine tahsis etti, 15-16 Kasım 2012 günlerinde ise Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Uluslararası Yargı Etiği Sempozyumu düzenledi. Şimdi bu kervana hükümet de katılıyor. Tüm bu devlet kurumlarını yürekten kutluyorum.

Hukuku sosyolojiye açmak

Türk Hukuk sisteminde uygulamalarda lâfzî, metne bağlı yorumlar ön plandadır. Biçime takılıp kalmak adalet ve etik değer olgusunu ikinci plana atmak demektir. Oysa özellikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin konularda metnin dar kalıpları aşılmalı bireyin özgürlüğünü sağlam temellere oturtan ‘gaî-amaçsal yorum’ yeğlenmelidir. Anayasamızın 90. Maddesi açık bir şekilde bu olanağı sağlayacak konumdadır.

Ancak genelde yargıç ve savcılarımız böyle bir yaklaşımdan kaçmaktadırlar. Hukukun meşruiyetini sadece normlar hiyerarşisinde arayarak lâfzî yorumlara takılmak çağdaş bir hukukçuya yakışmaz.

Normlar hiyerarşisine harfiyen uymak meşruiyet için yeterli değildir. Bu tutum keyfi hukuk uygulamalarını ortadan kaldırabilir ama adaleti sorgulamadığı, sosyo-ekonomik faktörleri, insan doğasını dikkate almayıp sadece mekanik bir uygulama sürecine girdiği için meşruiyet bağlamında tartışılmalı konumdadır.

Yasa koyucu, yürütme ve yargı meşruiyet zeminini hukukun kültür boyutuna dayandırılmalıdır. Yasa koyucu etik boyutu, adalet kavramını özümsemeli, çağını tanımalı, doğru tarih analizleri içerisinde olmalı, evrensel değerlerin bilincine ulaşmalı, ülkesindeki ve dünyadaki tüm sosyal ve ekonomik verileri dikkate almalı, kitle psikolojisinin kurallarını göz önünde bulundurmalıdır. Aksi taktirde meşruiyet tartışılır.

Hukukun ontolojik boyutu sosyo-ekonomik veriler, değerler, tarih, psikoloji gibi sosyal var olanı, sosyal ontolojiyi ele alır; böylelikle gerçeğe, hakikate ulaşmak ister. Hukuk tek başına bir bilim dalı değildir, biliselliğini ontolojiden, varoluş gerçekliğinden, etik değerlerden almazsa hukuk basit bir teknik olmaktan ileri gidemez.

Yargı gücünün meşruiyet zemini de hukukun kültür boyutu içerisine aramak gerekir. Yargıç, savcı kültür boyutunu savsaklarsa sadece basit bir hukuk teknisyenidir. Sorgulamayan basit bir hukuk teknokratı genişletici, sosyolojik, teleolojik yorumlardan kaçar lâfzî yorumlara takılıp kalır; o hukuk kültüründen uzak anakronik bir mantıkla ülkesini gerilere götürür, politik çatışmaları körükler. Kendisi düzeni koruduğunu zanneder, ama aslında lafzın dar boyutları içerisinde kendini korumaktadır.

Metni geniş yorumlayan, lafzın dar çerçevesini aşabilen cesur hukukçular ancak toplumları ileriye götürebilir ve insanını çağdaş ve evrensel insan hakları boyutuna taşıyabilir.

Bu tür hukukçuların çoğalmasında eğitim politikaları önemli bir yer tutmaktadır. Gerek ilköğretim, gerek lise, gerek üniversite eğitiminde kültür ve sosyal bilimler ön plan çıkarılmalıdır. Hukuk eğitiminde ise bu tür bir duyarlılık özellikle kaçınılmazdır, zorunludur.

Türk eğitim sistemine baktığımızda da doğa bilimleri ağırlıklı bir yaklaşımla karşı karşıya kalmaktayız. Fizik, kimya, biyoloji türünden doğa bilimleri üniversite aşamasına kadar yoğun bir şekilde eğitim alanında yer almakta, istisnai uygulamalar hariç sosyal bilimler ve felsefe savsaklanmakta veya analitik bir bakış açısı içerisinde ele alınmamaktadır.

Oysa doğa bilimleri alanında yüksek öğrenime geçen insanlar dışındakiler eğitimin ilk aşamalarında ‘ezberlemiş’ oldukları bu konulara yaşamlarında hiç veya çok az miktarda yer vermektedirler.

Pozitivist eğitimin yan etkileri

Buna mukabil hak ve özgürlükler, hukuk düzeni, insan hakları, Alevilik, Sünnilik, Kürt sorunu, Ermeni sorunu, laiklik gibi konular her an için gündemdedir ve herkes aklına geleni söylemektedir. Sadece sosyal bilimlerde değil, doğa bilimleri alanında da öğrenim görenlerin ve de herkesin bu konularla ilgili doğru bilgi edinmeleri gerekir. İnsanımız optik-elektrik gibi fizik bilimine ilişkin konuları derinliğine bilmese de olur ama toplumunu, insanını, tarihini, etik değerlerin öz ve mahiyetini bilmek mecburiyetindedir. Doğru sosyal bilgiler ‘ötekileştirmeyi’ törpüler, barış ortamının oluşmasına katkı sağlar.

Doğa bilimleri ağırlıklı bir eğitim pozitivist bir mantık yapısını da körüklemektedir. Pozitivist mantıkla yetişen ‘aydınımızın’ hakikat anlayışı ak ve karadan ibarettir; onlar için griler, değişik tonlar olamaz. Tabi ki olay ve olguları pozitif yaklaşıma dayalı bir metodolojiyle ele alacağız. Somuttan hareket edeceğiz. Ancak sosyal bilimlerde farklı metodolojik yaklaşımlar da vardır. Sosyal bilimlerde ak ve karanın yanında farklı tonlar da mevcuttur. Aslında sosyal yaşamın ontolojik yapısı ve analiz mantığı farklı tonların irdelenmesi esasına dayalıdır.

Pozitivist mantık ak ve kara dilemması içinde kaldığından irdeleme yapmaktan kaçınır ve resmi ideolojinin tutsağı olur.

Pozitivist ve yanlış eğitim sistemleri ötekileştirme psikozunun doğumuna yol açmaktadır. Ötekileştirme ruhu, adalet ve etik değer bilinçlenmesinin en büyük düşmanıdır.

Nesnel ve tarafsız bir hukuk ontolojisi yaratmak için yukarıda özetlemeye çalıştığımız eğitim ve öğrenim sürecine geçmek gerekir. Bu durumda hukukçulara ve hukuk akademisyenlerine önemli bir görev düşmektedir. Her şeyden önce mevcut hukuk eğitim sistemimizde hukukun ontolojik temeli olan kültür dersleri ön plana çıkarılmalıdır. Hukukun aksiyolojik yanı olan etik hukuk felsefesinin ana konusudur.

O halde, hukuk eğitiminde felsefe, sosyoloji, tarih gibi dersleri zorunlu olmaktan öte, psikoloji,  sanat, edebiyat, müzik gibi konuları da seçmeli dersler olarak müfredatta yer almalıdır. Biliyoruz ki, bazı hukuk fakültelerinde hukuk felsefesi, hukuk metodolojisi, hukuk sosyolojisi hala seçimlik dersler olarak okutulmaktadır.

Uzun ve orta vade de ise sadece sosyal bilimler, felsefe, sosyoloji ve tarih bölümlerini bitiren üniversite mezunlarına hukuk tahsilinin kapıları açılmalıdır. Öğrenci önce evrensel kültür boyutlarına ulaşmalı arkasından hukuk fakültesine girebilmelidir.

Böyle bir aşamaya gelinmedikçe hukukçu adalet, etik kavramını ikinci plana atacak, dogmaların, politikanın peşinden gitmeyi yeğleyecektir. Dar kalıplar içinde lâfzî yorumlarla boğuşan hukukçu çağının gerisinde kalmaya mahkûmdur.

[email protected]