Okullaşma kalite ve istihdam

Prof. Dr. Abdullah Çavuşoğlu / YÖK Yürütme Kurulu Üyesi
5.03.2016

Sağlık Bakanı’nın açıkladığı “Tıp kontenjanları 12 bin 500’de sabitlenecek” açıklamasını bazı basın organları negatif bir anlam yükleyerek verdi. Halbuki bu alandaki kontenjanlar son üç yılda zaten benzer bir rakam civarında seyretmektedir. Benzer bir durum hukuk fakülteleri için de geçerlidir.


Okullaşma kalite ve istihdam

Yükseköğretim Kurulu özellikle yeni yönetimiyle birlikte yapmaya başladığı uygulamalar ile yükseköğretimde kaliteyi artırmayı hedefliyor. Kalite Kurulu’nun teşkil edilmesi bazı alanlarda taban puan uygulamaları, ön-lisans ve açık öğretime girişte uygulanan taban puanın yükseltilmesi, bazı programlarda 2. Öğretim programlarının kapatılması bu uygulamalardan yalnızca birkaçı.  Tüm bu çalışmalar, bir taraftan üniversiteye kabul edilen öğrencilerin profillerinin yükselmesine sebep olurken, diğer taraftan üniversite kaynaklarının daha etkin ve verimli kullanılmasına katkı sağlıyor.

Pozitif evrilme

Yasanın Yükseköğretim Kurulu’na vermiş olduğu görevlerden bir tanesi de yükseköğretim alanında gerekli olan planlamaları yapması. Yaklaşık 35 yıl önce adeta Yükseköğretim Bakanlığı gibi planlanan fakat süreçte yükseköğretimden ziyade siyaset alanındaki yaptıkları ile gündemde kalan YÖK, sessiz sedasız bir şekilde oldukça zor bir görev olan Türkiye’nin yükseköğretim alanını pozitif yönde evirmeye soyunmuş durumda. Yukarıda bahsettiğimiz ve oldukça radikal sayılabilecek ve sisteme her yıl girmeye çalışan yaklaşık 2 milyon öğrenciyi ilgilendiren hususlarda kararlar almak ve sonuçta hem öğrencileri ve hem de yükseköğretimi pozitif yönde etkileyecek sonuçlar elde etmek pek kolay değil. Yukarıda bahsi geçen ve özellikle kontenjanlarda doluluk oranlarının negatif yönde etkilemesini beklediğimiz kararların olumlu sonuçlanması memnuniyet vericidir.

Tablo 1’de görülebileceği üzere devlet ve vakıf üniversitelerinde son 3 yılda yaklaşık 420 bin civarında olan kontenjanlardaki doluluk oranları yüzde 91 sevilerinden yüzde 97’nin üzerine çıkmıştır. Burada yaklaşık 400 program ve bunların her birinden sayıları 190’a yaklaşan üniversitelerimizde yüzlercesi olduğunu ve her bir üniversitedeki ilgili programın doluluk oranlarının ayrı ayrı toplanarak yukarıda bahsi geçen yüzde 97 oranının yakalanmasının ne kadar zor olduğu tahmin edilebilir.

Bu rakamlara ilaveten, sayıları 2015 itibariyle 70 bin’e ulaşan yabancı uyruklu öğrenciler, bir taraftan ülkemizin jeopolitik/sosyal statüsüne katkı sağlarken, diğer taraftan sistemin verimli çalışmasında da etkin bir faktör olarak rol oynamaktadır.  Son üç yılda açılan yeni üniversiteler, dikkat edilirse kontenjanlarını artırmamış bilakis elzem olan program sayısı ile üniversitelerdeki doluluk oranlarını yükseltmişlerdir. Yükseköğretim Kurulu’nun son bir yıldır uygulamaya başladığı ülke bazında  yüzde 85’ten aşağıda olan doluluk oranına sahip yeni programlar açılmaması kararı da elde edilen bu yüksek doluluk oranlarına katkı sağlamıştır.

Yüksek doluluk oranı amaç mı?

Yüksek doluluk oranı bir amaç mıdır veya yeterli bir amaç mıdır? Sorusu sorulabilir. Yüksek doluluk oranı bir taraftan yükseköğretim alanının verimli bir şekilde çalışmasına katkı sağlarken, diğer taraftan istihdam konusunda duyarlılıkların üniversitelere yansımasını sağlamaktadır. Böylelikle, üniversiteler bir taraftan, ne tamamen “istihdam yaratmaya yönelik programlar sunan kurumlardır” algısına hizmet etmekte, diğer taraftan da “aynı zamanda istihdam kaygılarını da adresleyebilecek kurumlar bu kurumlardır” yaklaşımını beslemektedir. Herkesin takdir edebileceği gibi bu iki yaklaşım günümüzde modern üniversitelerin işlev ve hedefleri bağlamında tüm dünya genelinde tartışılan bir husustur. Birinci yaklaşım üniversiteler, “hayattan kopuktur günlük sorunlardan uzaktır, fildişi kulelerde yaşayanların mekanıdır” eleştirileri ile yüzleşirken, ikinci yaklaşım da “tamamen sanayii ve iş dünyasına yönelik eğitim yaklaşımı evrensel üniversite paradigmasına ters düşer” eleştirilerine maruz kalmaktadır.

Ülkemizin yükseköğretim politika hedeflerini gerçekleştirmeye çalışan Yeni Yükseköğretim Kurulu Yönetimi, bir taraftan yükseköğretimde okullaşma oranlarını artırmaya çalışırken, diğer taraftan da yukarıda bahsettiğimiz iki eleştirel uç noktanın ortasında bir çizgi tutturmanın gayreti içindedir. YÖK son 10 yılda lisans kontenjanlarını 180 bin’lerden 420 bin düzeyine ulaştırıp okullaşma oranını artırırken, üniversiteleri “elitist”  diyerek eleştirenler ile, fazla “piyasa odaklı” olmakla suçlayabileceklerin eleştirilerini göğüsleyecek zor bir görevi de üstlenmiştir. Bu çerçevede, Tablo 1’de verilen üniversitelerde elde edilen doluluk oranları bir başarı olarak değerlendirilmelidir.

Tıp ve hukukta durağan süreç

Bazı alan kontenjanlarıtartışma ve spekülasyon konusu yapılmaktadır. Örneğin Yükseköğretim Kurulu’nun 40 bin ve 150 bin sıralama barajı getirdiği tıp ve hukuk fakülteleri kontenjanları bu bağlamda değerlendirilebilir. Tablo 2 incelendiğinde görülecektir ki 2013 yılından itibaren her iki alanın da kontenjan sayıları artışı “durağan” bir sürece girmiştir. Başka bir deyişle, bu alanlardaki kontenjanlar ya önemsiz artışlar göstermiş veya hiç artmamıştır. Bu çerçevede örneğin Sağlık Bakanı’nın açıkladığı “tıp kontenjanları 12 bin 500’de sabitlenecek” açıklaması bazı basın organlarında negatif bir anlam yüklenerek verilmiştir. Halbuki bu alandaki kontenjanlar son üç yılda zaten benzer bir rakam civarında seyretmektedir. Yine benzer bir durumun hukuk fakülteleri için de geçerli olduğu Tablo 2’den açıkça görülebilmektedir.

Bu rakamların ülke gerçekleri/ihtiyaçları ile ne kadar örtüştüğü ise ayrı bir değerlendirme konusudur. Bu rakamlar da bazen “çok fazla” denilerek eleştirilere konu olabilmektedir. Tablo 3 ve Tablo 4’te ABD, İngiltere, Almanya ve Türkiye ile Türkiye’nin 2023 nüfus projeksiyonu göz önünde bulundurularak hazırlanan veriler karşılaştırılmak üzere sunulmuştur. Ülkelerin nüfus yapısı (çok yaşlı olması vb) sosyal yapısı (hukuk ve mahkemeye başvuru sayısı vb) gibi faktörlere bağlı olarak bu alanlardaki meslek erbabı ihtiyaçları farklılaşabilmektedir. Dolayısıyla ülkeleri bu ve benzeri ilave kriterleri göz önünde bulundurmadan direkt olarak karşılaştırmak sağlıklı sonuçlar vermeyebilir. Fakat gittikçe globalleşen dünyada ortak normların hakim olduğu savından hareketle, bu ve benzeri karşılaştırmalar sıkça yapılmaktadır. OECD ülkeleri bağlamında, bu ve benzer çerçevede değerlendirmeler içeren, binlerce karşılaştırmalı istatistik her yıl yayınlanmakta ve önemsenmektedir. Dolayısıyla bu bağlamda yaptığımız karşılaştırmanın rasyonel olduğu açıktır.

Mevcut trend sürerse...

ABD ‘de her 260 kişiye bir avukat düşerken bu rakam İngiltere’de 542, Türkiye’de ise 896’dır. Kontenjanlardaki mevcut trend ile, ülkemiz açısından bu rakam 2023 yılında yaklaşık 500 kişiye 1 avukat olacaktır.

Tablo 4 tıp verilerini göstermektedir. Günümüzde ABD’de 289 kişiye bir doktor düşerken, bu rakam AB ortalamasına yakın bir değere sahip Almanya’da 237’dir. Sağlık bakanlığının son istatistiklerine göre yaklaşık 134 bin doktorun olduğu ülkemizde bu rakam 582’dir. Bugünkü rakamlarla ülkemizdeki doktor sayısı oransal olarak AB ve ABD’nin yaklaşık yarısı kadardır. Yine mevcut trendin devam ettiği varsayımında, 2023 yılında bu rakamın 395 kişiye 1 doktor olacak şekilde gelişecek olduğu projeksiyonlardan anlaşılmaktadır.

Almanya Sağlık Bakanlığı verilerinin ortaya koyduğuna göre, çalışan yaklaşık 350 bin doktorun yine yaklaşık 34 bininin (yüzde 10) yabancı uyruklu olması bir taraftan ilginç bir veri olarak ortaya çıkmakta, diğer taraftan da bizleri gelişmiş ülkelerin dahi insan kaynağı planlamasında hesapları her zaman tutturamaması gerçeği ile karşı karşıya bırakmaktadır.

Tıp ve Hukuk fakülteleri kontenjanları bağlamında yapılan eleştirilerin, ülkemizin gelir seviyesi yüksek/gelişmiş ülkeler ile karşılaştırıldığında haklı bir temele oturmadığını ortaya koymaktadır. Bu yalnızca öğrenci sayıları bağlamında değil, aynı zamanda öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısında da var olan bir durumdur. Fakat coğrafi farklılıkların farklı öğrenci/öğretim üyesi yoğunlaşmasına sebep olduğu gerçeği de göz ardı edilmeden önümüzdeki dönemlerde bu heterojen yapının daha homojen bir yapıya dönüştürülmesi Yeni YÖK’ün hedefleri arasındadır. Önümüzdeki süreçte ülkemizin gerek milli gelir veya gerekse diğer gelişmişlik göstergesine katkı sağlayabilecek istatistiklerde (ör:Bin kişiye düşen doktor sayısı) pozitif gelişmeler olacağı açıktır. Mevcut trend ile belli alanlarda bu hedefi yakalayabileceğini gördüğümüz yükseköğretim alanımızın önümüzdeki 10 yıllık süre zarfında ulaşması gereken en önemli hedefin dikey büyüme olmayıp yatayda kaliteyi artırmak olacaktır. Yeni Yükseköğretim Kurulu yönetiminin özellikle son 1,5 yıl zarfında yapmış olduğu kalite odaklı açılımları bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir.

[email protected]